Belleğin Girdapları’nda Bir Söyleşi

Behçet Bey üretken bir hikâyeci ve romancısınız. Çeşitli dergilerde editörlük yaptınız. İşin mutfağında da yer aldınız, alıyorsunuz. Yazmak sizin için ne anlama geliyor ya da neden yazıyorsunuz? Anlatabilir misiniz?

Yazmaya ilk başladığımda sanırım kendimi ifade etmenin bir biçimiydi, bu tamamıyla ortadan kalkmış değil, ama yanı sıra başka anlamlar da taşımaya başladı. Bir anlama çabası mesela. Bir şeyler bilip de bu bildiklerini okuyacak olanlara anlatan bir yazma tarzından yana değilim. Yazarken ya da yazarak bir şeyleri deşmek, eşelemek, farklı bir hikâyenin, farklı bir kişiliğin içinden bakmak, görmeye çalışmak… Bu daha cazip benim için. Aynı zamanda yazmak bir kafa tutma hali; bir şeyler canımızı sıktığında, dış dünyada olan biten karşısında güçsüz, işlevsiz hissettiğimizde kendimizi, karardığımızda, dünyanın rengi solduğu zamanlarda da diyebiliriz, güzel bir edebi metin okumak farklı bir ışık tutmak gibidir ya, yazmanın da bazen böyle bir etkisi olabiliyor. Güzel bir şeyler yazdığımda değil; yazmaya yoğunlaşmanın, kelimelerle cebelleşmenin o sırada ortaya çıkan ya da çıkamayan metnin niteliğinden, içeriğinden bağımsız bir anlamı var. Anlam yitimine karşı bir zırh belki, ben de tam olarak bilmiyorum. Tabii, bazen daha doğrudan bir kafa tutma hali de olabiliyor. İçimde birilerine, bir şeylere, dünyada işlerin oluş haline karşı yükselen itirazlarımı bir biçim, bir yol bulup ifade ettiğim de oluyor.

Behçet Bey, hepimizin malumu olduğu üzere sosyal medya araçlarının çok sık ve sıkı bir şekilde kullanıldığı bir dönemdeyiz. Herkes bir şeyler yazıyor, paylaşıyor. Neredeyse çoğumuzun yazmaktan okumaya vakti yok. Herkes hikâyeci, romancı, denemeci sanki. Gruplar var, birbirini pohpohlayan, şişiren… Bir iki cümle yazan büyük edebiyatçı havalarında. Çok iddialı başlıklar atılıyor ama içi doldurulamıyor. Ne dersiniz bu hususta?

Çok yeni bir şey değil bu. Yaygınlığı eskisine göre çok fazla ama öteden beri kendilerini sunmak, pazarlamak konusunda daha azimli insanlar olmuştur. Şimdi bunun yolları arttı, ellerimizin altındaki çevrimiçi olabildiğimiz her cihaz kelimelerimizi, cümlelerimizi yaymak için bir mecra. Benzer biçimde sosyal medya da kendini pazarlamanın küçük ev aygıtı. Herkesin yazmasına, paylaşmasına itirazım yok, keşke daha çok yazsa insanlar, ama insanın kendisinden bu kadar çok söz etmesinin, methetmesinin hiç ayıplanmıyor olması da şaşırtıcı. Öyle tuhaf bir dünya ki bu; kendinizi bu kadar övüp durmayın derken kendimizi övdüğümüzü düşünenler çıkabilir ve gerçekten de bunu yapıyor olabiliriz. Biz yapmasak da bunu yapanların yaygınlığı bizi de öyleymişiz gibi gösterebilir ve sanal dünyada ne olduğumuzun değil, nasıl göründüğümüzün bir anlamı var. Mesele biraz da burada. Kendinizi başarılı olarak sunduğunuzda artık başarılısınız bu dünyada. Ama başta dediğim gibi bu yepyeni bir tarz değil. Geçmişte de popüler mecralar aracılığıyla ya da içinde bulundukları topluluklar, ağlar, gruplar nedeniyle öne çıkan çok yazar vardı, ama zamana pek direnemediler. Sanırım, bize bugünleri geçmişten daha vahim hissettiren artık zamana direnmek diye bir şeyin kalmayacağı korkusu. Hiçbir şey zamana direnemeyecek, her şey hep şimdiki anda olacak. Günümüzün yaygın havası bu, yarın olmayacakmış gibi. Ama bu bir korku, kaldı ki bütün bu debdebe, şamata içerisinde iyi edebiyat yok olmuyor.

Modern Zamanlar aynı zamanda gösteri zamanları. Göründüğünüz kadar varsınız ancak. Edebiyat bir disiplin, arayış, paylaşmak, yazmak olmaktan çıkıp bir gösteri metaı oldu. Kültür Endüstrisi denen bir karadelik var. Yutan, yokeden…  Burayı nasıl görüyorsunuz? Abartıyor muyuz yoksa?

Önceki soruyu yanıtlarken bu sorunuzu da kısmen yanıtlamış olduğumu düşünüyorum. Kültür endüstri meselesine biraz da endüstrinin kendisi ya da kapitalizm üzerinden bakmak gerektiği kanısındayım. Kapitalizm günümüzde her yere hâkim. İnsan ilişkileri bile, hatta en yakın olanların arasındaki ilişkiler dahi alınıp satılır emtia muamelesi görüyor. Kültür, edebiyat da bundan yalıtık kalamaz, kalamıyor. Bir roman edebi bir yapıttır, ama kitap halini aldığında yayıncısı için artık bir üründür, kâr etmek istediği bir üründür. Okur da tüketicidir. Maliyeti olan ve satış beklentisiyle bu maliyetin göze alındığı bir üründür kitap ve bu beklentiyi karşılamak için ne kadar çok satabilirse o kadar iyidir yayıncı için, bunun için de pazarlama stratejilerinden vs. medet umar. Kitabın sabundan, arabadan, binadan farkı yoktur stratejistler ve pazarlamacılar için. Belki daha incelikli yolları vardır, ama nihayetinde vardığı yer aynı. Karadelik bence kültür endüstrisi değil kapitalizm. Çok karamsar olmak gerekmiyor bununla birlikte, gene de en uyanık “tüketiciler” edebiyat okurları. Onları aldatmak çok kolay değil. Şunu da vurgulamak isterim. Sorun biraz da ticari kaygılarla yazılan kitapların “edebiyat” başlığı altında sunulmasında. Aynı rafta yan yana durmasında. Buna engel olmanın yolu yok, sadece daha az aldatılabileceğimiz bir okuma zevki edinmeyi başarabiliriz. İyimser bir şey daha söyleyeyim: Okuduğumuz kötü kitaplar da boşuna değil, onlardan da bu konuda çok şey öğreniyoruz.  

Türk ve dünya edebiyatından severek okuduğunuz, işte benim yazarım dediğiniz yazarlar var mı? Ya tabiri caizse başucu kitaplarınız…

Var elbette. Bu soru sorulduğunda bir çırpıda sayıverdiğim isimler var: Sait Faik, Vüs’at O. Bener, William Saroyan, Raymond Carver, Anton Çehov, Memduh Şevket, Selçuk Baran… Bir de bazı dönemler bazı yazarlara daha bir düşkün oluyorum. Son yıllarda Sebald ve Marias’ın kitaplarına böyle bir düşkünlüğüm var.

“Gün ortasında arzu” hikâyenizi okurken her şeyin değiştiği ama hiçbir şeyin değişmediği duygusu canlandı bende. Şekil değişiyor ama öz hep aynı. Özensiz, düzensiz, kırık, kırgın, hep aynı yeknesaklıklar… Bu nedir acaba?

Sorunuz öykülerimde benim hissettirmek istediğime çok yakın, ama kısmen. Dış dünyanın bize göründüğü gibi olmadığına dikkat çekmek istiyorum. İlk anda görüldüğü gibi olmayabileceğini hesaba katmak. Değişim içinde değişmeyeni, ama değişmediğini zannettiklerimizin içindeki değişimleri de görebilecek şekilde bakmak. Ayrıntılar bu nedenle önemlidir, birbirine çok yakın iki yaşantı arasındaki küçük bir farklılığın aslında anlamı çok büyük olabilir. Bir de sanırım ruh hallerini aktarmak bana cazip geliyor. Özensizlik, yeknesaklık vesairenin kişide yarattığı düş kırıklığı, ama bunu fark eden kişinin kendisinin de böyle bir dünyanın yerleşiği olduğunu, kendindeki özensizlikleri de mesela, bir anlığına olsa görebilmesi.

Kitaplarınız isimleri modern insanın değişim ve dönüşüm serüvenini de isimlendirir gibi. Yazyalnızı, İki Derviş, Herkes Kadar, Yolun Gölgesi, Kurbağalara İnanıyorum, Ateşe Atılmış Bir Çiçek, Gün Ortasında Arzu, Soluk Bir An ve son kitabınız Belleğin Girdapları. Modern insan doğadan koptu ve yalnızlaştı. Kendine dönüşlerin yalnızlığı. Belleğin Girdabı yani bir anlamda. Bu sizin bilinçli bir şekilde yaptığınız bir şey mi yoksa kendiliğinden mi?

Her kitabın adının ayrı bir hikâyesi var, ama şunu hep gözetmeye çalışıyorum. O kitaptaki metni ya da metinlerin bütününü az ya da çok kuşatabilecek bir başlık arıyorum. Şanslıysam öykü kitabındaki öykülerden birinin adı kitabın bütününe de uygun düşüyor, ya da daha romanı yazarken kitabın adı cümlelerden birinin içinde geçmiş olabiliyor. Böyle olmamışsa dediğim gibi metni kuşatacak bir başlık arıyorum. Kitap isimlerinin toplamında bir ortak izlek var diyorsanız, yazdıklarımın genelinde benzer dertlerin peşinden gitmeye çalıştığımdan, ya da aynı sorular çevresinde dolandığımdan olabilir, derim. (Bu arada “Kurbağalara İnanıyorum” üç yazarlı bir yazışma kitabı. Ayhan Geçgin’in bir iletisinde geçiyordu, son iletisinde. Barış Bıçakçı da, ben de Ayhan’ın yazdığını okurken kitabın ismi bu olabilir diye düşünmüşüz.)

Son romanınız “Belleğin Girdapları”nda kaçmak isteyen bir adam var. Aslında toplumun kahir ekseriyeti kaçmak, kaybolmak istiyor. Hayatın basit, sıradan mekanik düzleminden… İnsanı yok eden işleyişten, katı, kurumsal anlayıştan. Bu durumu nasıl yorumlamalıyız?

Kaçmadan mücadele etmenin yolları çok azaldığı için sanırım. Yolları azalamasa da mücadele edenlerin başlarına gelebileceklerdeki sertlik dozunun giderek artması bu yılgınlığın bir nedeni. Karşımızdaki mekanik sistemin işleyişinin yaygınlığı da bir başka neden. Kendini her an yeniden kuran, üreten bir sistem. İçinde kaldığımızda bile hizmet ediyoruz, o zaman kaçalım, hiç değilse hizmet etmeyelim diyoruz, ama bu da bir yanılsama. Kaçacak bir yer de yok.

Belleğin Girdapları felsefe, psikoloji, şiir, roman gibi farklı disiplinlerin iç içe girmesinden oluşuyor kanımca. Ne dersiniz?

Seçtiğim roman kahramanı çok okumuş biri, saydıklarınızla da az çok ilgili. Roman da bir iç dünya romanı, daha çok onun iç dünyasında, zihninde olanları takip ediyoruz. Okumuş, kendisini az çok yetiştirmiş bir adamın iç sesinde farklı disiplinlerden izler olması doğal.

Belleğin Girdapları’nı okurken kurgunun önceden tamamıyla çizilmeyip yazdıkça geliştiği gibi bir his oluşuyor. Sanki romanın yazarı olarak siz de ne kahramanınızın ne yapacağını, ne söyleyeceğini kestiremiyor gibisiniz. Olay kendini yazıyor nerdeyse. Bu sizin yapmak istediğiniz bir şey miydi? Yoksa öyle mi denk geldi?

Evet, büyük ölçüde dediğiniz gibi oldu. Roman kahramanını onlarca yıldır yaşayageldiği yerden çok farklı bir yere götürdüm, başlarken neler olacağı çok belirgin değildi zihnimde, ana hatlarıyla bir-iki nokta vardı. Olaylar yazdıkça belirdi, belirginleşti, daha sonra olacakları belirledi. Romanda bir de geçmişi hatırlama pasajları var, onlar da kabaca vardı kafamda, ama sıralaması, ete kemiğe bürünmesi, çeşitlilik kazanması olayların gelişimi doğrultusunda gerçekleşti.

“Belleğin Girdapları” insana geçmişi, şimdiyi ve geleceği de sorgulatıyor. Siz zamanın neresindesiniz?

Şimdideyim ama gözüm geçmişte, zihnimde çok sık geçmişle şimdi karşılaştırması yapıyorum sanırım. Hatırlamaya ben de düşkünüm.

Kitaplarınızda gündeliğin sade, basit anlatımının yanında politik duruş da var. Ama herhangi bir ideoloji ya da siyaset biçiminin propagandası ya da okurun gözüne soka soka ben şuyum dayatmacılığı yok. Anlatıcılarınız  politikanın ve politikliğin neresinde?

Son romanı okuyan bazı tanıdıklarım, arkadaşlarım romanın kahramanını yabancı bulmadıklarını, önceki kitaplarımdaki bazı öykü kişileriyle ortaklıklar gördüklerini söylediler. Haksız değiller. Onların politik duruşunda bir yakınlık var. Sisteme daha radikal karşı çıktıkları, muhtemelen sol-sosyalist bir yapının içinde yer aldıkları bir gençliğin ardından bu karşı çıkışı sürdürememiş, ama sistemle tam olarak da uyumlanamamış, ruhsal muhaliflikleri süren, giderek kendileri dâhil çok şeye muhaliflik eden birileri bunlar. Geçmiş politik deneyimleri çok uzaklarda kalmış olsa da bazı ilkeleri yitirmeme çabasındalar. Kendilerine has bir ahlakları var. Bağıra çağıra ilan etmedikleri, yandaş aramadıkları (bu arkadaş aramadıkları anlamına gelmiyor) bir ahlak. Sadece kendilerine hesap vermeleri gereken bir ahlak. Politik bir ahlak değil, gündelik hayat ahlakı daha çok, ama feministlerin dediği gibi gündelik hayat da politik. Bazı anlarda bunu çok daha derinden hissediyoruz.

Gençlere, roman ve hikâye yazmaya hevesli insanlara neler tavsiye ederisiniz?

İlgilendikleri türün ustalarını mutlaka okumalarını tavsiye ederim. Bu türe gönül verdiklerine, heves edindiklerine göre zaten bir kısmını okumuşlardır, ama okuduklarıyla yetinmemeliler. Benim yazarım değil dediklerini de okumalılar. Yazdıklarını gün ışığına çıkarmaya da çekinmesinler. Bazen mükemmeli ararken iyi yitebiliyor. Tabii ki yazmaktan vazgeçmesinler. Okuyarak ve yazarak öğreniliyor.

Behçet hem yoğun gündeminize hem de şiddetli bir grip geçirmenize rağmen bizi kırmayıp sorularımızı yanıtlama nezaketi gösterdiniz. Çok teşekkür ediyoruz.

Ben teşekkür ederim. Kolaylıklar…

Muaz ERGÜ

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir