Gelin: Taşradan Göçün Sosyo-Kültürel Sonuçlarına Sinematografik Bir Bakış

“Sinemayı tiyatrocular ek bir iş olarak yapıyorlardı.
Diyeceğim meslek değildi. Aslına bakılırsa hiçbir zaman da meslek olmamıştır.
Olsa olsa bir tutkudur sinema. Akıllı uslu insan işi değildir; tutkulu insan işidir.”

Lütfi Ömer Akad

 

Lütfi Ömer Akad, 1940’ların ortalarından 1970’lerin sonlarına uzanan yönetmenlik yaşamında 50’ye yakın uzun metrajlı film çekmiştir. Metin Erksanla birlikte Muhsin Ertuğrul’un sinemadaki tahakkümü sonrası Türk sinemasının auteur yönetmenidir. Meslek yaşamına bankacı olarak başlayan yönetmen, yapım müdürü olarak sinemaya yönelmiştir.

1949 yılında çektiği Vurun Kahpeye adlı ilk filminde tiyatro ekolünden uzaklaşmayı başarmış ve sinemasal bir anlatı ortaya koymuştur. Bununla birlikte kararlı sosyal gerçekçiliği ve ezilen insanlara karşı sevecen bakış açısı, onun sinemadaki duruşunu belirlemiştir. Döneminin ilerisinde ve son derece farklı bir yönetmen olan Lütfi Akad’ın hümanist filmleri, geçmişten devralınan sosyal yapıların kısıtlamalarına ve köhne örf/âdetlerin giydirmeye çalıştığı deli gömleğine karşı çıkan soylu ve cesur kadınlara ilişkin güzel portreler sunmaktadır.

Lütfi Akad, 1973’te modern Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı en ağır sorunları ortaya koyacak büyük çaplı bir sosyal panorama üzerinde çalışma başlatmıştır. Gelin, Düğün ve Diyet adlı üç filminde kırsal kesimden göç, manevi köklerden kopuş, göreneklerden uzaklaşma ve şehir yaşamına adaptasyon gibi yakıcı/yıkıcı sorunlar üzerinde durmuştur. Bu filmlerinde kadın karakterlerin direncine/değişimine ve adaptasyon sürecine bilhassa dikkat çekmektedir. Meseleleri bir kadının gözüyle ortaya koymaktadır diyebiliriz.

Yönetmen, her üç filmde de büyük şehre yerleşen köylü ailelerin yaşadıkları kültürel ve maddi şoku farklı bir bakış açısıyla ele almaktadır. Gelin filminin olay örgüsünün ekseni, genç bir kadının başından geçen trajik bir olaydır. Kocası (Kerem Yılmazer) ve küçük çocuğu (Kahraman Kıral) ile birlikte İstanbul’a göç eden Meryem’in (Hülya Koçyiğit) önünde, birkaç ay önce şehre yerleşmiş olan kayıngilleri Hacı İlyas (Ali Şen) ailesinin yanında kalmaktan başka bir seçenek yoktur. Kayınpederi, kendi ocağının yarı feodal yapısına sıkıca sarılan ataerkil bir aile reisidir. Ailenin bütün servetini İstanbul’un yoksul bir gecekondu mahallesinde açtığı bakkal dükkânına yatırmıştır. Yurtlarından kopmuş taşra insanlarının hayallerinin toplanıp satışa çıkarıldığı bir pazardır bu mahalle. Bütün aile, küçük dükkânda büyük bir gayretle çalışmaktadır. İşlerin yolunda gitmesine güvenen aile reisi cesur bir karar alarak daha mutena bir semtte daha büyük, daha modern bir market açmak için ciddi miktarda borç alır. Bu girişim, inatçılığın görgüsüzlükle, kör cehaletle ve dinsel hurafelerle iç içe geçtiği bir ortamda çok büyük özverilerde bulunmayı gerektirmiştir.

Her şey yolunda giderken, Meryem’in oğlunun hastalanmasıyla aile sarsılır. Oğlunun amansız bir hastalıkla pençeleştiğini öğrenen Meryem, ailenin erkeklerinden ve özellikle eşinden destek beklemektedir. Çocuğun iyileşmesi için çok para harcanması gerekmektedir. Genç kadın, kayınpederi ve kayınvalidesine durumun ciddiyetini anlatmaya çalışır ve onları buna inandırmak için mücadele verir. Ancak hazırda çok az para vardır ve bütün birikim kayınpederin hayalleri için ayrılmıştır.

Kurban Bayramı geldiğinde, aile reisi, çocuğun tedavisini sonraya bırakmak pahasına bu pahalı dinsel geleneği yerine getirmek adına kurban satın alır. Bu durum karşısında tepkisiz kalamayan Meryem, kurbanlık koyunun ipini çözer ve salar. Çaresizlik içinde isyan eden Meryem, aileyi terk eder ve bir fabrikada iş bulur. Kocası ise bu durumu bir namus davası olarak görmek ve karısının evi terk edişinin öcünü almak yerine, olup bitenlerin bilincine vararak bütün kısıtlamalardan kurtulup; iki başlı bir evlilik sürdürmek için karısının yanına gider.

Film, büyük şehirde tutunmak için çılgınca bir çaba veren ve bunun sonucu gözü kararmış olan aile içinde kendisi ve sevdikleri için kavgaya tutuşan genç bir kadının, yani gelinin serüvenini sade ve vakur bir dille anlatmaktadır. Gelin, uzun ve sancılı bir uyanış sürecinden geçerek, kör cehaletin ve geleneklere bağnazca sarılmanın kepazeliğe varabileceğini görür. Belirli dinsel âdetlerin, katı yürekliliği ve para kazanma hırsını pek de gizleyemeyen ikiyüzlü bir kisveye bürünebileceği gerçeğini kavrar. Üzerinden kırk sekiz yıl geçmesine rağmen güncelliğini koruyan hikâyesiyle zamansız bir film halini almıştır. Film neredeyse sabit kamera ile çekilmiştir. Akad’ın ifadesiyle Türk erkeğinin ağırbaşlılığına uygun düşen bakış, yarı-belgesel bir üsluba dönüşmüştür.

Emel AKBAŞ

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir