Prof. Dr. Joachim Bauer: Beynimiz Haksızlığa Karşı Tiksinerek Tepki Veriyor!

Mevlüt Âsar Frauke Haß’ın Prof. Dr. Joachim Bauer ile yaptığı söyleşiyi Almanca’dan dilimize çevirdi. Söyleşi Frankfurter Rundschau gazetesinde yayınlanmıştır. Okuyucularımızın dikkatine sunarız…

Evrim açısından bakıldığında Homo Sapiens sosyal bir varlıktır, diyor beyin araştırmacısı Freiburglu Profesör Bauer: “Kaynakların kıtlığı onun saldırganlaşmasına yol açmıştır.”

Prof. Bauer, her gün insanların inanılmaz kötü işlerini anlatan haberler okuyoruz: Kendi çocuklarını cinsel olarak istismar eden babalar, okullarda sağa sola ateş eden öğrenciler, savaş, tecavüz, işkence. Oysa siz insanın içgüdüsel olarak kötü olmadığını söylüyorsunuz. Fakat pek de iyi olmadığı ortada ya da?

İlke olarak maalesef insan her şeyi yapabilecek tiynette! Sadece kişisel çevremizde değil, dünyadaki şiddet eylemlerine bakıldığında durum ürkütücü. Bu bağlamda, şiddetin ortaya çıkış nedenlerini anlamak önemli. İnsan spontan, dürtüsel olarak Şiddet tarafından yönlendirilen bir varlık değil. Charles Darvin sosyal içgüdünün insanı yönlendiren en güçlü dürtü olduğunu saptamıştı.

Yani insan aslında kavga etmekten çok işbirliğine yönelik mi?

Eğer başka türlü olsaydı insan türü olarak varlığımızı sürdüremezdik. Evrim sürecinin çok uzun bir süresinde insan avcı değil, avlanan bir varlıktı. Bu yüzden atalarımız işbirliği yapmaya mecburdu.

İçgüdüsel olarak davranan bir anneyi muhtemelen herkes anlayabilir. Ama içinde bulunduğu grup böyüdükçe, örneğin meslek hayatında ya da süper market kasasında insan hemen bencilleş miyor mu?

Kaynakları kıt olan bir dünyada yaşıyoruz. İnsanı saran yeterince pay alamama korkusu, bencillik ve şiddet için ideal bir ortam oluşturuyor. Fakat öteyandan korku, bencillik ve saldırganlık, psikolojik bozuklukların tüm dünyada artmasından da anlaşılacağı gibi, insanı hasta etmektedir. Oysa insan biyolojik kökenindeki niteliği gereği dürüstlük, işbirliği ve bir arada yaşama arzusundadır.

Eğer sadece % 50 oranında sosyal davranıyorsak, yine de oldukça saldırgan olduğumuzu göstermez mi bu?

Evet, kitabımda formülleştirdiğim “Acı sınırı kuralı”na göre: Fiziksel saldırıya uğrayan ya da önemli temel ihtiyaçlarını karşılayamayan bir insan acı çeker ve saldırgan bir tutum takınır. Beynimiz sadece bedensel saldırılarda değil, sosyal dışlanmaya, hakarete maruz kaldığında da acı duyduğu için saldırgan bir davranış gösterir. Bu bağlamda saldırganlık bir tür sosyal düzenleyici rolünü de üstlenir.

Hangi koşullarda saldırganlık anlamlı olabilir?

Eğer sosyal düzenleyici bir rol oynuyorsa. Saldırganlığın, hastalıklı, psikopat saldırganlığı bir yana bırakırsak, bir kontekste ortaya çıkar ve bu nedenle de her zaman iletişimsel bir mesaj içerir.

Dayak atan kocalar, babalar ve anneler üzerine haberler başka bir hikâye anlatıyor ama!

Kurbanlar açısından, evet. Saldırganlık her zaman aslında ait olduğu yerde gösterilmez. Çeşitli sebepler, hiddetin asıl muhatabına değilde başka birine yönelmesine sebep olabilir. Buna “kaydırma” diyoruz. Kaydırılmış saldırganlık diğer insanlarca anlaşılmaz ve sosyal düzenleyici işlevini yitirir.

Neolitik devrimle uygarlaşma süreci başladı. İnsan oğlu gerçek dünyadaki kaynak kıtlığına karşı uygun önlemler geliştirdi. Uygarlaşma sürecini tetikleyen sadece “emeğin keşfi” değil, aynı zamanda özel mülkiyetin ortaya çıkışı oldu. Ekonominin kuralları tüm yaşam alanlarına girmeye ve varlığımı üstünde eğemen olmaya başladı. Bu dönüşü olmayan bir süreç, fakat saldırganlığı ve şiddeti de büyük ölçüde teşvik eden bir süreç. Neden?

Ağır iş yapan ve fedakarlıkta bulunan insan bunun semeresini almak ister. Bu durumda neyin kime ait olduğu önem kazanır. Özel mülkiyetin keşfi, o zamandan beri insanın başka insanlara sahip olması yada en azından onlar üstünde egemenlik kurması demek değildir. Tüm bunların arkasında yatan neden, saldırganlık içgüdüsü değil, bilakis “uygarlaşma süreci” tarafından dayatılan insanın kendi kendine yabancılaşmasıdır.

Yani özel mülkiyet otomatik olarak kıskançlık ve dolayısıyla “saldırganlığa” mı yol açıyor?

Neuro-biyolojik ve neuro-ekonomik deneyler insanın “eşitleyici beyin” yapısına sahip olduğunu gösteriyor. Beynimiz farklılıkları “acı sınırı” diye bileceğimiz bir sıra kadar tolere ediyor. Dürüstlük ve doğruluk ilkeleri ağır bir şekilde ihlal edildiğinde, beynimiz tiksinti ve saldırganlık şeklinde tepki veriyor. Yoksulluk, varlık içinde yaşayan zenginlerin gözünde dışlanmak için ve saldırganlığı kolaylaştıran bir neden. Deneyler, haksız davranan kişiler cezalandırıldığında beynimizdeki mutluluk merkezinin faaliyete geçtiğini gösteriyor.

Bir başkasının acı çekerken mutlu olabilen birinin özünde kötü bir insan olduğu düşünülür yoksa?

Eğer söz konusu ceza amacını aşmıyorsa, bu impulsu “kötü” den ziyade “yerinde/haklı” olarak tanımlamalı. Bura da da “saldırganlık” insanlığa bağlı olamak anlamında değerlendirilmeli.

Tarihte de hiç nedensiz saldırganlığa rastlamak mümkün. Birinci dünya savaşında gençler güle oynaya cepheye gittiler, aynı şekilde Holocaust da sebepsiz bir saldırganlığın sahnelenişi idi. Bu durum sizin teorinizi yalanlamıyor mu?

Her iki dünya savaşı da, saldırganlığın nasıl manuplasyon yoluyla üretilebileceğine örnektir. Bunun yöntemi saldırganlığın yönetileceği tarafı “insanlıktan çıkarmak”tır. Propaganda yoluyla insanlarda, karşı tarafın üçüncü tarafa “insanlık dışı” davrandığı izlenimi uyandırılırsa, o insanlarlar saldırganlaşırlar ve bu suçu işleyenlerin hak ettikleri cezaya çarptırılmalarını arzu ederler. Her iki dünya savaşından da çıkar sağlamak isteyenler, rakiplerine karşı, Alman halkını ırkçılık mikrobunu kullanarak zehirlemeyi başardılar.

Birçok insan, elbette o zaman yok etme politikasının haksızlık olduğunu hissettiler. Ama bir taraftan da asıl saldırganın, Alman halkını yok etmek isteyen azınlıklar olduğu yönündeki yoğun bir Nazi propagandası vardı. Böylece Nazilerin vahşeti, bir tür “haklı” meşru müdafaa olarak gösteriliyordu. Yani faşistler ahlakı kendi amaçları için tersine çevirdiler ve: ari olmayan, “soysuz” diye nitelenen herşeyin yok edilmesi ahlaki olarak algılanmaya başladı.

Bu propagandaya inanan, ama soykırıma katılmayanları belki anlayabiliriz… Ama işkencelere aktif olarak hem de zevk alarak katılmış, başka insanlara zulüm yapmayı görev edinmiş insaları soysal bir varlık olarak göremeyiz. İşkence edenler her zaman sadece psikopatlar mı?

Vahşice davranışlar ve işkence psikopatolojik davranışlara girer. Ancak kimse psikopat olarak doğmaz. Ölüm korkusu ve acımasız şiddet insan beynindeki doğal empati ve dürüstlük duygusunu sadece geçici olarak değil kalıcı şekilde tahrip edebilir. Her savaş ona katılanların beyninde değişiklikler yol açar.

Eğitim bu konuda nasıl bir rol oynuyor?

Çok önemli bir rol oynar. Eğitim evrimsel olarak ortaya çıkmış ve sağlıklı insan için vazgeçilemeyecek bir ön koşuldur. İnsan beynin ön cephesinde, görevi sadece, insanın başarılı bir toplumsal birlikte yaşam için gerekli, öğrendiği bilgileri kaydetmek olan bir bölüm vardır.

Eğer insan kendinden sosyal bir varlık ise, o zaman eğitilmesine ne gerek var bu bir çelişki değil mi?

Hayır. Genetik olarak sahip olduğumuz değerlerin ancak sosyal yaşamda gelişebileceği, biyolojik olarak programlanmıştır. Evrim süreci bu bağlantıyı oluşturdu. Bizim doğuştan sosyal bir varlık olarak tasarlandığımızın kanıtı, toplumsal yaşam yarım yamalak da olsa entegre olamamış insanların daha çok hastalık riski taşımaları ve daha kısa bir ömre sahip olmalarıdır.

Almancadan Çeviren: Mevlüt Asar
Bu söyleşi Frankfurter Rundschau gazetesinde yayınlanmıştır.
Söyleşiyi Yapan: Frauke Haß

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir