Zeki Özcan: “Dil Felsefesi Tümüyle Pratik Hayatın Sorunlarıyla İlgilidir”

Dil felsefesi nedir?

Dil Felsefesi XIX. yüzyılın sonunda Almanya ve XX. yüzyılın başında İngiltere’de ortaya çıkan bir felsefe yapma tarzıdır. Bu felsefe spekülatif, ve psikolojist tarihsel metafiziğe tepki olarak ortaya çıkmıştır. Buna göre felsefenin problemleri kavramların ve ideaların temellendirilmesi değil; dildeki objektif yani uylaşımsal anlamı ortaya çıkarmaktır. Düşünen zihin, dışarıdan nüfuz edilemeyen fildişi bir kule; anlam da bu kulede ikamet eden bir gerçeklik değildir. Düşünce toplumun uylaşımsal diliyle ve dilin anlamı belirleten normlarına göre ifade edilir. Ancak o zaman anlaşılır. Felsefenin problemleri zihnin değil; dilin problemleridir.

Dil felsefesi, bireylerin başkalarıyla iletişim kurarken kullandıkları dilin özelliklerini inceler inançlarımızı, isteklerimizi ve niyetlerimizi formüle etmemize yarayan kelimelerin anlamını analiz eder. Dille bir olguyu ve dünyayı betimlerken iletişimde bulunurken; düşüncelerimizi bildirirken ortaya çıkan anlatma ve anlama sorunlarını çözer.

Dil felsefesi ne doktrinlerden ne teorilerden ne de  kişisel bakış açılarından oluşmaz. Onun amacı bütün dillerde varolan uylaşımsal ve anlamı belirleyen fiili kuralları ortaya çıkarmaktır. Bir dil filozofu diğer meslektaşlarının önem vermedikleri ya da ihmal ettikleri özelliklere ya da görünüşlere dikkat çeker. Onun dile ilişkin söyledikleri diğer açıklamaların alternatifi değil; tamamlayıcısıdır; “dil puzzle”ının bir parçasıdır.

Dil analizi düşünce problemlerini aydınlatmanın tek yoludur. Bir önermenin anlamını kavramak, önermenin ifade ettiği düşünceyi kavramaktır. Anlam, gönderge (kelime)  ve doğruluk  problemlerini çözerken, dilin düşünceye üstünlüğü vardır. Onun için düşünceler, lengüistik ifadelerinden bağımsız biçimde analiz edilemez. Düşünceyi, sadece dili analiz ederek açıklayabiliriz. Bir olguyu sadece dil sayesinde anlayabiliriz; mantıksal bir analizi dil yardımıyla yapabiliriz. Bir X objesinin anlamı üzerinde dilden hareketle anlaşırız ve söz konusu objeye yüklenen bilginin geçerliliğini dil sayesinde kabul ederiz.

Dünyada ve ülkemizde Dil felsefesi çalışmalarının problemleri ve yoğunlaştığı alanlar nelerdir?

Dil felsefesinin temel problemleri şunlardır: Dilin kaynağı, fonksiyonları, anlamları ifade etme kapasitesinin temeli ve özellikle “söylemin farklı bölümleri”; bu bölümlerin fonksiyonları; dil-düşünce, dil-realite ilişkisi; dil ve dış dünya arasındaki, dil ve toplum arasındaki ilişkinin farklı türleri; ifadenin diğer modları, bilgi ve iletişim arasındaki ilişki; dillerin çokluğu; göstergelerin semantik değeri, metnin, söylemin ve sözcenin doğası; anlam verme ya da genel olarak anlam; dilin kullanılması, öğrenilmesi ve yaratım süreçleri; iletişim, yorumlama ve çeviri; bireyi belirten özel adın anlamını bilme; ifadenin anlamının lengüistik ifadesiyle ilişkisi; anlamın ifadeyi doğrulayan şartlara bağlılığı; anlamın oluşturucu dönüştürücü kuralları, bağlam; anlam ve referans ilişkisi, özel adların statüsü, belirli ve belirsiz betimler, önerme ve önermesel tutum; sentaksa uygunluk; anlamsız önermelerin-sözcelerin karakteristik özellikleri vs. Bu problemler bütün dil filozoflarında ortaktır; ancak gündelik dil filozoflarında bunların dışında başka konular da vardır. Örneğin Wittgenstein’da dil oyunları ve Austin ile Searle’de söz edimleri gibi.

Bu konular çevirilerle ve telif çalışmalarla ele alınmaktadır.

I. Çeviriler:

a) Önemli filozofların temel kitaplarından bazılarının çevirileri.
b) Dil felsefesi alanında yazılmış bazı dil felsefesi kitaplarının çevirileri.

II. Üniversitelerde öğretim elemanlarının yayınladıkları makaleler, yaptıkları yüksek lisans ve doktora tezleri.

III. Bir de benim yayınladığım ve Batıda örneği olmayan dört paradigmaya ayrılmış seri kitaplar.

Dil felsefesinin pratik yararı var mıdır? Dil felsefesi bilmek insana ne kazandırır?

Prof. Dr. Zeki Özcan

Dil felsefesi tümüyle pratik hayatın sorunlarıyla ilgilidir; şöyle ki, gündelik hayatta insan sürekli iletişim halindedir. İletişimde bulunurken dili kullanırız. Bir şey dille bildiririz; söyleneni dil aracılığıyla anlarız. Dili kullanmadığımız bir ân yoktur. Çevremizde hiç kimse yoksa ve kendi kendimize olsak bile dili içsel konuşmada kullanırız. İnsan başkasıyla iletişimde bulurken ve kendi kendine konuşurken diliyle başkasına veya kendine bir şey söyler. Hep şu tartışılmıştır: Başlangıçta ne vardı? Kimine göre ilk önce  söz vardı; kimine göre eylem vardı. Bana göre cevap şu olmalıdır: İlkin bir şey yaptırma amacıyla söylenen ve söyleme eylemi olan başarılı bir söz vardı.

Buradan şu noktaya gelmek istiyorum. Dil felsefesi ta bebeklikten itibaren dilin kullanıldığı konuşmanın karşılıklı konuşmanın yapıldığı her ândaki anlamla ilgili sorunları çözer. Bu da iki yolla olur:

  1. Dili kullanırken yaptığımız hataları göstermek dilin yanlış kullanıldığı durumlara işaret etmek. Örneğin İnsan “hakikatin peşinde koşmalıdır.”, “Hayatın anlamını aramalıdır.”; “Varlık en yüce hakikattir.” “Mutlak düşüncenin aradığı şey olmalıdır.” gibi cümleleri düşünelim. Bu cümleler anlamlı mıdır? Anlamsız mıdır? Bunu dil felsefesi sayesinde biliriz. Dil felsefesi açısında baktığımızda bu cümleler anlamsızdır. Bu cümleleri dinleyen anlayamaz. Çünkü hakikat, hayat ve mutlak tahayyül ve tasavvur edebildiğimiz kelimeler yani referans değildir. Oysa “Yolcu otobüsün peşinden koşuyor.”; “Ahmet çantasındaki anahtarını arıyor.”, “cüzdanımda yüz lira var.”  dediğimde  anlamlı bir şey söylerim; çünkü sözünü ettiğim şeyi tahayyül ve tasavvur ederim. Bunu dille anlattığımda dinleyen de anlar.
  2. Cümlenin hangi koşullarda ve hangi durumlarda nasıl anlaşılması gerektiğini söylemek. Örneğin Kapıyı açar mısın? İfadesi her zaman soru değildir. Bazen rica, bazen tehdit, bazen istek, bazen emir anlamına gelir.

Dil felsefesi dünyada ne ile ilgileniyor?

Dil felsefesi dünyada yukarıda değindiğim problemlere ek olarak zihin felsefesiyle ve kognitif bilimlerle de ilgileniyor. Özellikle dilin nörolojik zeminde beyin, bilinç, zihin kavramları temel alınarak empirik tarzda yapıldığını da görüyoruz. Ben bu konuyu yazmakta olduğum Searle’ün dil felsefesinde ayrıntılı biçimde ele alıyorum.

Hocam Dünyada ve ülkemizdeki üniversitelerdeki (Türk Dili ve Edebiyatı) dil bilim bölümleriyle dil felsefesi bölümlerinin ilişkileri hakkında neler söylersiniz?

Dünyadaki üniversitelerde dil felsefesi özellikle felsefe bölümlerinde çok yoğun biçimde okutulmaktadır. Kimi üniversitelerde zorunlu, kimi üniversitelerde seçmeli olarak ele alınmaktadır. 14 haftalık programlarda benim dil felsefesi derslerinde anlattığım filozofların büyük bir bölümü bazen bir bazen de iki blok derslerde anlatılmaktadır. Oysa bizim üniversitelerimizin az sayıdaki felsefe bölümlerinde dil felsefesi seçmeli olarak okutulmaktadır.

Hocam akademik anlamda hem felsefe hem de ilahiyat alanıyla ilgili çalışıyorsunuz. Size dinle ya da din felsefesiyle ilgili soru sormamak eksiklik olur diye düşünüyorum.  Din ve Felsefe bu iki kavram hakkında neler söylersiniz? Din felsefesi nedir? Ortaya çıkış serüveni ve gelişimi üzerine neler söylersiniz?

Cevaplarını istediğiniz din nedir? sorusuna antropolojik açıdan ve felsefenin ne olduğuna da tarihsel açıdan yaklaşacağım. Antropolojik açıdan din, inanma objeleri, inanma tarzları ve inanılan şeyle ilişkiler ne kadar farklı olursa olsun arkaik dönemlerden günümüze bütün toplumlarda var olan özgün, özel kültürel bir kurumdur. Dinin birey ve toplum hayatındaki işlevi kültürlere göre ve kültürlerarası etkileşimlere göre şekil alır. Bizim çağdaş kültürümüz dahil bütün kültürler birbirini tamamlayan iki farklı dil kabul eder. Nesneye ve dünyadaki tutumumuzun ve durumumuzun ifadesi olan olgusal dil ve dünyadaki varoluşumuzun anlamını, amacını anlatan sosyal hayatımızı düzenleyen tutumsal ya da normatif dil. Bu dil lengüistik dili öğrenir gibi öğrenilir. İnsanlar öğrendikleri bu dille kronolojik ve topografik koşullara uygun yani belli zamanlarda ve yerlerde bizden beklenen eylem türünü gerçekleştirir. Din kişisel olarak benimsenen, bireysel olarak yaşanan içeriğini ve sınırlarını kültürün belirlediği sosyolojik olgudur.

Felsefeye gelince; bu konuda bir ayrım yapılmalıdır:

a) Metafizik olan felsefe,
b) Dil felsefesi.

Metafizik olan felsefe,  yaygın teamüle göre İ.Ö. 585 yılında Thales’in varlık anlayışıyla ortaya çıkmış sonraki pek çok filozoflar tarafından çok farklı ve Platon’dan sonra sistemler şeklinde ifade edilmiş, evrene ilişkin kişisel ve rasyonel olduğu iddia edilen açıklamalardır. Bu açıklamalar evrenin yapısına doğasına, insan ve insani olan her şeye dairdir. Filozoflar her birinde farklı işleyen ve farklı sonuçları olan Akıl diye bir yetinin ışığında varolana ilişkin gözlemlerinin sonuçlarını sistematik bir bütünlük içinde ve kavramsal çerçeve içinde ifade ettiklerini savunurlar. Metafizik olan her felsefe filozofun kendi deneyimlerinin taşıyıcısı olan bir takım kavramlara dayanır; kavramlar filozofun düşüncesinin ruhu daha doğrusu prizma gibidir. Var olan her şey, dünya insan, kültür, din, toplum vs. bu prizmadan geçerek filozofun algı dünyasına yansır ve filozof da bunu dillendirir. Ancak bilimin gelişmesinden sonra filozofların evreni; sübjektif, teorik göreceli evren ve varlık anlayışının yerine objektif, zorunlu ve uylaşımsal bir açıklama modeli metafiziğe alternatif olarak ortaya çıktı. Bilim adamları metafiziğin gerçek bilgi olmadığını bilgiyi spekülasyonla değil empirik yöntemlerle elde edebileceğimizi söylediler. Bir grup filozof, hem bilimle hem de felsefeyle ilgilenen ve Viyana Çevresi diye anılan filozoflar grubu metafiziği ciddi olarak eleştirdi; dilin mantıksal analiziyle metafiziğin elenmesi gerektiğini söyledi. Onlara göre metafiziğin sözceleri anlamsızdır; çünkü doğrulanamaz ve yanlışlanamaz. Bilgi veren önermeler sadece bilimin önermeleridir. Bu eleştirilerle metafizik tarihsel gücünün büyük bir bölümünü yitirdi. Metafiziğe yöneltilen bu eleştirileri yeniden yayınlanan Viyana Çevresi adlı derleme çevirimizde bulmak mümkündür. Dil felsefesine dair görüşlerimizi yukarıda açıklamıştık. O nedenle burada tekrar etmem gereksizdir.    

Din felsefesine gelince; anakronizme düşmemek için şunu söyleyelim: Din Felsefesi, din hakkında görüşler ileri süren kişinin “Din felsefesi yapıyorum.” diye ortaya koyduğu düşüncelerdir. Bu da ancak Hegel’le birlikte başlamıştır. Çünkü ilk defa Hegel üniversite’de Din Felsefesi  adıyla dersler vermiştir. “Din felsefesi” adı Hegelci çizgiler daha doğrusu temel görüşler içerdiği için diğer filozoflar XIX. yüzyılın sonuna kadar bu adı kullanmadılar; din konusunda Hegel’den farklı olan kendi düşüncelerini  açıkladılar. XIX. yüzyılın sonundan itibaren felsefenin bir bölümü ve bir disiplin olarak din felsefesi adıyla çalışmalar yapılmaya başlandı.

Hocam Platon’dan bu tarafa Logos Mythos karşıtlığı söz konusu. Platondan önceki durum hakkında ve bu karşıtlığın doğruluğu yanlışlığı anlamında ne düşünüyorsunuz?

Şunu tarihsel olarak biliyoruz. Erken dönem Greklerde Logos ve mitos birbirine karşıt değildi; eş anlamlıydı. Her ikisi de nüanslarla birlikte tanrılara ve kahramanlara dair kutsal hikâyeler demekti. Bu anlayış yüzyıllar boyunca sürdü. Platon ve Aristoteles bile onları karşıt kabul etmedi; felsefede ele alınan konuya uygun olarak ikisini de kullandılar. Bunu Dil Felsefesi III adlı kitabımızda örnekleriyle açıkladık. İ.S. XI. Yüzyıldan itibaren filozoflar logos’u kendilerine göre yeniden tanımlamaya başladılar. Bu tanımlama modern felsefede özellikle Aydınlanma döneminde en sübjektif biçimini aldı. Kant’ın üç akıl türünde bunu görüyoruz. Bizim bugün logos-mitos karşıtlığı dediğimiz anlayışın Aydınlanma ürünü olduğunu düşünüyorum.

Yaşadığımız bu zamanlarda Modernizm, modernite, postmodernizm tartışmaları yapılıyor. Bu kavramlar hakkında bilgi verir misiniz? Hocam bir de bir makalenizde “Post modernite yoktur hiper modernite vardır.” tespiti yapıyorsunuz. Bu tespitinizi açıklar mısınız?

Hiper moderniteyi anlayabilmek için önce modernite ve postmodernizm kavramlarına değinmek doğru olacaktır. Peki, modern nedir? Modern, ilk defa 1585 yılında, Antik Dönem’e ve Orta Çağ’a karşıt anlamında daha doğru deyişle Orta Çağ’ı izleyen anlamında kullanılmıştır.

Modernden türeyen modernite ise, büyük harfle yazıldığında Batı toplumlarını geleneksel toplumlardan uzaklaştıran tarihsel süreç demektir. Küçük harflerle yazılan modernite ise, teknolojik, politik, ekonomik ve sosyal alanda en ileri olma demektir. Modernizasyon ise, modernite durumuna geçmeye izin veren araçlar ve süreçlerdir ya da modern olan şeyin niteliğidir.

Modernizm ise, modern olan şeyden hoşlanma; modernite durumuna geçme zorunluluğunu savunma demektir. Görüldüğü gibi modernitenin ve modernizmin anlamları kesinlikle ayrıdır. Bu yüzden onlar karıştırılmamalıdır.

Modernite karmaşık bir kavramdır. Bu kavram ne sosyolojik ne de politik ne de tarihseldir; gerçekte geleneğe veya önceki kültürlere karşıt bir uygarlık biçimi anlamına gelir. Modernite tarihsel bir evrimi ifade eder; toplumsal değişimi, bir zihniyet değişikliğini belirtir; hem bir mittir hem de bir realitedir.

Modernitenin ortaya çıkışına yol açan iki önemli gelişme vardır. Bunlar:

  1. Bilimlerin ve tekniklerin önceden görülmedik biçimde ilerlemeleri,
  2. Üretim araçlarının, yöntemlerinin, organizasyonlarının, rasyonel ve sistematik tarzda gelişmesi.

Bu demektir ki, modernite temelde bir üretim çağıdır. O, üretimdeki gelişmeler sayesinde gündelik hayatı değiştirmiştir. Değiştirme süreci hızlanarak ve etkisini artırarak sürmektedir.

Kuşkusuz moderniteyi en iyi anlatan fenomenler şunlardır: Kapitalist ekonomi; liberal ve demokratik politika; ekonomik ve politik özgürlük. Modernite tüm alanlara nüfuz etmiştir; devleti, teknik ve sanatsal alanları, âdetleri, düşünceleri etkilemiştir. Modernite, ekonomik ve sosyal derin çalkantılardan sonra doğmuştur; değerler ve efsaneler sistemi gibi görülmüştür. O hem değişmez hem de tersinmez sayılır; hayat biçimlerinde ve gündelik yaşantılarda kendini gösterir.

Modernite, analiz edilebilecek bir kavram değildir. Onun teorisi veya yasası yoktur; sadece genel çizgileri ve mantığı vardır

Modernizm ana çizgileriyle böyledir. Şimdi postmodernizmle ilgili bazı açıklamalar yapalım.

Postmodernizm, XX. yüzyılın başında ortaya çıkan felsefi ve kültürel bir harekettir. Terim ilk defa 1917 yılında kullanılmıştır; “1980’li yıllardan itibaren Amerika’da yaygınlaşmıştır” ve günümüzde etkisini artırmıştır. Ancak bu etkinin genişliği tezlerinin güçlü, iddialarının haklı, kavramlarının açık olmasından çok, iki şeye bağlıdır: Sübjektiviteyi ve bireyselciliği temel alması, kesinlik arama ihtiyacını ve temellendirme zorunluluğunu ortadan kaldırması.

Postmodernizmi ortaya çıkaran nedenler çeşitlidir. Dinî otoritelerin güç kaybetmesi, devrimci ütopyaların ve ideolojilerin çöküşü, bunların önemlilerindedir.

Postmodernizmin kendine özgü tezleri vardır. Bunlar,

  1. İnsan bilinci dışında bir realite yoktur. Bu açıdan bakıldığında, tıpkı sosyal dünya gibi, fizik dünya da lengüistik ve sosyal bir inşadır.
  2. Olgulara asla güvenemeyiz. Bu nedenle deneysel yöntemi ya terk etmeliyiz ya da gerçekten sübjektif bir boyuta indirgemeliyiz. Daha kesin konuşursak, deneyim hiçbir gerçek bilgi vermez. O, sadece lengüistik, sosyal ve psikolojik olanı inşa etmeye yarayan bir araçtır.
  3. Hiçbir yöntem rasyonel ve meşru görülemez; bilim kabul edilen hiçbir düzen, saygıya layık değildir. Feyereband’ın dediği gibi “her şey iyidir.” Hatta postmodernizm, çelişmezlik ilkesini bile, tümüyle lengüistik bir inşa gibi görür.
  4. Büyük anlatılar terk edilmiştir.
  5. Batı ilerlemeciliği kesinlikle sona ermiştir.
  6. Bilimsel keşifler ve dünyanın aklileştirilmesi insanlık için bir gelişme gibi görülemez.
  7. Doğa bilimleri dâhil, bütün bilimlerde araştırmacı, araştırma objesini tümüyle kendisi inşa eder.

Bu tezleriyle postmodernizm, bilimi görecelileştirir.

Postmodernizmin daha başka sosyal, ekonomik, kültürel, sanatsal pek çok tezi vardır. Onun bütün tezlerini burada açıklamamız mümkün değildir.

Postmodernizm çeşitli açılardan eleştirilmiştir. Bu eleştirilerin hepsine değinemeyiz. O nedenle sadece en önemli gördüğümüz eleştirileri kısaca belirtmekle yetineceğiz.

  1. Postmodernizmin, bilimi lengüistik, sosyal ya da psikolojik saf bir inşa gibi görür. Oysa bu doğru değildir, çünkü gerçekte bilim, bilim adamlarının çeşitli motivasyonlara bağlı olarak elde ettikleri bilgilerdir. Her ne kadar postmodernistler kabul etmeseler de bilim adamlarına ve bilime özgü bir dil vardır.
  2. Postmodernizm, “rasyonel mutlak”ın olmadığını savunur; dünyada var olan ve ayrıştırılması gereken her şeyin temelini yok eder. Bu noktadan bakıldığında aynı eleştiri postmodernizmin kendisi için de geçerlidir. O nedenle kurumsalcılara göre postmodernizm, kendi bindiği dalı da kesmiştir. Bu akımın sağlam bir temeli yoktur.
  3. Postmodernizmin “Modern dönem sona ermiştir.” tezi doğruyu yansıtmaz. Postmodernizmin dediği gibi, modern tasavvurların şu veya bu nedenle krizde oldukları düşünülebilir; modern hayat konusunda duyulan çeşitli kuşkular haklı olabilir. Ancak bundan, yine de modern çağın kapandığı sonucu çıkarılamaz. Modernizm son bulmamıştır, çünkü büyük anlatılar şekil değiştirir, fakat ortadan kalkmaz. Büyük anlatıların ortadan kalktığını söylemesi, postmodernizmin temel yanlışıdır.
  4. Searle biraz da alaycı biçimde şöyle bir eleştiri getirir: “Varsayalım ki, doktorunuz postmodernisttir. O zaman sizin hastalığınız da gerçekte metaforik bir inşa olacaktır.”
  5. Postmodernizm bizi, şimdi’yle kesin bir kopuşu ifade eden moderniteden dışarı çıkmamız gerektiğine inandırmadı, çünkü açıktır ki, biz gerçekte modernite içinde düşünürüz; onunla birlikte yaşarız; sadece derin analizleri daha derinleştiririz.
  6. Postmodernizm, çağdaş toplumlardaki en son değişiklikleri açıklamaktan uzaktır.

Modernitenin karşıtı, sanıldığı gibi postmodernizm değildir, fakat hipermodernitedir. Postmodernite, hipermoderniteyi bir yorumlama biçimidir. Hipermodernite ise, moderniteyi yaşama tarzıdır. Bugün postmodernimzden ve postmodern bireyden değil, hipermoderniteden ve hipermodern bireyden söz edilmektedir. Hipermodernite yeni insanının geldiği ya da yarının kimi insanının geleceği aşamadır.

Çünkü bugün postmodernizm kavramı çağdaş toplumlardaki en yeni gelişmeleri açıklayabilecek gibi görünmüyor.

Postmodernizmin gözden düşmesi, günümüz Batı toplumlarını nitelemek için yeni bir kavram arayışına götürdü. Bu konuda çeşitli kavramlar önerildi. Ancak önerilen kavramların hepsi de moderniteyle ilişkilendirildi. Örneğin “üst-modernite”, “hipermodernite”, “ikinci modernite”, “ileri modernite”, “düşünümsel modernite”, “geç modernite” bunlardan bazılarıdır. Ama bunlardan en yaygın olanı hipermodernitedir.

1990’lı yıllarda sosyologlar şunu gördüler: Sosyal değişme gitgide hızlanmıştır ve “yeni bir birey” ortaya çıkmıştır. Bu yeni birey, gittikçe daha çok tüketen toplumda yaşamaktadır. O, her türlü bağdan kurtulmaya çalışır ve sadece kendini geliştirme kaygısı taşımaktadır. Bu, “Hipermodern birey”dir.  

Hipermodernite toplumu değil de bireyi sonsuzca özgürleştirmeye çalışır; modernitenin temelleriyle ilgiyi kesmez; moderniteyi hem sürdürür hem de ondan ayrılır. Hipermodernite günümüzdeki toplumsal durumu ve bu durumun anlamını açıklamaya çalışır. Onun amacı, modernitenin gücünü, sınırlarını ve günümüzdeki özgün biçimini ortaya koymaktır; onu her yanılsamadan kurtarmaktır. Bundan dolayı hipermoderniteye yeni modernite diyebiliriz.

Hipermodernitenin ayırt edici özellikleri şunlardır: Büyük ideolojilerin terk edilmesi, kültürel değerlerin zayıflaması, temel yapıların dayanıklılıklarını yitirmesi; aile okul, parti, din gibi geleneksel sosyal kurumların eskisi kadar etkin olmamaları.

Hipermoderniteyi ortaya çıkaran bir dizi gelişme vardır. Bunlar, enformasyon ve iletişim teknolojilerinin gelişmesi; ekonominin ve kültürün küreselleşmesi; genelliklerin etkisini yitirmesi; daha çok üretme ve iş hayatında daha fazla çaba harcama zorunluluğudur.

Hipermodernite kavramı, çağdaş bireylerin başkalarıyla ve kendisiyle ilişkisini daha iyi anlamaya izin verir. Hipermoderniteyi düşünmek, insanın sosyal statüsüyle ve kendi dönemiyle sürdürdüğü yeni ilişkiyi anlamaktır yani bireyin gitgide tüketici olduğunun ayırdına varmaktır. Hipermodern bir gelecek hem en iyiyi elde etme umudunu verir hem de en kötünün ortaya çıkma olasılığı içerir. O nedenle hipermodern gelecek son derece karmaşıktır.

Hipermodern toplumda temel kaygı, zamanın yaşanmasıdır. Bu toplumun ayırt edici özelliği, “âcil”in egemenliğinde olmasıdır. “Hepsini, hemen istiyorum”, hipermodern toplumun sloganıdır.

Hipermodernitenin ayırt edici özelliklerini maddeler hâlinde şöyle sıralayabiliriz:

  1. Risk kaynağının değişmesi: Önceden risk kasırga, fırtına, deprem gibi felaketlerle, doğadan yani dışarıdan geliyordu. Fakat şimdi riskin kaynağı toplumdur. Tchernobyl faciası, genleriyle oynanmış organizma, deli dana hastalığı, domuz gribi, vs. insan eyleminin ürünü olan tehlikelerdir.
  2. Hipermodern toplumla birlikte zenginliklerin paylaşılmasından risklerin paylaşılmasına geçilmiştir. Gerçekte işsizliğin artması, evliliklerin azalması, boşanma oranının yükselmesi, hayatı önce olduğundan daha çok riskli hâle getirmiştir. Bütün bunlar, hayatın bireyselleştirilmesine yol açar.
  3. Gelenekten arındırma (détraditionalisation): Meslek seçiminden eş seçimine kadar her şey, bireyin kararına bağlıdır.
  4. Düşünümsellik (réflexivité): Düşünümsellik, sosyal davranışların yeni bilgiler ışığında sürekli olarak gözden geçirilmesidir. Küreselleşme, iletişim sistemlerinin ya da insan ve toplum bilimlerinin gelişmesi sayesinde insanlar kendilerini her gün daha iyi anlar.
  5. Kitle kültürünün egemenliği: Bu kültürün egemen olmasında medyanın (yazılı basın, sinema, televizyon ve reklam), tüketim endüstrisinin gelişmesinin, kültürel araçların yaygınlığının (zorunlu eğitim, sosyal güvenlik vs.) etkisi büyüktür.
  6. İlerleme fikrinin terk edilmesi: Hipermodernite, modernitenin alternatifidir. Modernite ilerleme fikrini benimser. Oysa hipermodernite ilerleme fikrini reddeder. O, “değişme için değişme” ilkesini kabul eder.
  7. Ekonominin ve niceliğin egemenliği: 1980–2003 yılları arasında, mantığa, ekonomik zorunluluklara başvuru egemendi. Bütün alanlarda nicel değerlendirmeler ön plana çıktı; her şey rakamla ifade edildi, niteliksel olan ikinci plana atıldı.

Toplumla ve insanla ilgili her şey, ilerlemeyle birlikte bulunan “pazar”a endekslendi. Pazar ve teknolojik yenilenmenin baskısı, tüketici tarafından kolayca kabul edildi. “Teknoloji” resmi bir ideoloji oldu; medya, reklamcılık sektörü, tanıtım fuarları, promosyonlar bu ideolojinin propagandasını yaptı. İnsanlar en son teknolojiyi tüketmek zorunda olduklarına inandırıldı, işte ve iş dışında sürekli etki altında bırakıldı.

  1. Psikolojik problemlerin artışı: Hipermoderniteyle birlikte korku, can sıkıntısı, her tür güvensizlik ve yalnızlık duyguları daha çok yaşandı.
  2. Her şeyin satılabileceği, satın alınabileceği, çıkara dönüştürülebileceği düşüncesi topluma egemen oldu.
  3. Toplumun “ben” tarafından istilası: Hipermodern dönemde bireyler, her şeyi kişiselleştirir. Kişiselleştirme, genel sosyolojik bir mutasyona karşılık gelir.
  4. Yeni bir ahlâk arayışı: Hipermodernite Batı’nın başta Kilise olmak üzere, diğer kurumlarına bir alternatif arayışıdır. Yahudi-Hristiyan değerlere göre oluşturulmuş Batı Uygarlığı, özel bir ahlâka sahiptir. Bu ahlâk, suçluluk üzerine dayanır. Hipermodernite, suçluluk psikoloji içermeyen bir ahlâk arar. Sendikalar, partiler, dernekler gibi kurumlarla ve topluluklarla suçluluk ahlâkının alternatifini arar.

Birçok kavramı yeniden tartışıyor ve düşüncelerinizi ortaya koyuyorsunuz. “Sosyo-Kültürel Fenomen Olarak Entelektüeller” adlı önemli makaleniz var. Nedir entelektüellik? Kimdir entelektüel?

Bir terimin ne olduğunu anlamak için ortaya çıktığı bağlamı dikkate almalıdır. Nasıl ki, kelime belli bir bağlamda söylenen cümlede anlamlıysa terimler de ortaya çıktıkları koşullarda anlamlarını kazanırlar. Bu açıdan baktığımızda “entelektüel” kelimesinin anlamı belirlemek için ne zaman ve hangi koşullarda kullanıldığını dikkate almalıdır. “Entelektüel” kelimesi 1890’lı yıllarda kullanılmıştır. Yahudi subay Dreyfüs’ün suçsuz olduğuna inanan bir grup insan Emile Zola’nın  organizasyonuyla “Aurore” (Şafak) adlı gazetede bir bildiri yayınladılar. “Entelektüel” kelimesi ilk defa bu bildiride kullanıldı. Bildiriyi yayınlayanlar kendilerini “entelektüeller” diye niteledi. Bu bilgilerden hareketle diyebiliriz ki, “entelektüel” daha önceki çağlarda örneği olmayan bir kategoridir.

Entelektüel, adaletin yanındadır; “kendisi için değil; herkes için adalet ilkesine bağlıdır.” Dini, ırkı ne olursa olsun herkes için adaleti istemelidir. Adalet en temel değerlerdendir. Her ne olursa olsun, bir haksızlığı önlemek için yasalara güvenmelidir; asla şiddete başvurmamalıdır. Basının bir gücü vardır. Basın gücünü kişisel çıkarlar için değil; etik değerlerin aktüelleşmesi için kullanmalıdır. Entelektüel bir azınlığın veya tek bir şahsın duyarlılığını değil; kamuoyunun reaksiyonlarını arkasına almalıdır. Entelektüel kesinlikle kamu oyununa dayanmalıdır. Entelektüel pek çok şeye karşı ve karşıt olabilir; ama kamuoyuna asla. 

Hocam her şeyin hızla değiştiği, insanların hayatın her alanındaki değişimin hızına yetişemediği bir çağda yaşıyoruz. Yaşadığımız zamanlarda hiçbir şeyin kesinliği yok, her an her şey değişebilir gibi. Siz de vurguluyorsunuz: “Kesin olmayan bilgiler insanı belirsizlik, bilinmezlikle karşı karşıya getirir.” Belirsizlik, kesinsizlik, düzensizlik… çağdaş insanı kaygı yumağına dönüştürdü. Neler söylersiniz bu hususlarda?

Hesaplanamayan ve ölçülemeyen pek çok fenomen vardır. Bilimsel rasyonalitemiz az veya çok problematiktir. Bu durum bilgimizin kimi zaman olası, kimi zaman göreceli, kimi zaman tarihsel olmasını gerektirir. Kesin olmayan bilgiler insanı belirsizlik, bilinmezlikle karşı karşıya getirir.

Kesinsizlik sadece günümüz insanının sorunu değildir. Tarihsel olarak biliyoruz ki, tüm uygarlıklarda ve kültürlerde kesinsizlik hep vardır. Fakat günümüzdeki kesinsizlik öncekilerden farklıdır;  kaygı verici kesinsizliktir. Kaygılandıran kesinsizlik, kişileri ve toplumu her zaman örtülü ya da açık kaygıya düşürmektedir. O, çağdaş insanın en temel boyutudur; yeni insanın özelliklerinden biridir. Bu kesinsizlik, özel hayatta, kamu hayatında her yerdedir. Bunu tüm dünyayı derin bir kaygıya düşüren korona salgınıyla her an yaşıyoruz.

Günümüzde kesinsizlik bireysel ve toplumsal hayatı her zamankinden daha çok ve doğrudan etkilemektedir; en dayanıklı kurumların dengesini bile bozmaktadır. O, çağdaş insanın karşı karşıya kaldığı pek çok fenomenin özelliklerinden biridir. Kesinsizlik, hiç beklemediğimiz yerde karşımıza çıkar; yargıya varmamızı ve davranışta bulunmamızı engeller; önceden görmeyi, geleceğe umutla bakmayı yasaklar; insanın kararlar almasını engeller veya güçleştirir; akla uygun bir tutum takınmasını zorlaştırır hatta insanı hareket edemez hâle getirir; az veya çok sarsar, çünkü bizi etkileyen durumların tüm sonuçlarına ilişkin bir liste yapamayız ve bir olasılık belirleyemeyiz. Yaşadığımız topluma kesinsizlikler egemendir. Biz, kuralların daha flu ve daha oynak hâle geldiği bir dünyada evrilmekteyiz.

Günümüzdeki kesinsizlikler geçmişteki gibi kolayca baş edilebilecek, rahatlıkla yönetilebilecek kadar basit değildir, son derece karmaşıktır. Bu yüzden kesinsizlik geleceği belirsiz hâle getirir; rasyonel bir öncelemeyi yasaklar; özellikle geleceğe güveni ve umudu engeller. Kesinsizlik, en azından formüle edilemeyen kesinsizlik, süreye egemen olmayı önler. Bu yüzden kesinsizliğe toplu olarak karşı çıkmak zorlaşır.

Günümüzde kesinsizliğin başlıca nedenleri şunlardır.

  1. İnsan beyninin durumu: Bilgi asla reelin bir yansıması değildir, fakat onun çevirisidir ve yeniden oluşturulmasıdır. O nedenle bilgimizde hata riski her zaman vardır.
  2. Psişik durumumuz: Olguların bilgisi hep yoruma bağlıdır.
  3. Epistemolojik durumumuz: Bilgilerimiz parçalıdır ve çok çeşitlidir. XVIII. yüzyıla kadar bir kişi kendi dönemindeki temel bilgileri öğrenebilirdi. Oysa bugün bu, imkânsızdır.
  4. Sosyal fenomenlerin karmaşıklığı.
  5. Olguların düzensizliği: Kesinsizlik ve düzensizlik aynı kumaştan dokunmuştur. Onlar birbirini ortaya çıkarır; onların ortak noktaları güvensizlik kaynağı olmalarıdır.
  6. Yanılmamız ve yanıltılmamız: Yanılmasaydık ve yanıltılmasaydık, kesinsizliklerimiz çok az olurdu.

Kaygıya düşüren kesinsizliği kabul etmek, her şeyin kaotik olduğunu ileri sürmek değildir. Elbette doğada, bilim yapmamızı mümkün kılan determinizmler; toplumda bir arada yaşamamıza izin veren normlar ve düzenlilikler; tarihte insan eylemlerini motive eden evrensel değerler vardır. Aksi hâlde oluş ve yaşama mümkün olmazdı. Kimse bunu inkâr edemez. Kesinsizlik daha çok determinizmlerin, düzenliliklerin, normların, değerlerin içinde gittikçe büyüyen flu bir alan olduğu anlamına gelir. Birey karşı koyamayacağı şekilde bu flu alan tarafından çekildiği duygusunu yaşar.

Kesinsizliğin pek çok boyutu veya biçimi vardır. Bunlar başlıca şunlardan ibarettir:

a) Zamana İlişkin Kesinsizlik: Günümüz bireyinin yaşadığı dönem her zamankinden daha çok belirsizdir ve ucu açık bir gelecektir. Her şey mümkündür; her şey olabilir.
b) Normatif Kesinsizlik: Bireyselciliği mutlaklaştıran toplumların ayırt edici özelliğidir. Bu toplumlar, normatif açıdan mutasyonu gerçekleştirmekten çok ortak davranış sabitelerini ortadan kaldırır. Bunlarda itaate ve yasağa dayalı modellerin yerine bağımsızlık ve kendini düşünme modeli geçmiştir. Bu toplumlarda birey, bağımsızlık peşinde koşar, kendini projelerine adar ve riskler alır. Bu durum, bireyleri kırılgan hâle getirir.
c) Hukuksal Kesinsizlik: Bu, hukuk metinlerinin ve yargılama biçimlerinin kesinsizliği şeklinde ortaya çıkar; kamu hukukuna ve medeni hukuka nüfuz etmeyi belirsiz hâle getirir; değerlendirilemez durumlara yol açar.
d) Kamu Politikalarının Kesinsizliği: Bu kesinsizliği yönetmesi ve okuması zordur. O, pek çok kurumu ve aktörü dikkate almak zorundadır. Politik kesinsizliğin ayırt edici özelliği, düzenlemelerin ve prosedürlerin karmaşıklığı şeklinde ortaya çıkmasıdır.
e) Tarihsel Kesinsizlik: Bunun iki nedeni vardır. Tarihsel dönemlerin bize uzaklığı ve tarihsel olguların karmaşık doğası. Birinci nedenle ilgili olarak şunları söyleyebiliriz: Tarih aşağı yukarı on bin yıl önce başladı. Ancak tarihin başlangıcına ilişkin bilgilerimiz, efsanelerden elde edilmiştir; aydınlatılamayan yok oluşlarla doludur. Yok olmaz gibi görünen Mısırlılardan, Asurlulardan, Babillilerden, İranlılardan ve Roma İmparatorluğundan günümüze hiçbir şey kalmadı.

Tarih bir oluştur; oluş ise her zaman problematiktir ve hep öyle kalacaktır. Tarih, bir ırmak gibi öne doğru değil, sağa sola sapmalarla ilerler. Tarihin bu türlü ilerlemesi bazen iç yenilenmelerden bazen de dış ilineklerden yani olaylardan kaynaklanır. İç değişiklik başlangıçta dar bir alanda birkaç kişiyle ortaya çıkar ve normaliteye göre bir sapma gibi kabul edilir. Tarih doğrusal bir evrim oluşturmaz.

Tarihte yasa yoktur. Tarih dondurulamaz; önceden görülemeyen ve rastlantısal olaylar tarihten elenemez; kısaca söylersek, tarih ekonomik-sosyal determinizmlerle anlaşılamaz veya uzaktan yönetilen bir ilerlemeye itaat ettirilemez. XXI. yüzyılın başında şunu keşfettik: Çağdaş uygarlığı dikkate aldığımızda, tarihsel ilerlemenin kesin olduğuna inanabiliriz hatta bunun pek çok somut kanıtını gösterebiliriz. Ama tarihin bütününe baktığımızda şunu kesin olarak söyleyebiliriz: Geleceğimiz lineer tarih tarafından önceden görülemez, çünkü insan eylemlerinin tüm sonuçları kestirilemez. Örneğin Fransız İhtilali’nin sonuçlarını hiç kimse önceden göremezdi. XX. yüzyıldaki Sovyet İhtilali, henüz tüm sonuçları ortaya çıkmamış olan Fransız İhtilali’nin dolaylı bir sonucudur.

Bütün bunlar tarihle ilişkimizi belirsizleştirir. Tarihte gördüğümüz organizasyon ve determinizm, ondaki kesinsizliğin kaynağı olan düzensizliği ve rastlantıyı ortadan kaldırmaya yetmez. Yeni ortaya çıkan şey, önceden görülemez; aksi hâlde yeni olmayacaktır. İnsanlığın başlangıcından beri, önceden görülemez maceraları yaşadık. Bunun bilincine asla varmadık, ama varmamız gerekir.

Artık bugün karanlığa ve sise bürünmüş durumdayız. Ertesi gün ne olacağını kestirmek gerçekten zordur. Böylece tarihin bilgisi bize, insan kaderinin hem belirlenmiş hem de geçici özelliklerini tanıtır; ayrıca geleceğin kesinsizliğini önümüze koyar. Hiçbir şeyin kesin olmadığı bir dünyada yaşamaya alışmalıyız.

Kaygı verici kesinsizliği açıkladıktan sonra bu konuda her şeye rağmen insanın yapabileceği bir şeyler olup olmadığına değinelim.

Günümüzde kesinsizliklerle ve bundan kaynaklanan güçsüzlüklerle mücadele edebilmek bu kadar kolay ve basit değildir. Yukarıda söylediğimiz gibi karmaşık bir yapısı olan kesinsizlikle baş edebilmek için insanın tek başına yetmediği pek çok durum vardır.

Kişi, bu hatalara düşmemek için gerekli ve yeterli temel bilgileri edinmelidir. Eylemin entelektüel, sosyal, kültürel bir ekolojisi olduğunu göz ardı etmemelidir. Bu eylem ekolojisini iyi analiz edebilmeli, buradaki kesinsizlikleri iyi okuyabilmeli, onlarla yüz yüze gelmeyi göze almalı, kendisi için uygun bir strateji belirlemelidir.

Son olarak neler söylersiniz?

Sorularınıza kendi deneyimlerime göre cevap vermeye çalıştım. Bazı soruların cevaplarını önemlerinden dolayı okuyucuların sabrını zorladığımı bilerek biraz uzun tuttum. Umarım beni bağışlayacaklardır. Yazılarımda çok temel gibi gördüğüm konuları ele almaya çalıştım. O nedenle okuyucuların benim hem kitap ve makale olarak yazdıklarımı; hem de zekiozcan52.blogspot.com adresinde yayınladığım blog yazılarımı ve sitenizdeki https://www.dibace.net/yazar/zeki-ozcan- yazılarımı okumalarını öneririm. Yeni söyleşilerde birlikte olma ümidiyle herkese esenlikler dilerim. Teşekkürler.

Biz teşekkür ederiz.

Muaz ERGÜ

Prof. Dr. Zeki ÖZCAN

    • 1952 yılında Uşak’ta doğdu.
    • Emekli öğretim üyesidir.
    • Akademik kariyeri boyunca çeşitli konularla ilgilendi; telif kitaplar yayınladı, klasik ve modern filozoflardan çeviriler yaptı.
    • Son zamanlarda çalışmalarını dil felsefesi üzerine yoğunlaştırdı.
    • Telif çalışmalarını ve çevirilerini kesintisizce sürdürmektedir.
    • Evli ve iki çocuk babasıdır.
    • Türkiye Felsefe Derneği tarafından verilen 2020 yılı Prof. Dr. Necati Öner Felsefeye Hizmet Ödülü’nü almıştır. 

Telif Kitapları

    • Dil Felsefesi I: Mantıkçı Paradigma,
    • Dil Felsefesi II: Gündelik Dil Paradigması,
    • Dil Felsefesi III: İkinci Wittgenstein’da Gramer Paradigması,
    • Dil Felsefesi IV: Austin’de Eylemsel Paradigma,
    • İnsan ve Toplum Bilimleri I: Genel Bakış,
    • İnsan ve Toplum Bilimleri II: Epistemolojik ve Kavramsal Sınırlar,
    • Augustinus’ta Tanrı ve Yaratma,
    • Teolojik Hermenötik. 

Çevirileri

    • Özgürlük ve Nörobiyoloji: John Searle,
    • Nikomakhos’a Etik: Aristoteles,
    • Ruh Üzerine: Aristoteles,
    • Dokuzluklar I: Plotinus,
    • Dokuzluklar V: Plotinus,
    • Dokuzluklar (Seçme Metinler): Plotinus,
    • Viyana Çevresi Üzerine: (Giriş Yazısı ve Seçme Metinler),
    • Görecelilik: Raymon Boudon,
    • Din Felsefesi Yazıları I (Derleme),
    • Din Bilimleri Yazıları I (Derleme),
    • Din Dilinin Anlamı: Friedric Ferré
    • Wittgenstein’da Din Felsefesi: Jean Greisch,
    • Din Felsefesi: Paul Tillich,
    • İnsan ve Tanrı: Georges Gusdorf. 

Makalelerinden Bazıları

    • Orta Çağ’da Birey ve Bireyleşme: Doğu Batı 33. Sayı,
    • Sosyo-Kültürel Fenomen Olarak Entelektüeller: Doğu Batı 36. Sayı,
    • Aristoteles’te Noûs Kavramı: Cogito Felsefe Dergisi 77. Sayı,
    • Din Felsefesinin Felsefesi: Din Felsefesine Dair Okumalar, İz Yayınları, 2012. 

Üzerinde Çalıştığı Kitaplar

    • Dil felsefesine Giriş,
    • Dil Felsefesi V: Searle’de Zihinsel Paradigma,
    • Dil Felsefesi VI: Hintikka,
    • Politika: Aristoteles (Çeviri),
    • Frazer’ın Altın Dalı Üzerine Düşünceler: Wittgenstein.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir