Bayramlık

Sizce, yeni neslin söz dağarcığında bayramlık diye bir kelime var mıdır? Varsa da ne anlama gelir acaba? Türkçe Sözlük ‘Bayramda verilen armağan’ diye açıklamış ama bizim dilimizde bayramlık, bayramda giymek üzere alınmış ya da diktirilmiş yeni kıyafet demekti. Yaşı ellinin üzerinde olanlar, çocukken alınmış olan kıyafetlerinin neredeyse tamamını dini bayramlara borçludur. Bu yüzden benim kuşağım için bayramlık önemliydi ve mutlaka aldırılmalıydı. Eğer bayram fırsatını kaçırdıysanız, yeni bir kıyafet için büyük bir ihtimalle gelecek bayrama kadar beklemek zorunda kalırdınız. Sezon sonu indirimlerinden onlarca kıyafeti aynı anda alan şimdiki neslin bu durumu çok da anlayabileceğini sanmıyorum, doğrusu. Hazır giyim ticarette yaygın olmadığından satın almaktan ziyade diktirilirdi, bizim bayramlıklarımız

Evimizin en muteber eşyası, annemin gözü gibi koruduğu ayaklı dikiş makinesiydi. Yani Sait Faik’in ifadesiyle medar-ı maişet motoru… İki oda bir salon evin altı çocuk için ayrılmış küçücük odasındaki tek eşya… Akşam serilen yer yatakları sabah yüklüğe yerleştirince pencerenin ağzındaki dikiş makinesiyle üstüne minder konmuş olan tahta sandalye baş başa kalırdı, odada.

Günlük ev işleri biter bitmez annem dikiş makinesinin başına geçer; önce ayak parmaklarıyla öne doğru, sonra topuğuyla arkaya doğru çökerek ritmik hareketlerle mekanizmayı çalıştırıp akşama kadar durmadan bir şeyler dikerdi. Başlangıçta makinenin tıkır tıkır muttarit sesi rahatsız etse de bir süre sonra alışırdı kulaklarımız. Annem, ara sıra sağa sola çevirerek boynunu rahatlatır, bazen de elbisesinin yakasını pencereye doğru silkeleyerek sıcak yaz günlerinde serinlemeye çalışırdı.

Dediğine göre ayaklı dikiş makinesi, büyük rahatlıkmış. Ben görmedim ama eskiden yaygın olan kollu dikiş makineleri çok kullanışlı değilmiş. Hem kolu çevirmek hem de dikişi takip etmek zormuş. Üstelik iş yavaş ilerliyormuş. Yeni makinelerde sistem, ayak gücüyle çalıştığından hem iş hızlanıyormuş hem de dikişi kontrol etmek daha kolaymış.

Kasabada hemen hemen her kadının eli iyi kötü iğne iplik tutuyor; kendi söküğünü kendi dikiyordu. Ama çoğunluk makine kullanmayı bilmiyordu. Bilenler de sadece şalvar ya da döşek yüzü dikmek gibi ince işçilik istemeyen işlerin üstesinden gelebiliyordu. Kasabanın tek terzisiydi annem. Hazır giyim çok az ya da pahalı olduğundan annemin işi hiç eksik olmazdı. Göçmenler dışında neredeyse herkes anneme dikiş getirirdi. Dışarıya iş yapmıyorlardı ama galiba göçmen kadınlar, dikiş konusunda başkasına muhtaç değildi. Dikiş getirmekten kasıt, dikilecek kumaş getirmekti.

Uzak yakın akrabalar, eş dost, konu komşu hatta kocaları kasabanın dışındaki çiftlikte çalışan Kürt kadınları bile kumaş getirir; annemin gurbetçi komşulara sipariş verip Almanya’dan getirttiği, kuşe kâğıda basılmış, rengârenk elbise modelleriyle dolu bir kitaptan beğendiklerini seçerlerdi. Annem mezurayı kadınların bir omuzlarına, bir de göğüslerine tutup enlemesine ölçü alır; ardından kol ve boy uzunluklarını ayarlayıp iki gün sonra provaya çağırırdı. Aldığı ölçülere göre yeşil ve yassı bir sabun parçasıyla çizgiler çekip kumaşı biçer; provadan bir iki gün sonra da teslim ederdi elbiseyi.

Bayram ağzı işleri iyice yoğunlaşır; bütün gün ölçüydü, provaydı, iğneydi, teğeldi derken kumaşların arasında kaybolup giden annemin başka işlere ayıracak zamanı kalmazdı. Allahtan daha ilkokul çağındayken ev işlerini eline alan büyük ablam sayesinde annemin yükü hafiflemişti. Ama dokuz on yaşlarında olan Sevcan ablamın gözü, ev işlerinden çok annemin kesip biçtiği rengârenk kumaşlardaydı.

Hem yaşı çok küçüktü hem de önünde ev işlerini omuzlamış olan bir ablası vardı. Her gün gözüne kestirdiği güllü dallı kumaşlardan birine bürünür; Ses dergisinin kapağında görüp heves ettiği Türkan Şoray ya da Filiz Akın pozlarından birini vermeye çalışırdı.

Kâh başını sol omzundan geriye doğru çevirip yandan bir bakış atar kâh çenesini yukarı kaldırıp saçlarını savurarak bir müddet öyle beklerdi. Hele dikilen süslü püslü bir kına elbisesiyse sahibinden önce mutlaka Sevcan ablam dener; etekleri yerlerde sürünen elbisenin içinde Gökben’in ‘Aşk dediğin laftır derler.’ şarkısını söyleyerek provaya gelen kadınları eğlendirdi. Annem bir taraftan daha sahibine teslim edilmemiş elbisenin başına bir şey gelmesinden diğer taraftan da kızının akıllara zarar bu heveslerinden endişe duyardı.

Aklımda kalan bir başka detay da kadınların alışveriş biçimiydi. Lidyalılara inat, kasabadaki kadınlar kendi dünyalarına ilişkin iktisadi alanda para kullanmaktan özenle kaçınıyor; bu yüzden de el emeğine karşılık, paradan önce, annemin işine yarayacak başka bir şeyler öneriyorlardı. Bazen kışlık salça bazen de ablamların çeziyi için oya, dantel vs… Kavgasız gürültüsüz, saniyeler içinde gerçekleşen pazarlıkta ne salçanın kilosu hesaplanırdı ne de annemin el emeği… Her ne kadar önceliği para olsa da durumu gerçekten kötü olan ya da el işini çok beğendiği becerikli kadınlarla bu tür bir alışveriş yapmak annemin de hoşuna gidiyordu.

Bayram arifesinde herkes kendi işini bir an önce bitirmesi için annemi ikna etmeye çalışırdı. Kadınlardan biri, ‘Nevriye Abla, kurban olurum; bu sene salçanı ben yaparım; çocukların elbisesini yetiştir, bayrama.’ diye yalvarırken öteki ‘Kız, dur hele sen, bayrama daha on gün var! Canımsın Nevriye Abla, benim elbiseyi çıkar cumaya; kayınımın kızının tatlısını yiyeceğiz, dışardan çok adama gelecek. Vallahi nişandan bir hafta sonra senin kızların çeyizine yastık danteli işler, getiririm; sen seç modelini.’ diye dil döküyordu.

Anneme göre, bayramlıkların yetiştirilmesinde son sıra hane halkındaydı. Müşteri velinimetti ve öncelik hakkına sahipti. Söz verdiği tarihte dikişi bitirip teslim etmek iş ahlakının temel prensibiydi, kimsenin güvenini boşa çıkarmaya hakkı yoktu. Hal böyle olunca her bayramda en çok biz beklemek zorunda kalırdık.

Kendi ifadesiyle biri ‘gelinlik çağında’ diğeri ‘yetişip gelen’ iki ablamın bayramlıkları öncelikliydi, anneme göre; ‘el içine’ çıkacaklardı. Büyük ablam için dikip üzerine beyaz sutaçlarla desenler işlediği sarı elbiseyle küçük ablamın karpuz kollu, beyaz puantiyeli kırmızı elbisesini bayramdan iki gün önce bitirmişti. On iki on üç yaşlarında artık delikanlı sayıldığından o yıl ilk defa hazır gömlek ve pantolon alınmıştı abime de. Ben ne olacaktım?

Bayram yaklaştıkça endişem artıyor, ikide bir annemi sıkıştırıyordum: ‘Benim bayramlıklarım ne zaman bitecek?’ Yeni kıyafetleri hazır olan herkes, bu büyük dertten azade günlük rutinine dönerken ben kaygı içinde ne doğru dürüst oyun oynayabiliyordum ne de canıma sinerek iki lokma yemek yiyebiliyordum. Tabi anneme de yedirmiyordum… Hele ertesi sabah benden bir yaş küçük kız kardeşimi de yeni bayramlıklarıyla sevinç içinde görünce kaygım düpedüz korkuya dönüşmüştü. Bayrama eski kıyafetlerle girme korkusu…

Haksızlığa uğradığımı düşünüp annemin yakasına yapıştım, gözyaşları içinde. ‘Büyük ablamın elbisesinden artan kumaşla dikivermiş, kız kardeşimin elbisesini; zaten el kadar bir şeymiş. Kumaş zayi mi olsaymış?’ Umurumda değildi; söylediklerini dinlemedim bile… Annem gözyaşlarımı dindirmek için üzerinde sarı çubuklardan kafesler bulunan süt mavisi kumaşı omuzlarıma ve koluma tutup ölçülerimi aldı.

İki dakika içinde biçilen kumaş, dindirmeye yetti gözyaşlarımı. Öğleden sonra hazırdı gömleğim ama söz verdiği lacivert pantolondan henüz haber yoktu. Akşama kadar onlarca insan girip çıkıp işi biten bayramlığını alıyor ama benim lacivert kumaş pencerenin önünde öylece bekliyordu. Kendi kendime ‘Pantolon yetişmezse gömleği de giymeyeceğim.’ diye söz verdim. İnadım inat; muradım murattı…

Akşam harap ve bitap bir vaziyette oturdu, annem sofraya. Elbiselerini bayram namazından hemen önce teslim edeceğine söz vererek son bir iki kişiyi geri çevirmişti. Akşam ve yatsı arasını uyuyarak geçirdi ama sabah namazına kadar bütün gece dikişle ve benimle uğraştı. ‘Oğlum git yat, pantol dediğin ne ki? Anını çatıp atarım, şimdi!’ dese de beni ikna edemiyordu.

An kelimesini daha önce duydunuz mu, bilmem. ‘Don, şalvar ya da pantolon gibi giyeceklerde bacak kısımlarının birleştiği yer’ demektir, an; /g/ sesine yakın nazal /n/ ile söylenir.

Türkçeye özgü bu sesi yazıda gösterme imkânımız yok maalesef, bugün. Çatmak ise birleştirmek demekti. Beni ikna edemeyeceğini anlayan annem, yarım saat içinde anını çatıp vermişti bayramlığımı…

Bayram sabahı, daha gün ışımadan ablamlar kalkıp avluyu temizlemiş; tozmasın diye bahçe kapısının önünü sulayarak yeni süpürmüşlerdi, ben uyandığımda. Yerler ıslak ıslaktı ve toprak kokusu vardı, havada. Annemin dediğine göre bayram namazından önce melekler yeryüzüne ineceğinden, gün ağarmadan bitmeliydi bahçe temizliği.

Geceyi makine başında uykusuz geçiren zavallı annem, yorgun gözlerle, biraz sonra teslim edeceği son kıyafetlerin düzeltmeleriyle uğraşırken ben de ‘muradına ermiş bir derviş’ huzuruyla bayram namazı için babam ve abimle birlikte alacakaranlıkta yola düştüm…

Mustafa SARI

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir