Gurbette Karantina

Sabah saat 8.30’da uyandım. Pencereden dışarıya baktım. Hava kötüleşti yine. Dün güneşliydi bugün bulutlu, hatta bazı yüksek yerlerde kar yağma ihtimali bile varmış. Bir haftadan sonra hava iyileşeceğe benziyor. Bugün saatleri bir saat ileri almışlar. Gece yarısına kadar hep korona virüs haberleri izledim. Gece de virüsler birer hırsız gibi peşime düştüler.

Giyindim. Elimi, yüzümü yıkadım. Aynada yorgun gözlerime, yüzüme baktım. Saçlarım ve sakalım uzamış. Berberler de kapalı. Sakalı keseceğim de saçları ne etmeli?

Çocukken de saçlarım kıvır kıvır uzar adeta keçeye dönerdi. Babam elinde makine peşimde koşardı. Makineden mi yoksa saçlarımının kesilmesinden mi korkardım bilmiyorum.

Tekrar dışarıya baktım. Ara yoldan yaşlıca bir adam ağzında maske alış-verişe gidiyordu. Zayıflığı, dik omuzları ve kısa boyu babama benziyordu. Bu yürüyüşün peşinde ne kadar koşmuştum ben! Tam bu tarihlerde beraberce bahçemize giderdik. Onun elinde mutlaka bir kürek olurdu. Bazen küreği omuzuna atardı. Hızlı yürürdü. Ben de koşaradım onu takip ederdim. Burnumda onun kokusunu duymak bile bana cesaret verirdi. Daha bahçe uzaktan görünür görünmez elini alnına siper yapar “Hay maşallah,” derdi. Bundan bahçemizin meyvelere gebe olduğunu anlardım. Sonra açan çiçekleri göserirdi. Bembeyaz kayısılar, kirazlar, pempe şeftali ve erikler… “İlk çiçek açan ağaç kiraz ağıcıdır,”  derdi. Sonra onlar beni sever gibi severdi. “Bu beyaz yaramazlar kıpkırmızı olacaklar,” derdi.

Bahçenin etrafında bir pervane gibi dönerdi. Ağaçları okşar, dalları düzeltir, toprağı eşer, çiçeklere gülerdi.

Bahçede öbek öbek çiğdem çiçekleri olurdu. Onları bana gösterir, “Bak bunlar taşın dibinden bile fışkırır çıkar,” derdi. Sonra da eklerdi. “Bunların beyazı var, moru var, eflatını var… var oğlu var!” Babamın övüşü ile çiğdem çiçekleri gözümde çiçeklerin şahı seviyesine yükselirdi. Sonra defne çiçekleri, tomurcuğundan fışkıran lale çiçekleri…

Perdeyi tekrar araladım. Güneş birazcık kendini göstermeye başladı. Ha gayret… Sokak simsiyah asfalt. İki tarafa da kale gibi evler yapmışlar. Buradan belki on bin kez geçmişim ama şimdi nedense her yer bana kale duvarı gibi geldi. Hiç bir yerde baharın havası yok. Kasvet ve sessizlik… Sokağın başındaki çınar ağacına baktım. Öyle küskün ve durgun ki, üzüldüm bakamadım. İleride okulun bahçesinde bir kaç tane beyaz çiçek gözlerime takıldı. Ne çiçekleriydi acaba? Yaşlı bir kadın yavaş yavaş çiçeklere doğru yürüdü. Yanında beyaz köpeği… Yaklaşınca tanıdım, bu bizim iki ev ötede oturan Ursala Hanımmış. Sokakta kızımla beraber onun köpeğini sevdiğimizde çocuğunu seviyormuşuz gibi sevinirdi. Şimdi kaç haftadır ilk kez görüyorum.

Burda sokağa çıkma yasağı yok. Ama özellikle yaşlılar çok disiplinliler. Tek tük adam çıkıyor dışarıya. Belli ki Ursala Hanım da zorunlu olarak çıkmış.

Pencerenin önünden ayrıldım. Dışarıya bakmak bile hüzün veriyor artık. İlk hüzünlü baharım diyeceğim ama hayır. Babamı da baharda kaybetmiştim. Evet, acı, bahar, yaz dinlemiyor.

Bilgisayarımın başında oturdum. Keyfim yok. Bir cümle bile yazamam. Ama oturdum işte. Masam karmakarışık. Kitaplar, kağıtlar, ilaçlar, yarısı çayla dolu bardak, kalemler ve hepsinin kralı cep telefonum. Evet, bu günlerde evde kalan insanların can simidi telefonları ve televizyonları oldu. Geçenlerde Mehmet Emin Resulzade’nin mektuplarını okumuştum. 1921 yılında Finlandya’dan Avrupa’ya giderken iki hafta vapurda, karantinada kalmışlar. Acaba iki hafta boyu daracık yerde ne yaptılar? Vakti nasıl geçirdiler? Şimdi evlerimiz bize dar geliyor.

Ama cep telefonları biraz olsun bize nefes aldırıyor. Evde kalanlar birbirlerine sürekli haber, komik videoloar gönderiyorlar. Korona virüsünün şarkısını yapan bile var. Her gün çok uzaktaki ihmal ettiğimiz dostlarla, arkadaşlarla konuşuyoruz. Tabii ki herkesin canı sıkılıyor.

Bugünle ilgili birşeyler yazmak istiyorum ama parmaklarım tuşlara gitmiyor. Albert Camus’un “Veba Günleri”ni yeniden okudum. Korkunç. Aslında bu sıra bir sürü kitabı yeniden okudum. Hem de ne okuma! Yürüyerek okuyorum. Kitap elimde yatak odasından oturam odasına kadar yürüyor, okuyor, sayfayı çevirirken bir çiçek veya bir insan görme umuduyla pencereden bir gölge gibi dışarıya bakıyorum.

Usema İbn-i Munkız’ın  ‘İbretler Kitabı’nı yeniden okudum. Bu Munkız çok ilginç bir adam. Selahaddin-i Eyyubi döneminde yaşamış. Suriyeli. Hama’ya yakın Şeyzer’de 1095 yılında doğmuş. Cesur, akıllı ve çok iyi bir gözlemci. O dönemin İslam dünyasını, Haçlıları hatta av sahnelerini bile çok renkli anlatmış. Frenklerin kadınlarla ilişkisini okuyunca çok güldüm. Yazdığına göre, bir Frenkin karısı başkasıyla konuşunca o çekilip kenarda durur onu beklermiş.

Cahız’ın (ölümü 868) Cimriler Kitabı hem eğlenceli hem de öğretici. Bazı cimrilik örnekleri beni çok güldürdü. Kitap siyahi kardeşlerimize adeta bir övgü menzumesidir:

“Devenin siyahı, koyunun siyahı, atın siyahı hep aranmış, nadide sayılmıştır. Hatta şöyle bir bak çevrene, incele tabiatı; nerede kapkara bir taş, nerede simsiyah bir dağ görürsen o taşın ve o dağın çok sert olduğunu ve insanlarda saygı uyandırdığını keşfedeceksin.”

Öyle de peki bu siyah asfalt niye benim sinirimi bozuyor?

Cahız’ı ben okuduğum sırada karantina mağduru, yerinde duramayan yazar abim Yücel Feyzioğlu da okuyormuş. Can sıkıntısından bir saat süren telefon konuşmamızda Cahız’ı bir o anlattı bir de ben… Cahız’ın ruhu şad olmuştur mutlaka.

Evde yürüyerek okuduğum diğer kitap M. Türköne’nin “Cemalettin Efgani” kitabıydı. Türkiye’de ne kadar yerlere batırsalar da bu Efagani müthiş bir adam. Yüz yıl önce İslam dünyası için bir Avrupa Birliği projesi öne sürmüş. Mantıklı, modern, ileri görüşlü ve eylem adamı. Ama ne önemi var! İslam dünyasında okudun mu, itiraz ettin mi, karşı çıktın mı, yeni bir şey söyledin mi zındıksın, masonsun, alçaksın, Allah’ın belasısın!

Yine kitabı katladım ve yine pencereden dışarıya baktım. Bulutlar dağılmış. Güneş ha çıktı çıkacak. Köşedeki çınar ağacı yine küskün, yine sessiz. Uzaktaki üç beş beyaz çiçek güneş ışığı arttıkça daha da cesaretleniyorlar. Sokak boş. İlerideki ana cadde her gün geç saatlere kadar gürül gürüldü. Şimdi ses bile gelmiyor. Almanlar kendi kendilerine sokağa çıkma yasağı uyguluyorlar. Arkadan babama benzeyen adam dönmedi hâlâ. Belki de döndü ben görmedim. Bahar, babam, köye, bahçemiz, açan renk renk çiğdem çiçekleri… Belki de bunların hepsi ceza bana. O çiğdem çiçeklerini, defneleri, kirazları, kaysıları, şeftalileri ardımda bırakıp gittim. Yetim bıraktım onları… Onlar bana babamdan kalmıştı. Aynen köyün sokakları, evleri, insanları gibi… Ben o mirası reddetim, kaçtım, yalnız bıraktım…Şimdi…

Şimdi ise bir Alman sessizliğinde, küskün bir çınar ağacının yanıbaşında, uzayan kara bir asfaltın esaretinde karantinadayım!

Saat 12.

Hiç bir şey yazamadım. Elim varmıyor. Kitap da okuyamıyorum. Burnumda o dinmez koku… Babamın, köyün, çiçeklerin kokusu…

Kuzugüden Köyü

Orhan ARAS

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir