Toprağın Ateşle İmtihanı

“Gâh safa buldu gönül ayinesi, gâh keder
Böyledir hâl-i cihan, böyle gelmiş, böyle gider.”
Ragıp Paşa

 

Kuru bir balçıktan bir insan yarattı, Allah. İsmi Âdem’di. Yaratıcı ona kendi isimlerini ve hikmeti öğretti. İstedi ki melekleri de bilsin Rabbinin ne hikmet buyurduğunu ve ne istediğini. Fakat garipsediler melekler önce, kendi cinslerinden olmayan bir varlığı. Yaratılan topraktan çok daha başka bir şeydi. Mayasında iyiliği barındırandı ve kötülüğü de. Nisyanı vardı, isyanı vardı; nimeti vardı, nıkmeti vardı. İnsan, bazen arş kadar uzaktı Rabbine, Bazen şah damarından da yakındı. Güneş gibi parlak bir hakikatti bazen. Bazen de güneşi de örten kapkara bir buluttu sadece. Yine de çözülmeyi bekleyen bir muammaydı ve henüz bilinmezi bilmeyen melekler bunu çözecek durumda değillerdi. Bu yüzden sordular âlemlerin Rabbine:

“Bozgunculuk yapacak ve kan dökecek birisini mi yaratacaksın? Oysa biz…” dediler, “Oysa biz seni överek tespih ediyor ve seni takdis ediyoruz.”

İlmiyle namütenahi Rab: “Ben sizin bilmediklerinizi bilirim.” dedi ve o vakit emir buyurdu:

“Âdem’e secde edin!”

Bilinmezi bilmeseler de bilmemeyi bilen emre müheyya melekler buyruğun bilinciyle hep birden secdeye vardılar. Secde Âdem’e değil, Âdem’i yaratanaydı elbet. Onun buyruğunaydı. Bunu anlamak istemeyen biri vardı sadece:

Azazil…

Bir cennet bekçisiydi, değerli bir inciydi. Vaktiyle en sevilendi, en hünerliydi, en bilgiliydi. Her olumlu ende en öndeydi. Bir şahikaydı, yekta bir yıldızdı. Sonrasında ne olduysa oldu. En olumsuz ende enlerin eni oldu. Bir sözüyle ve sözünü bağlayan kötü niyetiyle cehennemin karanlığında karanlık bir İblise dönüşüverdi. Mayası ateş olan ateş saçmaya başladı önce. Melekler saygıyla eğilirken ilk insanın önünde, şeytan mağrur dimdik ayaktaydı. Sözünden evvel hâl dili dile geldi:

“Nerede görülmüş ki…” dedi alil şeytan, “Toprağın ateşle boy ölçüşmesi? Nerede görülmüş ki kaskatı karanlığın aydınlığı delmesi? Ben ki masmavi gökyüzüydüm, o kesafetli bir toprak. Ben güneştim, o bir huzme; ben deryaydım, o katrenin de katresi. Ben ilmin zirvesiydim; o ise ilme susayan bir abd-i aciz…”

Düşüncesinin esiri olan melanet şeytan, pervasızdı. Kendi ateşinde yandığını bilmeden zehir zemberek konuşuyordu fütursuzca:

“Ben dumansız ateştenim.” dedi. “O ise sadece bir balçık. Önce ben vardım senin mülkünde, sonra o. Korkuysa bende var, korkutmaksa yine bende. Ben bir nokta-i süveyda. Sevgi de ben de, cesaret de… Bütün meziyetler, bütün var oluşlar hep bende, bendeeeee!”

Sivri dilli, madrabaz şeytan, “Ben’in” belâsına uğradığını bilmeden hep “Ben” dedi uzunca bir süre, sonra bir mantık yürüterek devam etti kendisince:

“Ateşin balçığa boyun eğmesi reva mı, yer semayı yutar mı, deve iğneden geçer mi?”

Bed sözünün ardından vartaya düşen şerir şeytan, ateşinin içinde yandığını bilmeden bitişinin, yanışının, eriyişinin cümlesini sarf etti sonra:

“Kuru balçıktan yarattığın insana secde etmek, bana yakışmaz!”

“Yakışmaz.” sözü tepeden tırnağa benlik kokuyordu. “Yakışmaz.” kelimesi ona yakışan bütün iyi sıfatları alıp götürdü ve o andan itibaren kendine yakışanı yapıverdi iblis.

Sahi Âdem, şeytanın dediği gibi sadece kuru bir balçık mıydı? Zebun bir varlık mıydı, bir nefes miydi sadece? Urbası et ve kemik miydi, neydi Âdem?

Bunların çok ötesinde, ötesinin de ötesinde bir şeydi Rabbinin gözünde. Yaratıcının isim ve sıfatlarının bir tecelligâhıydı. Rabbanî mektupların okuyucusuydu. Cismiyle mâkusen mütenasipti.

‘Bir zerrecikti fakat arşa gebeydi.’

Varlığını, ezel ve ebet var olanın varlığında bilen eşref-i mahlûktu Âdem. Hayatın özüydü. Çekirdekti arşa açılan. Tefsirdi bedeni anlaşılmayı bekleyen.

Müptezel şeytan ise büyüklenmenin küçüklüğünü yaşadı kapkaranlık dehlizlerinde.

Gururuna,

Kibrine,

Ve kinine,

Hasedini de ekleyiverdi şeytan. Gücü, güçsüzlüğüne dönüşürken huzurdan kovuldu dönmemek üzere. İçine kor bir ateş düşünce o vakit, kin ve öfke sardı bütün bedenini ve hiç unutmadı Âdem’i. Ahdetti kendince onu yolundan döndürmeye. Ahdetti yolundan dönmemeye. Kaybettiğini, kaybedeceğini bile bile bir savaş açtı gayya kuyusunun müdavimi, Rabbine.

Âdem ise her şeyden habersiz cennetin has bahçelerinde gezinmedeydi.

Cennet…

Ne de güzel bir yerdi. Gül kokulu nefha dağları, sütten ve baldan akan nehirleri, elmas renginde buz gibi pınarları vardı. Itır kokan bahçeleri, zencefilli bitkileri, balköpüğü renginde çiçekleri, tarifsiz yemişleri, kara gözlü hurileri vardı. İnci ve yakuttan vadileri vardı uçsuz, bucaksız… Vadilerden nazlı nazlı süzülen ışıltılı suları, yalap yalap akan dereleri vardı. Kökü yukarıda, dalları aşağıda misk kokulu tuba ağaçları görülmeye değer ne de muhteşem yerlerdi. Yaprakları zümrüt yeşiliydi. Dallarından cennet köşklerine kadar sarkan doyumsuz ve tükenmez meyveleri vardı. Gümüş tabaklarda sunulan en leziz yemekler, billur kâselerde içilen bengisular ve gözün görmediği kadar güzel manzaralar, kulağın duymadığı kadar hoş sadâlar vardı. Ama hepsinden de önemlisi ne tasa ne keder ne dondurucu soğuk ne de yakıcı sıcaklar vardı.

Sadece sürur, sadece huzur vardı.

Buram buram gençlik kokan bir hayatın merkezi olan cennet ne de güzel bir yerdi. Yalnız güzele vurulan Âdem, kötülükten habersizdi. Zaten kötülük nedir bilmezdi. Ne tuzak bilirdi ne tuzak kurmadan anlardı. Usulca sokuldu şeytan:

“Ey Âdem!” dedi. “Sana ebedîlik ağacını ve yok olmayan bir saltanatı göstereyim mi?”

Efsunlu sözüyle bir ok attı şeytan-ı lâin Âdem’in can damarından ta yüreğine. Hem öyle bir ok ki yaşamak için değerdi ölmeye. Öyle bir ok ki her insanın içinde durmadan kaynayan bir volkandı. Ruhu sermest eden ebedi yaşamak arzusu, vazgeçilmeyen nefes kadar önemli, lavanta kokusu kadar huzurdu. Ruhun inşirahıydı. Duyguların şahı merak ve ebed duygusuydu. Şeytan şeytancasına o duygulara seslendi işte. Bu hissin esiriyle ve tesiriyle bir an aldanıverdi Âdem, sonsuz bir hayatın tılsımlı sözcüğüne. Kim kanmazdı ki ebedi nefese. İşte o da öyle kandı. Oysa Rabbi daha evvel uyarmış, “Ey Âdem!” demişti. “Sen ve eşin cennette kalın. Dilediğiniz yerden yiyin. Fakat şu ağaca yaklaşmayın. Yoksa zalimlerden olursunuz.”

Olan olmuştu, zehirli baldan tadınca Âdem, Rabbi de onu bir yasaklı meyvenin bulunduğu cennetten, bin yasaklı dünyaya gönderiverdi. Nedamet etti Âdem. Gözyaşı döktü. Derinden bir ah etti. Fizâr eyledi. Ahından kalbi yandı, aşka geldi. Eflak, aşka geldi. Su, cuş-u huruşa geldi. Rabbinin isimleri tecelli etti Âdem’de ilkin.

Rahîm, Settar, Tevvab, Gaffar, Rauf…

Ve derken hatası sevaba gark oluverdi. Sonra sulbünden, nedamet duygusu taşıyan her insana açıldı tövbe kapısı ardına kadar. Ebediyet yolu açıldı kendisine ve kendisinden sonra gelen nurlu sakinlerine. Böylece ilk insanın yaratılışı hayır, cennetten çıkarılışı hayır, dünyaya gönderilişi de hayır oldu. Ne var ki kavga hiç dinmedi. Nefrete âşık şeytan hiç durmadı. Kendisinden bir fısıltı üfledi bendegân nasipsizlere, bir ders verdi arabasına binen talihsizlere. Hem öyle bir ders ki hiç dinmedi dinleyicileri, kalubeladan kıyamete değin hep dillendirecek dinleyicileri. Zaman değişse de Habiller ve Kabiller hiç değişmedi. Yine öldürenler vardı ve yine öldürülenler… Mazlumlar zümresine dâhil edilen şehitler de vardı, zalimler zümresine dâhil edilen katiller de. Tamirlerin yanında tahripler devam etti hep. Neticede toprağın ateşle imtihanında akıbet elbette muttakilerin olacaktı. Zira onu ayakta tutan bir RAB ve şefkatiyle büyüten bir YAĞMUR’un (S.A.V) muştusu vardı. Lakin her dalga bir asrı vururken sahile, ne şeytan unuttu kötülüğünü ne de insan unuttu aldatıldığını. Ta ki zamanın son durağına varıncaya kadar.

Necati İLMEN

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir