Ne Zaman Yağmur Yağsa*

Sabahın ilk saatleriydi. Siyah, kalın perdeden sızan ışığa kızarak yorganı başına çekti. Ofisteki bütün işleri geçmek bilmeyen bir baş ağrısıyla bitirdiğinde saat nerdeyse gece yarısıydı. Eve gelir gelmez günün yorgunluğundan sıyrılmak istercesine ılık bir duş almış, kendini yatağa atmıştı. Şakaklarında zonklayan ağrı ve yorgunluğun verdiği gerginlikle, yatağın içinde bir sağa bir sola dönerek nihayet sızdığında gün doğmak üzereydi. Sabah ne kadar çabuk olmuştu. Henüz gün doğmamalıydı. Küçücük bir ışık huzmesiyle beyninde çalan davulları susturmak, uyumak, mutlu bir sabaha uyanmak istiyordu oysa.

Yoğun çalışma temposundan, son zamanlarda nerdeyse her sabah güne gergin ve bitkin başlıyordu. Uzun telefon görüşmeleri, takip etmesi gereken randevular, bin bir titizlikle hazırlanan projeler, hatırı sayılır şirketlere yapılan sunumlar, büyük ortaklıklar ve devamında yapılan iş seyahatleri ile geçen mesailerden sonra pazar günlerini iple çekiyordu. Nihayet bugün pazardı ve odaya ışık girmemesi gerekiyordu. Tekrar uykuya dalma isteğiyle başını yastığa gömdü. Dün akşamdan aralık kalan perdeden sızan ışığa, sonra da kendine kızdı. Bütün suç ondaydı. Yatağın yönünü her akşam değiştirmeye niyetleniyor, fakat yorgunluktan kendini yatağa zor atıyordu. Aydınlığa bu kadar duyarlıyken geç geliyor olsa bile bunu ertelememeliydi. Zira kendinden başka yapacak kimse yoktu. Hafif bir sehpa ya da masa olsa Ayşe Teyze çoktan bir düzenleme yapardı. Koskoca yatağı yaşlı başlı kadın da kaldıramaz ya!

Evin bütün işlerini uzun zamandır Ayşe Teyze’ye bıraktığı günden bu yana tembellik yaptığının farkındaydı. Yaşlı kadının yatağı tek başına kaldıramayacağını düşünüp bir kez daha kızdı kendine. Şakaklarında çalan davullar gözlerinde gümbürdemeye başladı. Yaşlı kadın haftanın her günü erkenden gelir, genç adam evde ise önce kahvaltıyı hazırlar, o çıktıktan sonra da evi temizlerdi. Okuma yazması olmayan Ayşe Teyze çamaşırları yıkar, öğleden sonra da evin eksiği gediği ne varsa içinden tekrar ederek çarşıya çıkardı. Bu yüzden genç adam mavi örtülü mutfak masasının üzerindeki gümüş kasenin içine sürekli para bırakırdı. Ayşe teyze, genç adamın eve geleceğini bildiği günlerde yemeksiz bırakmazdı mutfağı. Yaşlı ama maharetli, bir o kadar da tertipliydi bu eski zaman kadını. Hiç gocunmaz, hatta vaktinin tamamını o evde geçirmek için kendine sürekli iş çıkarırdı. Bu onun için sadece bir görev değil, aynı zamanda yalnız hayatında onu mutlu eden tek uğraşıydı. Yaşına rağmen hiç oturmayan Ayşe Teyze’nin hamarat yönü bir tarafa, onu babaannesine benzediği için severdi genç adam.

Babaannesi gibi anaç, babaannesi gibi merhametli, babaannesi gibi güler yüzlüydü çünkü. En küçük tebessümünde pembe yanaklarının üstünde bir çizgi dönüşen sevgi dolu gözler, kıt kanaat geçinerek kendini bu günlere getiren, hiç bilmediği annesinin yokluğunu aratmayan, uzun ve yalnız gecelerde koynunda uyutan, ve dahi esen yelden sakınan babaannesine olan hasretini az da olsa hafifletiyordu. Küçücük bir köy evinde geçmişti çocukluğu. Bugün metropolün en lüks semtlerinden birinde oturan genç adam, halinden arada sırada şikayet etse de, iletişim sektörünün önde gelen isimlerinden birinde çalışıyordu. Kazandığı bursla güç bela geçinmiş olmasına rağmen, parmakla gösterilen üniversitelerden birinden mezun olmuş, üstelik eğitimini dereceyle bitirmişti. Okulu bitirir bitirmez hiç de azımsanmayacak bir maaşla işe başlamış, kısa sürede modern ve şık eşyalarla döşenmiş lüks bir eve ve son model bir otomobile sahip olmuştu. Yurt içi seyahatlerinin yanı sıra, şirketin iş görüşmeleri sebebiyle Avrupa’nın da neredeyse tamamını gezmişti. Ancak ne zaman kış gelse, özellikle de aylardan şubatsa, bu yoğun hengameye rağmen, bu sabah olduğu gibi, köyü düşerdi aklına. Ve küçük evin çinko kaplı çatısında dinlediği yağmuru, minik ellerini ısıttığı kuzineli sobayı, mırladıkça içini ısıtan Duman’ı, ahşap rafta duran eski radyoyu, bayram arifelerinde boyanan badanalı duvarları, sobanın üzerinde yanan portakal kabuklarını…

Çocukluğunun uzak ama güzel anılarıyla genzi yandı. Başı yastığın altında, anımsadıklarının tebessümüyle kızgınlığı biraz geçti. Yorganı araladı, çisil çisil yağan yağmurun hatrına gözüne vuran ışığa da kızmadı bu defa. Hafif doğruldu, cama vuran damlaların sesiyle rahatladı. Yağmurun ruhuna bıraktığı serinliği hissederek gözlerini kapattı, tekrar uykuya daldı. Birden fırtına çıktı. Yüklü bulutları önüne katarak gelen asi rüzgar, arka bahçedeki ulu çınarların dallarını toprağa kadar eğiyor, köye bereket getiren yağmur geceden bu yana aralıksız yağıyordu. Her defasında titreyen, pervazı eskimiş camlar alışkındı bu gök gürültülerine ama, eprimiş perdeden sızan ışıkla gözlerini kırpıştıran çocuğu çok korkutuyordu. Çatıyı döven yağmurun sesiyle içi ürperdi çocuğun. Sarı sırmalı yorganı kafasına kadar çekti. Bu defa da minik ayakları açıldı. Isınabilme umuduyla cılız bacaklarını karnına doğru çekerek yatağın ortasına kıvrıldı. Rüzgarın hafiflediği, şimşeklerin tarlalara doğru yol aldığı sırada tam uykuya dalacaktı ki, kapının gıcırtısıyla gözlerini açtı.

Bu, kahvaltının hazır olduğu anlamına geliyordu. Yorganın altından kafasını uzattı. Duvardan duvara serilmiş kilimin rengarenk motiflerini incitmeden yürüyen tombul ayaklar, döşeğin yanında durdu. Dumanı tüten tarhana tenceresini, yatağın ayakucunda duran sobanın üzerine koydu. Küçücük odayı dolduran bu kokuyla, içi ısındı tahta kapı açılmadan az önce, korkudan titreyen çocuğun. Bir kase içmek için tam kalkacaktı ki, kapıda duyduğu belli belirsiz sesle irkildi. Duyduğu sesten emin olana kadar gözlerini tavana dikip öylece kaldı yatakta. Uykusu dağılmıştı artık. Ayaklarını ısıtmak için ortasına kıvrıldığı yatak da aynı yatak değildi. Gök gürültüleri, camda uğuldayan rüzgar, çatıya vuran yağmur…

Üzerindeki yorgan da farklıydı. Daha demin sarı sırmalı değil miydi? Yorganı birden attı, doğruldu. Neler olduğunu anlamak için gözleri odanın içinde şaşkınlıkla gezindi. Ne çıtır çıtır yanan soba vardı, ne şekilleriyle hayaller kurduğu kilim. Kendisi de beyaz badanalı odada değildi. Gözlerini ovuştururken inatçı baş ağrısını alnında hissetti yine. O sırada kapı yavaşça açıldı. Ayşe Teyze kokusu odayı dolduran, buharı üstünde bir kase tarhana çorbası elinde, her zamanki tatlı gülümsemesi ile ona bakıyordu. Çekinmese saatlerce bakabilirdi genç adama. Bir trafik kazasında torununu kaybettiği günlerde tanımıştı, en çok da yürüyüşünü torununa benzettiği soluk benizli bu genç adamı. İnsanlara karşı daima seviyeli fakat samimi bir tutum sergileyen Ayşe Teyze, uzaktan uzağa onu bağrına basar, çaresizce iç çeker, gözyaşlarını güldükçe derinleşen yüz çizgilerine gömerdi. Hayattaki tek bağı olan torununu kaybettiği o günden bu yana bu evde olmaktan başka mutluluğu yoktu. Kapıda bir süre daha bekledikten sonra genç adamın her sabah aşina olduğu bir tebessümle ona ‘’Hayırlı sabahlar’’ dedi. Genç adam üzerindeki şaşkınlığı biraz olsun atabilmenin rahatlığıyla, ama sendeleyerek, kaseyi uzatan kadına doğru yürüdü. Yorgun geçen bir gün, kurtulamadığı baş ağrısıyla geçen bir gece, perdeden sızan ışıkla bölünmüş uyku…

Bütün bunlar yetmezmiş gibi bir de bu rüya. Karmakarışık uyanmasına rağmen, çorbanın kokusu onu az da olsa kendine getirebildi. Gözleriyle teşekkür ederken, külçe gibi ağırlaşmış başıyla Ayşe Teyze’ye kısacık bir selam verebildi sadece. Kadını kapının eşiğinde bırakarak, elindeki kaseyle pencereye doğru ağır ağır yürüdü. Sabahın ilk saatlerinde pazar uykusunu bölen, zaferini saygıyla kabullendiği perdeyi sonuna kadar açtı. Yağan yağmuru görünce kapıda bekleyen kadını tamamen unuttu. Kadın da eşikten ayrılmadı. Az önce gördüğü rüya kadar yakın, çocukluğu kadar uzak o yağmur sesini yeniden duymak için cama iyice yaklaştı. Yağmurun sesi tamamen aydınlanan odanın içindeydi şimdi. Çatıya vuran sesleri, yaprakları hışırdayan ulu çınarı, şimşekleri anımsadı. İçi burkuldu. Derin derin iç çekti, camı silerken. Nefesinin buğusu, elindeki çorbanın buğusu, çisil çisil yağan yağmurun camdaki buğusu…

Hiç biri uzaklara dalan gözlerinden akan yaşları gizlemeye yetmedi. Bu yağmur, bu rüya, bu korku, bu yalnızlık. Bütün bunlar ona; her gece başını okşayan, şefkatle sarılarak masallar anlatan, hiç görmediği, kokusunu dahi bilmediği beyaz elbiseli kadına, annesine çocuk kalbiyle yazdığı şiiri anımsattı. Uzaklarda onu ararken dilinden dökülen dizeler, gözünden süzülen yaşlarla nemlendi: Ne zaman yağmur yağsa Çatıya vuran her damlada Ürperir içim yokluğunla Gözlerim hep seni arar Sonu gelmeyen masallarda, ANNEM… Kapıda öylece kalakalmış Ayşe teyze ağlıyor, genç adam ağlıyor, yağmur hiç ama hiç durmuyordu…

Ülkü OLCAY

* Güncel Sanat Dergisi Kaygusuz Abdal 10. Öykü Yarışması Akdeniz Ödülü

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir