Sözcük… Daha Çok Sözcük

‘Dil düşüncenin evidir.’ diyen Heidegger, madem ki ev metaforunu kullanmış; biz de evdeki eşyalara yani sözcüklere ilişkin bir mecaz geliştirebilir ve şöyle bir cümle kurabiliriz: ‘Dil, eşyalarını yerleştirebilmek için düşüncenin sürekli tağyir etmek zorunda kaldığı bir evdir.’ Evet, düşünce, yüzlerce yıldır biriktiregeldiği onca eşyayı, dilin belirli ses ve biçimlerle sınırlı evine sığdırabilmek için mütemadiyen değişiklik yapar… Bazen eskiyen eşyaları atar, yenilerini alır; bazen yenileri alır ama eskileri de atmaz. Bu itibarla dil, balkonunu içeriye katıp genişlettiğimiz bir apartman dairesine ya da yeni evlenen oğlan için bir oda eklenmiş müstakil bir eve benzer.

Somutlaştıralım, mesela mutfak… Kadının zihinde tencere tava, bardak çanak, porselen yemek takımı, kaşık çatal takımları, su bardakları, kahve fincanları, çay takımları gibi yüzlerce mutfak eşyası kayıtlıdır ve bütün bunların mutfağa yerleştirilmesi hiç de kolay değil… Nenesinden ‘andaç’ diye sakladığı bakır tasları, güğümleri, ibrikleri ya da kalaylı kapları da koymak isterse mutfağa ne olacak? Hele bir de kızının ya da torununun çok istediği fritözü, blenderi, mutfak robotunu ya da kahve makinesini almışsa mutfakta yer mi kalır? En iyisi, balkonu içeriye katıp mutfağı genişletmek. Düşüncenin bitmek tükenmek bilmeyen ihtiyaçlarına cevap vermek için dilin yaptığı da balkonu içeriye almaktan başka bir şey değildir. Bazen sadece mutfağı genişletmek de yetmez… Yeni evlenen oğlan için alınan gardırobu, tuvalet aynasını, komodini, abajuru ya da şifonyeri koymak için bir oda eklemek gerekebilir…

Düşünce dünyanız ne kadar geniş, duygularınız ne kadar incelikli olursa olsun onu taşıyacak sözcüğünüz yoksa ne düşünceniz ne de duygunuz var olabilir… Diyelim ki gözünüz sarının otuz tonunu ayırt edebiliyor; bunları fark ettiğinizi nasıl anlatırdınız? Açık sarı, koyu sarı, uçuk sarı, şampanya sarısı, saman sarısı, civciv sarısı, yanık sarı, kirli sarı… Bunları ifadece edecek sözcüklerden yoksunsanız, gözünüzün onlarca renk tonunu ayırt etmesinin bir anlamı yoktur. Wittgenstein’in ‘Dilimin sınırları, dünyamın sınırlarını belirler.’ demesi bu yüzdendir.

Eskiler, göz görmeyince gönül katlanır, der. Pek ya görüyorsa… Göz görüyorsa ne gönül katlanır ne de dil; mutlaka ona bir ad bulmaya çalışır… Yukarıdaki sarı ile ilgili örnekleri yetersiz bulursa yeni bir ad için didinip durur dil… Esasında insanoğlu ta en başından beri, bu hakikatin farkındadır ve bitip tükenmek bilmeyen bir gayretle dünyayı hatta dünya ötesini dile dönüştürmeye çalışmaktadır. Hangi dille yazılmış olursa olsun insanlığın en eski metinlerinde bile karşımıza çıkan metaforlar, edebi sanatlar, söz oyunlar, sözcük türetmeler, yerli ya da gerektiğinde başka dillerden alınmış sözcükler bu durumun somut delilidir.

Düşünce, sınırlarını daha da genişletmek derdiyle, dili sürekli tahrik eder. Uyanık her zihinde ‘sözcük, sözcük, sözcük!’ diye tepinip duran bir Napolyon vardır. Değil mi ki modern zamanların en muteber ekonomik sistemi kapitalizmdir ve yine değil mi ki açgözlü homoekonomikus kapitalizmin yegâne varisidir; sözcükleri para metaforuyla açıklamak, sanırım, isabetli bir tercih oldu…

Evet, sözcükler cebinizdeki nakit para gibidir… 10 liranız varsa sadece çorba içebilirsiniz ama 50 liranız varsa üstüne bir de kebap yersiniz. Daha çok parası olan ise açık büfe lokantalarda doyurur karnını… Zengin bir sofradan istediğinizi seçebilmek için daha çok paraya ihtiyacınız olduğunu unutmayın… Bu yüzden daha çok çalışıp sözcük biriktirmeye, söz dağarcığınızı zenginleştirmeye bakın!

Dil, düşünceyi kendi evinde rahat ettirebilmek için bazen kendi imkânlarını kullanılır bazen de konu komşudan yardım ister. İster yerli isterse de başka dillerden alınmış sözcüklerle olsun, dilin tek derdi düşünceyi hak ettiği biçimde ağırlamaktır. Bunu görmezden gelip yüzlerce yıldır kullandığımız alıntı sözcüklere karşı çıkan meslektaşlarıma çok da katılmadığını belirtmek isterim. Sözcük seçiminde duyarlı olmak, kuşkusuz takdir edilecek bir durumdur. Ancak, bu seçimi belirleyen onlarca etken vardır: sosyal çevre, eğitim durumu, kişisel tarih, yaş, cinsiyet, statü hatta psikoloji… Bütün bunları göz ardı edip sadece kökeni ölçüt alarak zorlayıcı olmak dilin doğasına aykırıdır. Ayrıca, ‘Bir dilin kuvveti yabancı olanı itmesi değil onu yutmasıdır.’ diyen Goethe’yi de hatırlatmak isterim. Dil devriminin pratikteki öncülerinden, yüzlerce Arapça ve Farsça sözcük için öz Türkçe karşılık bulan Ataç bile ‘Divan şairlerimizin dili, Farsçadan yığınlarla kelime almıştır, gene de özü değişmemiş, Türkçe kalmıştır… Divan şairlerimizin Arapçadan, Farsçadan aldıkları sözler, onların dillerini Türkçe olmaktan çıkarmamıştır. O sözler birer yabancıdır; ama salınıp gezdikleri bahçenin toprağı buram buram Türkçe kokar, Türk kokar.’ diyerek Goethe’nin altını çizdiği hakikati teyit eder. Benzer biçimde Ahmet Bican Ercilasun’un, bu konuda kökene değil kullanıma vurgu yapması da Goethe’nin ‘yabancı olanı yutma’ metaforunu açıklar. 

Ercilasun’un köken değil kullanım vurgusunu, Türkçe us ve Arapça akıl üzerinden somutlaştıralım. Us sözcüğü, Eski Türkçe döneminde, Uygur metinlerinde kayıtlı; anlamdaşı Arapça akıl ise daha sonra, Karahanlı Türkçesi metinlerinde karşımızı çıkar, ilk olarak. Bilindiği üzere, tarihi metinlerimizde kayıtlı Türkçe sözcükler, dil devrimiyle birlikte diriltilip yeniden kullanıma sokulur. Böylece, yüzyıllar içinde Arapça akıl karşısında unutulan Türkçe us sözcüğü dilimizde yeniden hayat bulur. Ne var ki uslu, uslanmaz, akıllı uslu gibi bir iki örnek dışında sözcük, türetime girememiştir; hele deyim gibi kalıplaşmış dil öbeklerinde kendine yer bulamamıştır. Öte yandan Arapça akıl, onlarca deyime can vermiştir. Ortalama bir dil becerisine sahip biri bile akıl sözünün dahil olduğu çok sayıda deyimi hemen ayaküstü, sözlüğe bakmadan sayabilir: Aklı başında, aklı bir karış havada, aklına gelmek, aklını almak, akıl almaz, akıl danışmak, aklı durmak, akıl vermek, akıl öğrenmek, aklı karışmak, aklında tutmak, aklından çıkarmamak, aklına uymak, aklı çıkmak, aklını başına almak, aklına tükürmek, aklını peynir ekmekle yemek… Bu açıdan bakıldığında, us ile akıl’ı karşılaştırmaya kalkmak akıllara ziyan’dır.

Lafı bu kadar uzatmak yerine, gücüm yetseydi de ben de Şeyh Galip gibi bir beyitle bitirebilseydim, işi. Şeyh Galip, o mükemmel beytinde, şem’ (mum), şule (alev, ışık) ve asuman (gökyüzü) sözcükleriyle bir metafor oluşturarak, insan ruhunun bu dünyaya asla sığmayacağını anlatır:

Bir şulesi var ki şem’-i canın

Fanusuna sığmaz asumanın.

Keşke ben de dil denen evin duygu ve düşünceye dar geldiğini bu kadar güzel anlatabilseydim!

İnsan kendisini müzikle, resimle ya da işaret diliyle de ifade edebilir ama takdir edersiniz ki bunların hiçbiri sözcükler kadar kullanışlı değildir.

Goethe, ölüm döşeğinde ‘Işık, daha çok ışık!’ diye inlemiş… Sözcük, daha çok sözcük!…

Mustafa SARI

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir