Eski Fotoğraf

Eski bir fotoğraf çıkarıyor kadın. Siyah-beyaz ama tertemiz.  “Bak” diyor: “Bu bir düğünde çekilmiş. Bakalım hatırlayabilecek misin?”

Fotoğrafa eğiliyor adam. Gözlüklerini burnunun ucuna kadar indirip ince ince bakıyor. İlk bakışta eski bir ev ve önünde toplanmış kalabalık dikkat çekiyor. Herkes her tarafta. Tanıdık bir ev bu: Kambur Nine’nin Gannamat’taki taş evi. Ön duvarındaki taşların bir kısmı dökülmüş. Duvar yaralı bir yüz gibi duruyor. Kapısının alınlığında bir at nalı. Onun yanında kuru bir koç kafası. Boynuzları burma burma. Sol tarafta taş fırın: Ağzı açık. Her şey gibi çatıdaki kiremitler de eski. Kendi rengini kaybedeli yıllar olmuş. Evin altında iki incir ağacı: Yapraklarını dökmüş. Demek ki mevsim güz. Öndeki düzlüğün karşı ucunda başka bir evin duvarı gözüküyor. Bu iki bina arasındaki düzlük insanlarla dolu.

Sandalyesini çekiyor kadın. Tahta masanın karşısına oturuyor. İki kız çocuğu geçiyor oturdukları balkonun önünden. Bir yanı yola taşan dut ağacının dallarından sakınmak için başlarını saklayarak yürüyorlar. Adamın gözleri fotoğrafın üzerinde: Suretleri tanımaya çalışıyor. Parmağını uzatıyor kadın; bir sureti gösteriyor:

—Bu kim?

Adam kendisini tanıyor: Onatlı yaşındaki hali. “Pek de dalgınmışsın” diyor kadın. Parmağını başka bir suretin üzerine koyuyor:

—Ya bu?

—Sen misin?

—Gerçekten tanıyamadın mı?

—Sensin.

“Onbeşinde genç bir kızdım” diyor, ekliyor:

—Bu fotoğraf sana bir şey hatırlatıyor mu?

Adam belleğini yokluyor: Bir şeyler var ama iyice sisli. “O gün kentten gelmiştim” diyor. “Hep kentteydin zaten” diye sözünü kesiyor kadın: “Arada bir evine dönüyordun.”  “Doğru ya” diyor adam. Kadın, iyice kısa kestirdiği bembeyaz saçlarını parmaklarıyla tararken geriye yaslanıyor. Biraz sitemkâr bir dille soruyor:

—Demek hatırlayamadın?

—Hatırlayamadım.

—Aradan elliiki yıl geçmiş. Nasıl hatırlayacaksın; değil mi?

—Elliiki yıl.

—Evet; ya! O gün özel bir şey olmamıştı zaten ama o yıl olmuştu.

Devam ediyor: “O yaz bir ara uğramıştın köye. Dere boyunda karşılaşmıştık. Pek severdin yalnız başına dere boylarında gezmeyi. Bunu biliyordum.” Adam kafasını kaldırıyor, kadının yüzüne bakıyor. Kadının gözleri önüne eğiliyor. Mahcup genç bir kız duruşu: Ellerini masanın üzerinden çekip kucağında birleştiriyor. Kısa kollu fanilasından taşan pörsümüş kollarına takılıyor gözleri. Yanlış bir şey mi yapıyorum kuşkusuna kapılıyor. Birden sözü değiştiriyor: “Şadan” diyor: “Almanlar bu adayı işgal edinceye kadar her şey ne kadar güzeldi; değil mi?”

—Evet de Eleni sözünü yarım bıraktın.

-2-

—Ha! Ne diyordum?

—Dere boyunda karşılaşmıştık.

—Karşılaşmıştık sadece.

—O kadar mı?

—Benimki bir kuruntuydu. Anlatsam ne değeri var ki?

—Benim için var Eleni.

—Madem istedin; anlatayım öyleyse. Seni görebilir miyim diye o gün dere boyuna inmiştim. İrice bir taş üzerinde oturuyordun. Elinde bir zeytin dalı vardı. Arada bir o dalı suya daldırıp çıkarıyordun. Bedenin oradaydı ama sen orada değildin. O kadar ki, benim çalılara basıp çıkardığım sesleri bile duymuyordun. Oysa jakarandaların, pitos porumların, gülibrişimlerin, dardağan ve zeytin ağaçlarının gölgelediği o koyak tam bir sessizlik içindeydi. Bir dal kımıldasa duyulabilirdi: Duymazlıktan geliyor olabilir miydin? Hayır; öyle bir şey yoktu. Gerçekten bir yerlere dalıp gitmiştin. Seni uzaktan seyrediyordum. Hangi duygular içinde olduğumu anlayabiliyorsun; değil mi?

—Anlayabiliyorum.

—O zaman da anlayabilmiş miydin?

—Anlamıştım.

—Anlamıştın demek?

—Sonra seni farkettim…

—Fark ettiğini fark edince çalı toplar gibi yapmaya başlamıştım. Sırtım sana dönüktü. “Eleni” diye seslendin. Bunu duymak güzeldi. Demek ki ilkokuldaki arkadaşlığımızdan hala bir şeyler kalmış diye düşünmüştüm. Göğsümde bir sıcaklık hissetmiştim. Ağrılı bir sıcaklık. Yoktan bir mutluluktu bu. “Burada ne arıyorsun?” Diye sormuştun. “Hiç” demiştim: “Çalı-çırpı topluyorum.” Bedenim sana bir şeyler anlatmış mıydı? Bundan tam emin olamamıştım ama hiçbir şey söylemeden kalkıp uzaklaştığını görmüştüm. Kafan jakaranda yapraklarının arasından kayboluncaya kadar arkandan bakmıştım. İçimdeki fırtınanın farkında değildin. Olamazdın da. Çünkü senin için varsa yoksa Mehlika’ydı. Adını duyduğumuz ama tanımadığımız kentli kız; Mehlika. Böyle düşünüp içerlemiştim. Öyle sessiz sedasız gidişine de kırılmıştım. “Hoşça kal Eleni!” Diyemez miydin? Neden diyecektin ki; değil mi? Bir Rum kızıyla konuştuğunu gören olursa diye korkmuştun. Sizinkilere bunu anlatamazdın. Aslında bizimkiler de anlamazdı ya! Annen Fahriye Hanım, bir Rum kızını gelin etmeyi aklından bile geçirmezdi. Bizimle konuşur gülerdi ama o hep Osmanlı kalmayı sürdürdü. Mehlika diye bir Türk kızını seviyor olduğunu duymuş olmak belki de en çok onu sevindirmişti.

—Bak! Fotoğrafta seni uzaktan seyreden bir çift göz var. Ne kadar umutsuz! Ne kadar çaresiz! Sen bunun farkında bile değilsin.

Sonra bir gün bir haber geldi: Yüksek tahsil için İstanbul’a gitmişsin.

-3-

—Annem bir Osmanlıydı; bu doğru ama senden uzak durmamın nedeni o değildi Eleni.

Mehlika’ydı öyleyse.

—O da değildi. Mehlika sınıf arkadaşımdı sadece. Duygusal hiçbir bağımız olmamıştı.

  • Madem öyle; neden uzak duruyordun benden?
  • Arada Dimitri vardı.

“Zavallı Dimitri!” Dedi Eleni“Beni sahiplenmişti.”

—Neden zavallı?

Dimitri’nin başına gelenleri bilmiyorsun; değil mi?

“Hayır” diyor ŞadanEleni’nin hala pırıl pırıl duran zeytin karası gözlerine bakıyor. Hüzün yüklü bir bulut örtüyor bu gözleri. “Dimitri” diyor Eleni: “Almanlara karşı Yunan milislerine katılmıştı. Yakalanıp Atina’ya esir kampına götürüldü. Ondan bir daha haber alınamadı. Savaştan sonra da dönmedi. Pek çok Yunan genci gibi o da işkence altında can vermiş olmalıydı.”

Kasvet yüklü havayı dağıtmak için tekrar fotoğrafa dönüyor Şadan:

—Şu senin yanındaki Paola mı?

—Paola. Adanın en güzel kızı oydu; değil mi?

—Bence ablası Daniela ondan da güzeldi.

—Bir de Değirmenci İbrahim’in kızı Dürdane vardı.

—Bostancı Abdil’in kızı Sabriye’ye ne dersin?

—O da öyle. Hepsi de çok güzel kızlardı.

—Bir de sen vardın Eleni.

Eleni omzuna vuruyor Şadan’ın. İstem dışı yaptığı bu hareketten utanıyor. “Onların yanında esamimiz bile okunmazdı” diyor. Hemen Şadan’ın itirazı geliyor:

—Hala duruyor o zeytin karası gözlerin.

Eleni masadan kalkıyor, mutfağın açık kapısına doğru yöneliyor:

—Bir Türk kahvesi içersin; değil mi?

—İçerim.

—Nasıl olsun?

—Sade.

Kahvelerini yudumlarken soruyor Eleni:

—Hangi rüzgâr attı seni buralara?

—Tapu işleri için geldim.

—Hallettin mi bari?

—Bir kısmı tamam. Şövalye Sokağındaki evle ilgili pürüz çıktı. Onun için de mahkemeye başvurdum.

—Demek ki epey zamandır buradasın.

—Üç hafta kadar oldu.

—Ne kadar daha kalacaksın?

—Tam belli değil ama üç-dört haftayı bulur belki.

—Yine uğrar mısın?

-4-

—İstersen uğrarım.

—Memnun olurum.

Kentten kiraladığı otomobiline biniyor; Gannamat yokuşundan aşağı salıyor kendini. Bir zamanlar Rodos Şövalyelerinin egemenlik sürdüğü kalenin önünden limana iniyor. Adı “Cafe” olan sahil kahvelerinden birinde buluyor kendini. Not defterini çıkarıyor, o günün sayfasına şu notu düşüyor: “Bugün elliiki yıl öncesine döndüm. Hiç ummadığım halde Eleni’yi bulmak hayatımın en güzel armağanıydı. Anılarımda kalan ama bir türlü açmaya cesaret edemediğim o sayfayı Eleni’nin açması tam bir sürprizdi. Yine de daha fazlasını soramadım.”

Üç gün sonra kuşluk vakti Gannamat’taki o bahçeli evin önündeydi Şadan. Otomobilinden iner inmez pencerelere bakıyor. Pencerelerden birinde iki kadın kafası. Kafaları arkadan görüyor. Seslenip seslenmemekte kararsızlığa düşüyor. Tam otomobiline geri dönmekteyken kapının açıldığını farkediyor. Biraz sıkılıyor ama Eleni’yi kapının üstünde görmek içini rahatlatıyor. “Gelsene Şadan!” Diyor Eleni. İçerdeki iki hanımı tanıtıyor:  Ağabeyisi Tino’nun kızları Maria ve Destina. “Şadan” adını duyunca kızlar birbirinin yüzüne bakıp gülümsüyor. “Kadere bak!” Diyor Maria“Halamın ölümsüz aşkı Şadan’ı da tanımak varmış hayatta.” Ekliyor: “Bunca yıldır nerelerdeydiniz?”

Tanıdığı ve çok sevdiği bu adalı samimiyetine gülerek karşılık veriyor Şadan : “Unutulmadığıma göre; buralardaydım.”  “O kesin” diyor Destina: “Ama görünmez adam olmayı nasıl başardın? Hem ortalarda yoksun; hem de her saniye Eleni’nin yanındasın.” Halasına dönüyor; “Eleni” diyor: “Bize de anlat bunun sırrını.”  Eleni gülümseyen bir yüz ifadesiyle; “Destina” diyor: “Keşke anlayabilecek yaşta olsaydın. İki çocuk annesi oldun ama büyümeyi beceremedin.” “Anlaşıldı” diyor Maria: “Bize yol göründü.” Eleni kalmalarında ısrarlı oluyorsa da icat edilmiş bahanelerle kızlar kalkıyor; kikirdeşerek uzaklaşıyorlar.

Koca bir yarım günü birlikte geçiriyor Şadan’la Eleni. Yarım yüzyıllık iki hayatı konuşuyorlar. İkisi de tek bir bilgi eksik kalsın istemiyor. Birlikte geçirdikleri bir ömür gibi olsun istiyorlar. Bazen gözyaşı karışıyor öykülerine, bazen sitemkâr bir gülüşme.

Sandalların iskelelere demir attığı saatlerde; kireç badanalı evin ışıkları yanıyor. Şadan gitmek için davranıyor. Eleni kararlı: “Gitme” diyor.

-Gitme; kal.

Cemil KANCA

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir