Mehdi Geri Dönecektir! Neden?

Hz. Peygamber, daha hayatta iken “Herkes, karşılaştığı zorluğun hallini ondan beklerdi. Herkes uyanan dimağından, öğrenmek sevdasıyla yanan yüreğinden kopup gelen sualleri ona sorar, ondan cevap isterdi. Fakirleri teselli eden, kimsesizlerin imdadına koşan o idi… Şu kadar ki mutlak surette adil ve tedbirli olan peygamber, iltifat ve teveccühünü öyle bir şekilde dağıtırdı ki hiç birisine diğeri ağır gelmez ve aralarındaki kardeşlik haleldar olmazdı.” (Ahmet Hilmi 96–200) Fakat irtihalden sonra Müslümanlar kendilerini bir boşluğun içinde hissetmeye başladılar. Hatta peygamberin ‘irtihal ihtimali bile Ensar’ı hayretlere düşürdü. Herkes “Bizim halimiz ne olacak?” diye dertleşiyordu.(F. Ahmet Hilmi 96–200) Hz. Peygamberin vefatı esnasında Hz. Ömer bile buna inanamamış ve “Kim Muhammed’in öldüğünü söylerse kellesini uçururum!” demişti. Artık onların sorunlarını çözecek, onlara sevgi ve merhameti her dem aşılayacak, yetimi ve fakiri gözetecek, haklıya hakkını tastamam verecek, adaletin sürekli soluğu olacak ‘yaşayan peygamber’ yoktu. Hz. Peygamber hayatta iken Allah’ın kitabını onlara okuyor ve Allah’ın kelamı doğrudan peygamberin dilinden dökülüyordu. Müslümanlar bunu anlamakta zorlanmıyorlardı. Kendi yaşantısı ile onlara örnek oluyor ve Müslümanlara, hayatın problemlerine karşı nasıl çözümler üreteceklerini bizzat fiili olarak gösteriyordu. Hz. Peygamber, kendi vefatından sonra Müslümanların içine düşebilecekleri durumu da düşünerek Veda Hutbesi’nde onları uyarmış “Allah’ın kitabına ve kendi sünnetine sıkı sıkı sarılmalarını” tembihlemişti. Fakat O’nun irtihali, Müslümanlara çok zor gelmişti. Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer’in halifeliklerinden sonra Emevi asabiyeti yeniden hortlamıştı. Ortaya çıkan iç karışıklıklar, Müslümanları farklı arayışların içine çekmişti. Bu arayışların neticesinde tarihsel olarak sönmüş, kökeni Yahudilik olan mehdilik düşüncesi yeniden tarih sahnesine çıkma fırsatı bulmuştu. Müslümanların bu psikolojik durumu, bu inanca yeni bir tarihsel fırsat vermişti. Müslüman olan Yahudi ve Hıristiyan aktörler, bu durumu iyi tespit etmiş olacak ki kendi düşünceleri olan bu düşünceyi Müslümanlara bir kurtuluş reçetesi olarak sundular. Müslüman zihin, içine düştüğü bu acziyet durumunda ayakta kalabilmek için tutunacağı bir dal, sığınacağı bir liman arıyordu ve bu da mehdilikten başka bir şey değildi. Bu düşünce, hem Şii hem de Sünni inancında derin bir kök salmıştır.

***

Abdullah b. Sebe, Yemen’in Sana şehrindeki Yahudilerden olup, eski kitapları (apokaliptik) okumuş birisiydi. Hz. Osman’ın nüfuzundan faydalanarak düşüncelerini yaymak ve rant elde etmek için “Ben, Osman’ın elinde Müslüman olacağım.” diyordu (Taberi). Müslümanlığını ilan ettikten sonra ütopik fikirlerini yaymak için Hicaz’dan başlayarak Basra, Kufe ve Şam diyarlarını dolaştıysa da emellerine ulaşamadı (Zehebi). Fakat Müslüman olduktan sonra Hz. Osman ona bu fırsatları vermemiş ve onun düşüncelerine karşı çıkmıştır. Bu nedenle her yerde Hz. Osman’ın halifeliğini tartışmaya açmış ve Hz. Osman da onu Mısır’a sürgün etmiştir. O, Mısır’da da fikirlerini yayarak büyük bir taraftar kitlesi toplamıştır. Orada fikirlerini yaymaya başlayarak taraftarlarına: “Hayret doğrusu, adamların kimisi İsa’nın tekrar geleceğini iddia ediyor da Muhammed’in tekrar geleceği gerçeğini yalanlıyorlar. Oysa Allah ‘Sana Kur’an’ı farz eden (Allah), seni kesinlikle dönüp varılacak yere gönderecektir.’ buyurmaktadır. Muhammed yeryüzüne geri getirilme hakkına İsa’dan daha fazla hak sahibidir.” diyordu. Mısır halkı da onun bu sözlerini kabul ettiler (Zehebi). Bu şahsa göre yeryüzüne yüz yirmi dört bin peygamber gelmiş ve bu peygamberlerden her birisinin insanlardan bir vasisi (Onların vasiyetini yerine getirmekle görevlendirilen kimseleri) vardır. Ali (r.a.) de, Hz. Muhammed’in vasisidir. Muhammed, peygamberlerin; Ali de vâsilerin sonuncusudur. Peygamber’in vasiyetini gerçekleştirmeyenden daha zalim kim vardır! Peygamberin vâsisi Ali (r.a.), fırlayıp şu ümmetin işini ıslah için ele almaya çalıştı. Ama Osman bunu zorla ele geçirdi. İşte Ali, işte Muhammed’in vâsisi! Böylece Muhtar, kendi düşüncesinin haklılığını halka kabul ettiriyordu. Çünkü ‘vasiyetin içeriği olan gizli ilim mirasçılığı, mümkün biricik meşrulaştırma aracı olmuştur… Vasiyet, geçmişin gerçekleşmemiş emirlerinin, gerçekleşmesi ümidiyle şimdiye geçişin anlatımıdır… Böylelikle de gelecekle ilgilenmek vasiyet ideolojisinin bir parçası olur.’ (Cabiri)

″Bu işi düzeltmek için davranıp hareket edin. Önce başınızdaki emirlerinize kusur bulmaya bakın. Emri bil ma’ruf ve nehyi anil münker yapıyor gibi görünüp insanların gönlünü kazanıp sonra onları bu konuya davet edin.” dedi. (Taberi, 1974 cilt 3 s. 157 vd. ve İmam Zehebi, Tarihu’l-İslam, Cantaş Yayınları: 6/ 116–130). Yetiştirdiği adamlarını çevreye yolladı. Şehirlerde bozgunculuk is­teyen herkese mektuplar yolladı. Onlar da ona yazdılar. Dıştan iyiliği emredip kötülüğü men eder görünerek içlerinden de kendi görüşlerini yayıyorlardı. Şehirlere gönderdikleri mektuplarda vali ve idarecilerinin ayıp ve kusurlarını yazıyor, dava arkadaşları da onlara aynı türde cevaplar yazıp gönderiyorlardı. Böylece herkes kendilerine gelen bu mektupları kendi şehirlerindekilere okuyorlardı. Yeryüzünde, bu uydurma haberlerini genişlete genişlete yayarak, tâ Medine’ye kadar ulaştırdılar. (İmam Zehebi, Tarihu’l-İslam, Cantaş Yayınları: 6/ 116–13).

Muhtar es-Sekafi ve Ütopya’nın Dramı

Mehdilik düşüncesi temel olarak Hz. Ali ve Muaviye arasındaki Sıffın ve Cemel savaşlarından sonra oluşmaya başladı.

Ebu Ubeyd bin es-Sekafi, Hz. Ömer’in Irak komutanlarından biriydi. Bu düşüncenin tam olarak kökleşmesini sağlayan, Abdullah b. Sebe’nin ektiği tohumları yeşerten Muhtar es-Sekafi, işte bu komutanın oğludur. Muhtar es-Sekafi, daha on üç yaşında iken babası Ebu Ubeyd bin es-Sekafi ölür. Muhammed bin Hanefiye ise Hz Ali’nin Havle adlı eşinden olan oğludur. Dönemin siyasi karışıklıkları içinde Hz. Hüseyin şehit edilir. Emeviler iktidarı tamamıyla ele geçirerek halka zulmetmeye başlarlar. İşte Muhtar es-Sekafi bu duruma karşı Hz. Ali’nin oğlu Muhammed bin Hanefiye’ye yanaşarak Hz. Hüseyin’in intikamını almak ve halkı, Emevilerden (Yezid ve zulmünden) kurtarmak istiyordu.

Muhammed bin Hanefiye, babası Hz. Ali ve Muaviye arasındaki savaşlarda tarafsız kalmıştı. Babası ile Muaviye arasındaki savaşa “Yemin olsun ki bu fitnedir. İki ehli beyti Araplar (Haşimiler: Hz Ali/ Emeviler: Muaviye) Allah’a ortak koştukları tanrılar yapmışlar. Biz ve bu amcamızın oğulları. Haksız yere birini öldürerek dünyevi iktidarın bende olmasını istemem.” diyordu.

İşte böyle bir düşünceye sahip olan Muhammed bin Hanefiye, babası Ali ile kardeşi Hüseyin’in davasına da gönülsüzdü. Niçin? “Çünkü onlar (Hasan ve Hüseyin) Ali’nin gözbebeğiydi. Ben ise elleri. Gözlerini elleri ile koruyordu. Hasan ve Hüseyin benden daha şereflidir. Ama ben babamın hadisini onlardan daha iyi bilirim” diyordu. (Cabiri).

Muhtar es-Sekafi, davasını gerçekleştirmek için geride kalan Hz. Ali’nin tek oğlu Muhammed bin Hanefiye ile işbirliği yapmaya karar verdi. Muhtar, hicri 64 yılında Kufe şehrine gelerek Hz. Hüseyin’in intikamını almaya çalışan Tevvabun grubuyla bağlantı kurmaya çalışır. Bu grup, Hz. Hüseyin Kerbela’da şehit edilirken bu acı olaya sadece seyirci kalmış ve daha sonra tövbe ederek Hz. Hüseyin’in intikamını almaya girişmişlerdi. Muhtar, bu isteğini gerçekleştirmek için Muhammed bin Hanefiye’nin adını kullanır. Tevvabun grubuna şu konuşmayı yapar “Mehdi ve vasi Muhammed bin Hanefiye, beni size emir, vezir ve seçici olarak gönderdi. Mülhidlerle (Emeviler) savaşmamı, Ehli Beyt’in intikamını almamı ve zayıfları korumamı emretti.” (Taberi).

Tevvabun grubu, bu işin doğruluğunu öğrenmek için Muhammed bin Hanefiye’ye başvurdu. Muhammed bin Hanefiye, şu cevabı verdi “…Öcümüzü almak üzere sizi çağıranla ilgili söylediklerinize gelince, yemin olsun ki yarattıklarından dilediğiyle düşmanımıza karşı bize yardım etmenizi Allah’tan isterim.” Bu cevaptan Muhtar es-Sekafi ile Muhammed bin Hanefiye’nin birlik olduğu sonucunu çıkaran grup, Muhtar es-Sekafi’ ye katılır. Daha sonra Şia taraftarları da gelerek Muhtar’a katılır. Böylece kuvvet toplayan Muhtar, Emevilere karşı savaşa girişir. Bir nebze de olsa başarılı olur. Fakat hicri 67 yılında Abdullah b. Zübeyr’in kardeşi Musab b. Zübeyr ile giriştiği savaşta o ve yandaşları ölürler (Taberi). Emevi iktidarı daha sonra el değiştirince Muhammed bin Hanefiye, Emevilere muhalefet etmeyi bırakarak iktidarlarına biat eder. Hicri 81 yılında Muhammed bin Hanefiye de ölür.

Bu tarihi bilgileri çok özet olarak aktardık. Buradaki amacımız tarihsel olayların insan psikolojisine nasıl etki ettiğini ortaya çıkarmak ve toplumsal hafızayı nasıl etkilediğini anlamaktır. Siyasal iktidarların baskısından bunalan halkın nasıl bir ruh hali içine girdiklerini ve bunun sonucunda nasıl arayışların peşine düştüklerini ortaya koymaktır.

Apokaliptik Edebiyatın Arap-Müslüman Aklına Taşınması

Kufe, Meda’in, Hire gibi Arap şehirlerine Yemen’den (Yahudilik inancı eski çağlardan beri Yemen’de yaygındı.) göç eden Yahudiler ve diğer Arap kabileleri eski inançlarını da beraberlerinde İslam’a taşıdılar. Böylece Mehdilik/Mesihlik düşüncesi ve diğer batini inançlar Araplar arasında yayılmaya başladı.

Muhtar es-Sekafi’nin davasını gerçekleştirmesi için insanları belli bir inanç etrafında toplaması gerekiyordu. Emevilerin Cebriye ideolojisine karşı bu gerekliydi. Cebriye İslam tarihinde itikadi bir mezhep olup bu mezhebe göre insan yaptığı işlerde sorumlu değildir ve insana nispet edilen davranışlarda, insanın hiçbir katkısı yoktur. Yezid, Hz. Hüseyin’in başı kesilerek karşısına getirildiğinde “Allah’ın izni ve isteği olmasaydı Hüseyin’in başını kesmezdik.” diyordu. İşte Emeviler, yaptıkları her zulmü Allah’a havale ederek insanları ‘dine karşı din’ yöntemiyle kandırıyorlardı. Böyle bir ideolojiye karşı Muhtar es-Sekafi’nin geliştirdiği ideoloji Mehdilik oldu. İşin ilginç tarafı bu iki düşünce biçimi de bir noktada “erteleme/öteleme” fikrine dayanıyordu. Muhtar es-Sekafi, amacını gerçekleştirmek için Bâtıni (gizemli) ilimlere yönelerek Muhammed bin Hanefiye’yi de ilim ve irfan sahibi, Bâtıni ilimleri bilen biri olarak gösterdi. Böylece düşüncesinin temellerini oluşturdu.

Muhtar es-Sekafi ve yandaşları, bu düşünceye daha sonra ‘beda’ ve ‘ricat’ fikirlerini koydular. Ricat, ölmüş kişinin (Muhammed bin Hanefiye) geri gelmesi demektir. Beda ise Allah’ın görüş değiştirmesi demektir. Muhtar es-Sekafi, taraftarlarının gözünde karizmasını (büyüleyici özelliğini) korumak ve yükseltmek için onlara gelecekten haberler veriyordu. Haber tutarsa ‘Ben demiştim!’, tutmazsa ‘Allah, görüş değiştirdi!’ diyordu.(Cabiri).

Muhammed bin Hanefiye Nasıl Mehdi Yapıldı?

Muhammed bin Hanefiye, hicri 81 yılında ölünce bazı Şia (Hz. Ali taraftarları) grupları onun öldüğünü kabul ettiler. Fakat bazı gruplar (özellikle Keysaniye grubu) onun ölmediğini, onu defnettiğini söyleyen kardeşinin torununa benzetildiğini savundular. (Hz. İsa’nın durumuna benzer bir durum). Bazı guruplar da Muhammed bin Hanefiye’nin zaten hilafete layık olmadığını ileri sürünce yandaşları yalnızca onun, Hz. Ali’nin vasisi (mirasçısı) olduğunu iddia ettiler. Bu iddialarını desteklemek için Hz. Peygamberin, Muhammed bin Hanefiye’nin doğumunu belirten bir hadis rivayet ettiler. Bu hadiste Hz. Peygamberin, daha doğmadan önce ona ‘mehdi’ adını verdiğini iddia ettiler. Daha da ileri giderek Hz. Peygamberin, Muhammed bin Hanefiye’nin ölmeyeceğini haber verdiğini savundular. Onlara göre Muhammed bin Hanefiye mehdidir, gaib (gizlenmiş) olup geri dönecektir. İyi ama o şimdi nerededir? Yandaşları şu cevabı veriyorlardı: Diridir, ölmedi. Mekke ile Medine arasında bulunan Radva dağındadır. Yanında bir su bir de bal pınarı vadır, onu bekleyen iki aslan vardır.’ Yahudi ve Hıristiyanlar da Mesih için gaybetinde, yanında su ve süt olacaktır. Hıristiyanlar da Hz. İsa’nın geleceğini iddia ederler. Yahudiler ise Enoha (Uhnuh) peygamberin geleceğini iddia ederler. İlyas peygamber de aynı şekilde göğe kaldırılmıştır ve geri dönecektir. Hz. Osman zamanında Müslüman olmuş bir Yemenli Yahudi olan Abdullah ibn-i Sebe de Hz. Ali ölünce onun ölmediğini ileri sürmüş ve Arapları yönetmek için geri döneceğini iddia etmiştir. Halife olduktan sonra Hz. Ali’nin yanında bulunmuş, fakat aşırı görüşleri nedeniyle Hz. Ali onu Medain şehrine sürgün etmiştir. Hz. Ali ölünce de görüşlerini yaymıştır. (Geniş bilgi için bk. Arap İslam Siyasal Aklı, M. Abid Cabiri s.253–285) O dönemin ‘Arap-Müslüman aklı’ işte bu düşüncelerden etkilenerek Muhammed bin Hanefiye’yi mehdi ilan ettiler. İlk mehdi Muhammed bin Hanefiye… Ondan sonra nice mehdiler üretilmiş… İslam tarihinin en sancılı döneminde ortaya çıkan mehdilik düşüncesinin kısa tarihsel özetini verdik.

Kur’an-ı Kerim’in hiçbir ayetinde mehdiden söz edilmez. Böyle bir iddiada bulunmak Kur’an’a iftiradır. Kalplerinde hastalık olanlar Kur’an’daki müteşabih ayetlerden olmadık yorumlar yaparak kendilerini mehdi ilan ederler. (Bkz. Al-i İmran 7). Mehdi ile ilgili hadisler Ebu Davud, Tirmizi ve İbn-i Mace’nin hadis kitaplarında vardır. Birkaç hadisi burada belirtelim:

Ümmü Seleme peygamberin şöyle dediğini rivayet etmiştir: ‘Mehdi, Ehl-i Beytimden Fatıma’nın evladıdır.

Ebu Said El Hudri’den: ‘Mehdi bendendir, açık alınlı ve kalkık burunludur. Yeryüzünü zulmün kapladığı gibi adaletle dolduracaktır. O yedi yıl hükmedecektir. (Tirmizi)

Ebu Said El Hudri’den: ‘Ümmetimden mehdi çıkacaktır. Yeryüzünde kalışı kısa olursa yedi,  aksi takdirde dokuz yıl olacaktır. (İbni Mace ve Hakim)

İbn-i Haldun, mehdi ile ilgili rivayet edilen bütün hadisleri teker teker inceler ve hepsini zayıf olarak görür. (Bkz. Mukaddime, 1. cilt, s.413–433). Ayrıca hadis alanında en muteber iki kaynak olan Buhari ve Tirmizi’de de Mehdi lafzını içeren bir hadis mevcut değildir. (Bkz. Mevdudi, Fetvalar c.1) Bu hadislerde dikkat çeken en önemli özellik ‘adalet ve zulüm’ vurgusunun olmasıdır. Bu hadislerin rivayet edildiği dönem Müslümanların en dramatik dönemleridir.

Mehdilik Düşüncesinin Psikolojik Arka Planı

Öyle anlaşılıyor ki mehdilik düşüncesi, apokaliptik edebiyatla bağlantılı olup Yahudi ve Hıristiyan kökenlidir. Yemen’den göç eden Yahudi kabileler aracılığıyla Arabistan’a taşınmıştır. Özellikle bir Yahudi olan ve daha sonra Müslüman olan Abdullah İbn-i Sebe’nin bu düşüncenin yayılmasında büyük etkisi vardır. Bu şahıs, Hz Ali’nin ölmediğini ve geri geleceğini iddia etmişti.

‘Mehdi’ düşüncesi tam bir ideolojiyi, kendilerine yapılan zulmü engelleme gücüne sahip olmayan ‘düşkünler ideolojisini’ ortaya çıkarmıştır. Bu düşünce insanlar ile ümitsizlik arasına giren bir araçtır. İnsanları, kendisinden beklediklerini gerçekleştiremeyen ‘sembol’ bir lidere bağlar. Başarısızlığı itiraftan doğan ümitsizlikten, dramdan kaçınmak hatta kaçmak için onun döneceğini savunurlar. (Cabiri) Bu düşünce bir nevi vitrinin süsüne kapılarak elbiseyi satın alan, satın aldığı elbisenin defolu olduğunu fark edemeyen kişinin haline benzemektedir. Vitrinin büyüsüne kapılarak mankenin ayartıcı olduğunu ve plastikten yapıldığını görememektir. Mehdi, dokunulan veya hidayete eren kişi demektir. Batı dillerindeki ‘Messiah, Messie’ biçiminde söylenen Mesih’in çevirisidir. Tevrat’ta mesh kelimesi hidayet ve ilahi destek anlamına gelir. Buna göre adaletin gerçekleşmesi ve dramın son bularak yeryüzünde cennetin kurulması ancak ilahi destekle desteklenmiş bir kurtarıcının gelmesi ile mümkündür. Bu düşünce dini bir düşünce değildir. Hiçbir âlim bu düşünceyi İslam akidesinin şartları arasında da göstermemiştir. Bu coğrafyada Muhtar es Sekafi ile Müslüman akla tohumunu atarak hâlâ ayakta duran bir düşüncedir. Eski çağlarda, M.Ö. 200-M.S.100 yılları arasında oluşmuş apokalizmdir. Yahudi ve Hıristiyanlara göre mehdinin gelmesi için yeryüzünü buna hazırlamak gerekmektedir. Bunun için de yeryüzünü şeytani güçlerin doldurması gerekmektedir.

İşte tam da burada acizlik dönemlerinde zorbalıklar karşısında mesiyanik inançlar geliştirmek, toplum denilen vakumun zulmü içselleştirme tavrıdır. Zulme karşı ötelenen direnişe karşı zulüm, kendisini yenileyerek her seferinde geri döner. Ortadoğu’nun değişmeyen toplumsal bilinçaltı mekanizmasının lanetli yapısı budur. Bu anlamda Marx’ı dinelemek gerekir “Din ezilen insanın içli ezgisini, kalpsiz bir dünyanın sıcaklığını, tinin dıştalandığı toplumsal koşulların tinini oluşturuyor. Din, halkın afyonunu oluşturuyor. Halkın aldatıcı mutluluğunu olarak dini ortadan kaldırmak, halkın gerçek mutluluğunu istemek anlamına geliyor. Halkın kendi durumu üzerindeki yanılsamalardan vazgeçmesini isteme, halkın yanılsamalara gereksinim duyan bir durumdan vazgeçmesini istemek anlamına geliyor. Öyleyse dinin eleştirisi, dinin aylasını oluşturduğu bu gözyaşları vadisinin tohum halindeki eleştirisi anlamına geliyor.”

“Bu düşünce bozgunu ve çöküşü reddetmenin aracıdır, ümide sarılmanın aracıdır. Zayıf basit insanlar beklenti ve ümitlerini kişilere, sembollere bağlarlar. Muhammed bin Hanefiye dönecektir, bu adı taşıdığı ve Hz. Ali’nin oğlu olduğu için değil sembol olduğu için dönecektir.” (Cabiri).

Gürgün KARAMAN

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir