Afşin İçimde Yaradır

1974 yılı olmalıydı…

O zamanlar Karşıyaka Mahallesi’nde Lorşunlu Hacı’nın evinin yanı başında Davulcu Mamed’in evinde kiracıydık; ev hemen yola bakardı, yolun altında gözden gelen suyun arkı, arkı geçince de bereketli elma bahçeleri başlardı. Elmalar ki her biri sömelek kafası kadardı. Gerçi Afşin’in adamı öyle kolay kolay bahçe yoldurmazdı çoluğa çocuğa ya, biz yine de her şeyi göze alır bir zurba oğlanla Hasan amcanın bahçesine dalar, koparabildiğimiz kadar elma koparır, koynumuza doldururduk. Hasan amca mevzuyu anlayıp “Bre köftehorlar, kaçmayın ülen!” diye basardı kalayı ama bu nara biz çocuklara daha da bir heyecan verir,  tazı gibi koşar bir yandan elma kütürdetir, bir yandan da gülmekten kırılırdık.

Elma mevsimi olmadığı zamanlarda her yağmurdan sonra bahçenin kenarlarındaki yeşilliklerde, altın bulmuş gibi sevindiğimiz göbelek aramalarımıza Hasan amca aldırmaz; hatta biz çocuklarla sohbeti sever, ha babam öğütler verirdi bize. Yine de fazla güvenmez, birkaç ay sonra olgunlaşacak olan elmaları garantiye almak için: “Oğlum bakın artık kocaman delikanlı oldunuz, valla bir daha bahçe yolduğunuzu görürsem polise veririm sizi, demedi demeyin!” diye gözümüzü korkuturdu.

Elmalarla karınlarımızı doyurur doyurmaz o zamanların fenomen mekânı kaleye gider havaya para atmaç oynardık, üç beş kuruş kazanıp sinemaya gidelim derken elimizdeki son sarı yirmi beşliği de Afşin’in sapı siliklerine kaptırır, kös kös eve dönerdik.

Sabahın altın güneş ışıkları Yeşil Afşin’i cennete çevirirken, daha kargalar kahvaltısını yapmadan Sarı’nın gürlek sesini duyar duymaz sokağa fırlardık. Mahallenin godduş oğlanları sanki yeni bir dünya keşfetmiş gibi, heyecanla:

–Katipoğlu’nun sinemasına dövüşlü bir film gelmiş oğluuum, valla az önce Sarı sırtında gezdiriyordu filmin afişini, der; içimizdeki sinema ateşini tutuştururlardı.

Çocuktuk çoook… Ah Afşin… Çocukluğum bitek ülkem…

Apanların Sarı derlerdi ona, gerçek adını hiçbir çocuk bilmezdi; herkesin dilinde Sarı geldi, Sarı gitti cümleleri uçuşurdu… Sarı, kızıl ve dağınık saçlarının altında, kırmızı ve hep öfkeli bir yüzün kıyılarında, sürekli vızzık durumunda ama hiç bitmeyen bir cıgara tüttüren uzunca, pehlivan yapılı heyula bir adamdı çocuk gözümüzde…

Sarı, özellikle hafta sonları, tahtadan yapılmış kocaman bir kapıyı andıran zamazingoya yapıştırılmış film afişini sırtlar, filmin reklâmını yapmak için mahalle mahalle dolaşırdı. Biz bir sürü oğlan, Sarı’nın sırtındaki beyaz ata binmiş ve elinde bir metreye yakın kavisli, kabzası incili-mercanlı, albenili kılıç olan Cüneyt abiye ve hemen onun yan tarafında mavi gözlerinin kıyısında ok gibi dizilmiş kirpikleriyle ağladı ağlayacak Fatma Girik ablaya hayran hayran bakardık. Sarı, çocukların peşinden geldiğini hissedince, afiş tahtasını yere bırakır, ebelerimizi bir güzel kalaylardı.

“Bu filme mutlaka gitmeliyiz oğluuuum, Köroğlu en yiğit kahraman, gerçi ben Tarkan’ı Karaoğlan’ı da severim ama Köroğlu başka…” diyen kimi bebeler, ne yapar yapar babalarından bir sinema parası koparır; ardından sinemanın önünde biterdik.

Katipoğlu sinemasının önünde Orhan Gencebay şarkıları yeri göğü inletirken, sinema sahibi Mevlüt amca olanca tontonluğuyla kapının önünde dudağından düşürmediği Bafra cıgarasını keyifli keyifli tüttürürdü. Nedendir bilmem bu şarkıları Mevlüt amca söylüyor gibi gelirdi bana, öyle ya cırıltılı bir plaktan gelen bu kalın ses, olsa olsa Mevlüt amcanın sesiydi, ona yakıştırırdım hep…

Sinemaya girdiğimizde, sanki cennete girmiş gibi bir bahtiyarlıkla, havasız ve hep yanık yağ kokan bu karanlık mekânda birazdan büyülü bir dünyaya adım atacak olmanın tarifsiz sevincini yaşardık… İlaveler, reklâmlar biter nihayet film başlardı; o çocuk kalbimizin saflığıyla bütün savaşları Köroğlu’nun kazanması için bildiğimiz hepi topu birkaç duayı döndürür aktarır okurduk. Demek o dualar da kabul olurdu ki Köroğlu herkesi kılıçtan geçirir ve kızı kapardı, bu arada Bolu Bey’i mortingenştraze tabii…

Aradan geçen kırk beş yıl değil de sanki kırk beş dakika gibi; o güzel günleri düşünürken uykusuz bir gecenin koynunda, şairi anıp “Ah bellek, acı bellek…” diyor insan, ne zaman elli beş yaşadık, hem nereye gitti benim cânım arkadaşlarım; Vural, Samet, Fehmi, Alpaslan, Sezai ve diğerleri şimdi kara toprağın koynunda kovulduğumuz bir cennete tekrar girmenin mutluluğunu yaşarken, biz gurbet sürgünleri çocukluğumuzun Afşin’ini annesini özleyen bir çocuk gibi özlüyoruz…

Mehmet BİNBOĞA

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir