Bozcaada, Türkiye‘de köyü olmayan tek ilçe özelliği ile Çanakkale‘ye bağlı, şirin mi şirin bir ilçemiz. Feribotla ulaşımın sağlandığı adaya yaklaşırken, ilk göze çarpan Bozcaada Kalesi, heybetiyle hoş geldiniz diyor adeta. Bu kadar büyük bir kale bu küçük adaya niye yapılmış diye düşünmeden edemiyor insan. Kalenin kimler tarafından ne zaman yapıldığı kesin olarak bilinmemekle birlikte, çok önemli medeniyetlere hizmet ettiği ortada; Cenevizlilere, Venediklilere, Bizanslılara, Osmanlılara…
Farklı medeniyetlerde kim bilir nelere şahitlik etti bu görkemli kale. İçerisinde sarnıç, cephanelik ve karargâh bölümleri var. Zamanında asma köprü ile girişi sağlansa da şu anda sabit bir köprüden kaleye giriş yapılıyor. 1455’de Fatih Sultan Mehmet zamanında onarım gören kale 1815’de II. Mahmut döneminde de onarılmış. Kalenin haşmeti ile birlikte, denizin yemyeşil duru, berrak görüntüsü aklınızdaki her şeyin silinmesine sebep oluyor, hafifliyorsunuz, üzerinizdeki negatiflik ve sıkıntıları deniz sanki kendi içine çekiyor. Kuş gibi hafifliyorsunuz… Ulu çınar ağaçlarına, üzüm bağlarına, zeytin ağaçlarına bolca rastlanılan adada 17 adet rüzgâr türbini de ülkenin elektrik üretimine büyük ölçüde katkıda bulunuyor. Bir rüzgar türbini, adanın bütün elektrik giderini karşılıyor.
Zeytinin, peynirin, üzümün, çeşitli otların, sebzelerin, meyvelerin çoğu kendi topraklarında üretilen adanın, kahvaltıları meşhur. Kahvaltıda en çok dikkatimi çeken, reçellerin, kurabiyelerin çeşitliliği ve adaya özgü oluşu. Reçel çeşitlerinden, adaya özgü domates reçeli başta olmak üzere incir, gelincik, kırmızı biber, mandalina reçellerinin de tadına mutlaka bakılmalı. Özgün tatlara sahip adanın, başta sakızlı kurabiyesi olmak üzere kurabiyeleri de tadılmadan geçilmemeli. Pansiyon, otel hizmetleri gerçekten çok pahalı olsa da, kahvaltı fiyatları genellikle, kaliteli mekânlardaki Türkiye ortalamasının üzerinde değil. Yaşadığım şehir Adapazarı ile karşılaştırdığım vakit, kahvaltıdaki çeşitliliği de göz önüne alırsak, bana normal geldi.
Adanın içinde Rum ve Türk mahalleleri diye iki ayrı bölge var. Rum mahallesi daha bakımlı, çiçekler içinde taş evleri, dar sokakları ile dikkati çekiyor. Restoran, kafe, yeme içme, eğlence mekânları gibi turistik yerler daha çok Rum Mahallesinde… Türk Mahallesi’nde ahşap ve cumbalı evler dikkate değiyor. Mimari farklılık iki mahalle arasında bariz bir şekilde belli. Rum mahallesi daha albenili.
Genel olarak adanın her yeri tertemiz. Adada uzun süredir naylon poşet kullanılmıyormuş, yerine bez torba, kağıt torba uygulaması yerleşmiş.
Üzüm Bağları’nı görmek için de ayrıca Ada içinde turlar düzenleniyor. Adanın sokakları gezmekle bitirilecek, doyulacak gibi değil. Her biri ayrı bir güzelliğe sahip, çiçeklerle rengarenk süslenmiş, daracık sokaklarında dolaşıp yorulunca, bir kahve içmek için önümüze gelen herhangi bir restorana oturduk. Hem bir soluklanalım hem de bir kahve keyfi yapalım istedik. Artık kısmetimize iyi kötü ne olursa dedik, koltuklara attık kendimizi. Çok hoş bir sunumla gelen kahve bizi şaşırttı ve memnun etti. Naneli limonata, çikolata çeşitleri ile köpüklü kahvelerimiz, kişiye özel dantelli tepsilerde geldi. Mekân da çiçekler içinde zarif bir yer.. Masamıza ayrıca sigara içen var mı diye soruldu, bir arkadaşımız evet deyince siyah bir sigara da ikram edildi, içen arkadaşımız sigaranın içimin beğendi. İlk defa sigaralı bir kahve servisi gördüm. Kahve fiyatı da böyle bir yer için mâkuldü. Ayrılırken yorgunluğumuzu orada bıraktığımız fark ettik.
Türkiye’de çok tutulan, gözde yerlerden Alaçatı, Şirince gibi yerlerle karşılaştırıldığında, Bozcaada özgünlüğünü, sadeliğini daha iyi korumuş durumda. Yüksek ve aykırı binaların olmaması adanın ruhunun korunduğunu gösteriyor. Umarım ada bugünkü halini koruyarak gelecek nesillere aktarılır.
Eski adı Tenedos olan Bozcaada aynı zamanda mavi beyaz gözlü, küçük kargaları ile meşhur bir ada. Bir şey yediğinizi görmesinler hemen yanınızda bitiyorlar. Bu arada Tenodos Kargası ile ilgili güzel de bir fıkra var. Biraz tebessüm edelim:
Bir zamanlar Tenedoslu bir Rum başka bir şehirde zangoç olarak çalışıyormuş. Bir karga da sürekli kilisenin haçına (istavruz) pislermiş. Haçı temizlemekten bıkan zangoç, bir kaba şarap ve ekmek koyarak haçın altına koymuş. Ama karga şarabı ve ekmeği yedikten sonra, haça yine pislemeyi ihmal etmemiş. Zangoç, haçı temizlerken bir yandan da söyleniyormuş. “Sen Hıristiyan olsan haça pislemezdin, müslüman olsan şarap içmezdin, sen olsa olsa ‘Tenedos Kargası’ olmalısın!”
Gönül KESKİN
Son Yorumlar