Âdem’den Öncesine Dönüş

Çok hızlı gündem değiştiren, gündemi değişen bir ülkede yaşıyoruz. Kültürel, siyasi, sosyolojik saflar aniden dağılıyor, birbirine zıt gruplar baş döndürücü bir süratle birbiriyle aynileşebiliyor. Mega, ultra bir hız almış bizi yörüngesinde döndürüp duruyor. Her saat her dakika hızla ve yüksek sesle bir şeyler tartışıyoruz ama geride tartışılanlardan bir cümle bile kalmıyor zihinlerde.  Hıza ve aktüele esir olmuş zihinler asıl meseleleri tartışmak, kadim sıkıntıları konuşmak yerine gündemin dayatmalarını önümüze sürerek bizi merkezimizden uzaklaştırıyor. Modern kitle-iletişim aygıtlarının büyülü dünyasında, renkli ekranlarında vecd halinde konuşurken, tartışırken aslında insan da konuşulanlar da bir meta olmanın ötesine gidemiyor, gidemez. Ekranın her şeyi aynileştiren ve değersizleştiren bir yanı var. Ha bir çorap reklamı ha bir Kur’an merkezli tartışma… Fark yok!

Hızlı değişen gündemimize bu aralar din tartışmaları girmiş durumda. İslam’ın günümüze cevap verip vermemesi, dini anlayışın güncellenmesi, dinde reform yapılıp yapılmaması… gibi mevzular bu tartışmaların başında geliyor. Coğrafyamızda sıkıntı yok değil. Hem de çok… En büyük sıkıntımız, meselemiz üzerinde yaşadığımız coğrafyanın bir kan gölüne dönmüş olması. Şiddetin yer yanda olması. Dinin, geleneklerin mevcut şiddet sarmalını destekler bir yapıya dönüştürülmesi. İnsanların gelecek ümidinin kararması. DAEŞ, IŞİD, El Kaide, Boko Haram gibi bir sürü eli kanlı örgütlerin dini meşruiyet bularak insanların hayatlarına ipotek koyması. Allah için, Allah adına Allah kullarının zalimce katledilmesi… Barış dini, selamet dini olan İslam’ın müntesibi Müslümanlar ne yazık ki en küçük bir toleransı, tahammülü, hoşgörüyü birbirinden esirgiyor. Yabancılara gösterdiğimiz tahammülü yakınlarımıza göstermekten uzağız. Aslında bu tip meseleler, sıkıntılar erbaplarınca sürekli ele alınan, konuşulan, çözüme kavuşturulmaya çalışılan mevzular. Ama işin içine güncellik ve populizm girince ne yazık ki sağlam düşünceler, kadim metotlar bir yana atılıyor. Meselelerin bütününden ziyade çok küçük kısımları ele alınıyor. İşinin uzmanı şahıslar yerine medyatik tipler, en çok bağıran holiganlar piyasaya çıkarak mevzuları bulandırıyor. Görünen o ki her zaman olduğu gibi bu kez de İslam’a ilişkin meseleler aktüelin, dönemsel siyasetin, popülizmin, kurbanı olacak. Kadim meselelerimiz gündemin hızında birer enformasyon malzemesi yapılıp kitle iletişimin kör kuyusuna atılacak.

İlahiyatçı Şaban Ali Düzgün Hoca meselelerimizi popüler gündemin karmaşasına düşmeden, gürültü patırtının içinde kaybolmadan, mitlerin/mitolojilerin dünyasında yitmeden düşünmeye, konuşmaya, kadim meselelerimize neşter vurma gayretinde. Coğrafyayı anlama gayretinde. Coğrafyanın hastalıklarını anlayarak şifa arama… İbn-i Haldun: “Coğrafya kaderdir.” der. Coğrafyayı anlamak, kaderimizi anlamak manasına gelir. Şaban Hoca coğrafyamızı kan gölüne çeviren şiddetin dinsel ve seküler karakterini çözümlemeye çalışıyor. İnsanlarımızın gelecek ümidini karartan iklimi dağıtmaya… Düzgün, coğrafyanın içinde durarak, kendine yabancılaşmadan, mahalleden kaçmadan topraklarımıza bir kâbus gibi çöken, topraklarımızı vicdansızlığın yatağına dönüştüren toplumsal, dinsel, mezhepsel bütün kötülüklerin, kötülüğe yol açan düşüncelerin üzerine cesaretle gitmeyi önceliyor. İnsanlığımızı yavaş yavaş öldüren, kişiyi bir diğer kişiye karşı müstağni kılan siyasi, ideolojik ezberleri cesurca sorgulamanın gerekliliğini söylüyor.

Hoca’nın “Âdem’den Öncesine Dönüş” kitabı da bu gayretin, sızının somut göstergelerinden. Kitap Hoca’yla çeşitli dergi ve gazetelerde değişik zamanlarda yapılmış söyleşilerin, mülakatların bir araya getirilmesinden oluşuyor. Hem güncel var hem de tarih… Hem dün var hem bugün hem de yarın perspektifi… Günümüz Âdem Peygamberden önceki şiddet ve kanın egemen olduğu zamanlara benziyor. Bugün de her yerde cahiliye, düzensizlik, karmaşa hüküm sürüyor. İnsan hayatının en değersiz bir metaya dönüştürüldüğünü görüyoruz. Modern dünya özellikle de İslam Coğrafyası tam da Âdem’in gelişi öncesini yaşıyor. Şiddet hayatın vazgeçilmezi, kan kanıksanmış, zulüm türlü maskelerle her yerde… İnsanlık mesleki ve bürokratik kuşatmanın yaldızlı esaretinde… Tüketim canavarı her şeyi bir tüketim nesnesine dönüştürüyor. Şaban Hoca’nın ifade ettiği gibi bu bahtsız, kötü döngüden çıkış için Hz. Âdem’i hatırlamalıyız. O, bu cinnet döneminden, bu şiddet sarmalından hem insan olarak hem de peygamber olarak çıkışın seçilmiş öncüsü. Beşerin karanlığını imanın yüceltici iksiriyle, insan olmanın üstünlüğüyle yok etti. Hepimiz birer âdem olduğumuza ve yitirilmiş değerlerin kökleri içimizde barındığına göre bu uğursuz zamandan çıkabiliriz. Hoca’nın kitapta ifade ettiği gibi, Âdem’in serüvenini unutmadan Kur’an ve insanlığın ortak tecrübesine tutunarak bu kuşatmayı yarabiliriz.

“Âdem’den Öncesine Dönüş” Kaos, Kaostan Çıkış isimli iki bölüm ve Dinin ve Ahlakın Doğasına Dair, Ufukta Rü’yet: Nübüvvete Dair, Aydınlanmanın Genetiği: Bilgi Ahlakına Dair, Umuda Yolculuk: Avrupa’da İslam’ın Geleceğine Dair, Bağlanmanın İkili Yapısına Dair adlı ana başlıklardan meydana geliyor. Evet, her söyleşi birbirinden önemli tespit ve tahlil barındırıyor.

Şaban Ali Düzgün

Şaban Hoca, kitabın hemen başında hepimizin duyarsızlaşmasından, zihinsel bir felç halinde yaşamamızdan bahsediyor. Çevremizde olup bitenlere tepki veremiyoruz. Etrafımızda her gün yeni bir trajedi… Mültecilerin daha iyi şartlarda yaşamak için çıktıkları yolculuklarda yok olmaları, kıyılara vuran bebek cesetleri, savaşta ölen çocuklar, tecavüze uğrayan analar, bankalara borcunu canıyla ödeyenler, kapitalizmin insafına terk edilenler… İnsanlığın büyük çoğunluğunun kör kesildiği bu trajediler ne yazık ki bulaşıcı… Hiç kimse şu an kendini güvende hissetmiyor. Evet, Düzgün’ün de vurguladığı gibi hiç kimse güvende değil… Hepimizin başına her an bir trajedi gelebilir. İnsanlığın ortak acılarından ders alınmıyor. Mezhepçiliğin, klikçiliğin, particiliğin, fırkacılığın yüceltildiği, kişilerin mezhep ve meşrep ve kimliklerine göre değerli ya da değersiz sayıldığı bir ortamda çatışma, insanı değersizleştirme meydana gelir. İşte coğrafyamızın gerçekliği bu. Müsamahasız, tahammülsüz, saygısız bir kitle haline dönüşmüş durumdayız. Yabancıya gösterdiğimiz tahammülü kendimize gösteremiyoruz. Hepimizin kırmızı çizgileri, altında toplandığı sancağı var. Ortadoğu silahlı örgüt cenneti… Eline bir sancak alan örgüt kuruyor. Hilafetçisi, şeriatçısı, tarikatçısı….

Şaban Hoca, Hz. Peygamber’in hayatının hiçbir döneminde kendine halife demediğini, hilafet bayrağı falan kullanmadığını söylüyor. Onun en büyük silahını kelamı, kelimeleri olduğunu belirtiyor. Ele silah alıp insanları zorla inandırmak yok. Allah adına Allah’ın hududunu inkar etmek asla!… Kimse Allah adına bir başkasını cennete ya da cehenneme gönderme yetkisine sahip değil. Düzgün, birçok sakatlığın Müslümanların tarihini, İslam’ın tarihi gibi okumaktan kaynaklandığını belirtiyor. Hz. Peygamber sonrasındaki dönemler genelde kabilelerin, iktidar hırsının  İslami öğretiyi esir aldığı dönemler. Müslümanların tarihi genelde ideallerin, ilkelerin tarihinden daha çok iktidar mücadelelerinin, siyasi kavgaların tarihi. Bunları itikadi ilkeler gibi görmek çok yanlış. Bu tarihin ürettiği düşüncenin bir kısmı İslam Medeniyetini zenginleştirirken bir kısmı çöküşe yol açmıştır. Mezhepleri ele geçirerek verilen politik mücadeleler bu çöküşe örnek verilebilir. Hoca’nın ifadesiyle Sünnilik ve Şiilik bu çöküşün politik ayakları. Peygamberin vefatıyla birlikte kabileler eski çatışmacı köklerine dönüyor ve kendine dinden referans bularak daha kutsal ve tehlikeli hale geliyor. Sorgulanamaz oluyor… Bugünkü Ortadoğu’daki birçok örgüt gibi… Bu sebeple Müslümanların siyaset alanının seküler bir alan olduğunu kabul etmeleri gerekir. Müslümanların tarihindeki siyasi çatışmaları dini dogmalar haline getirmemeli.

Devlet yönetmek rasyonel, seküler bir temel gerektirir. Şaban Hoca’nın dediği gibi ‘İmamet/devlet yönetimi’ başlığı altındaki bütün Sünni kitaplar devlet yönetiminin akli bir sürece tabi olduğunu, dini yönünün bulunmadığını yazar. Peygamber siyaseten atanmamıştır. Peygamber Hz. Ali de dâhil hiç kimseyi kendinden sonra yönetici olarak atatmamış. Devleti yönetirken ben gücümü Allah’tan alıyorum söylemi İslam temelli olamaz. Devlet yönetenlerin “ben Allah’a hesap veririm” yerine “halka hesap veririm” anlayışıyla hareket etmeleri daha tutarlı ve doğrudur. Devleti ele geçirerek ve ona dini bir kılıf biçerek insanları hizaya sokmak Peygamber pratiğine aykırı. Peygamberi metot kimlik inşa etmez kişilik inşa eder. İnsan farklı kimliklere sahip olabilir. Tek tip, tek kimlik yerine temel hak ve sorumluluklar bağlamında ortak bir yaşam kurmak daha insani… 

Burada Şaban Bey’in de üzerinde durduğu en can alıcı noktalardan birine değinmek lazım. Devletin, devleti yönetenlerin dini düşünceye, dini yaşama müdahalesi ümit edildiği gibi faydalı sonuçlar getirmez. Hocanın dediği gibi din, devletin kullandığı enstrümana dönüşebilir. Ayrıca dinin hedefleri, inşa edeceği dünya siyasal iradenin dar sınırlarına mahkûm edilemez. Din ideal hedefler koyar. Bizim kadim anlayışımızda “kurb-i Sultan âteşi suzan” anlayışı vardır. Sultana yakın olan ateşe yakın olur. Nitekim bu gerçeğin yıkıcı etkisini yakın zamanlarda tecrübe ettik. O sebepten dinin siyasi mekanizma ile iç içe girmesi iyi olmaz. Dini cemaat, çevre ve camiaların siyasal iktidarlarla ilişkilerini çok iyi ayarlamaları gerekir. Dinin siyasi bir söyleme döndürülmesi ve iktidarları destekleyen bir konuma evrilmesi dinin hedeflerinin gerçekleştirilmesi noktasında dindarı zihni tembelliğe götürür. Nasıl olsa devleti ele geçirdik, orada bizde temsil ediliyoruz hatta oralar bizim anlayışı mücadeleyi, müşahedeyi, cehdi sekteye uğratır. Dinin kurumsallaştırılması ya da devlet aygıtının emrine verilmesi gerçek dini düşüncenin ve mü’minin yok olması demektir. Devletin ve sultanın kontrolündeki bir din, hakikat olamaz olsa olsa bir demo, denem sürümü haline gelmiş malzeme olur. Bir şeyleri ele geçirmek, güç devşirmek maksadıyla dışa çevrilmiş, insanı ihmal etmiş bir din, insanın sırtında yük olur. Var oluş geriliminin, kaygının, bireysel tecrübenin toplumsal, kurumsal ezberlere esir edildiği bir yerde dinden bahsedilemez. Kurumsal din, dini öğretileri tüketir. Şaban Hoca’ya tekrar dönecek olursak: “devlet, din dâhil bulduğu bütün enstrümanları sonuna kadar istismar etme eğilimindedir.” der.    

“Âdem’den Önceye Dönüş” kitabında Cihatla ilgili önemli açıklamalar var. Cihatla ilgili bölümü okuyunca bu konuda ne kadar yanlış anlama olduğunu görüyoruz. Meğerse cihat adı altında üretilen savaş ve şiddetin İslam’daki cihat kavramıyla alakası yokmuş. Dini toprak talebi gibi bir talebi hele hiç yokmuş. Toprak talepleri devletlerin… Hoca cihadla ilgili: “Cihad kelimesi, cehd/gayret; mücahade (oto kontrol/kendini displine etme), ictihad (sorun çözecek düşünce üretme), müctehid (mütefekkir âlim) anlamlarının tamamını kapsayan şemsiye bir kavramdır. Bu anlamlarıyla cihad, insanın kendinde sürekli iyi olanı hâkim kılma Gayretinin ve karşılaştığı her problemi açık bir zihinle karşısına alıp çözüm üretme çabasının adıdır.

Silahın elde bulunduğu bir aşamaya cihad adı verilmesi hadislerden kaynaklıdır. Kur’an bu son aşama yani savaş için cihad değil kıtal terimini kullanmaktadır. Kur’an, “Size saldırılması durumunda savaşmanıza izin verildi.” (22/Hacc, 39) diyerek savaşın Müslümanlar cephesinde saldırıya değil savunmaya dönük bir çaba olduğunu beyan eder. Zira insanın vatanını, namusunu, temel haklarını, insanlık onurunu vs. korumak için savaşmasından daha doğal bir şey yoktur. Kıtal son çare olarak başvurulan bir yoldur. Savunma amaçlı savaşa izin veren Kur’an-ı Kerim, ardından bunun çirkin ve zorlu (kerih) bir eylem olduğunu söyler. Zira savaşta ölmek-öldürmek var; yerinden yurdundan olmak, yersiz yurtsuz kalmak var.” Yani toprak fethetmek için cihad yok. Din toprak için savaşın demiyor. Toprak talebi devlet olmanın gereği. Emevi, Abbasi, Osmanlı dinin onlara yayılmayı emrettiği için değil devlet olmanın gereği olarak böyle hareket ettiler. İmam Maturidi’nin dediğince toprak ele geçirmek devlet aklının gereği.

İslam, Şaban Hoca’nın vurguladığı gibi onurun, barışın, esenliğin, birlikte daha iyi bir dünya inşa etmenin adıdır. Masum insanlara yönelen bir tekfir ideolojisiyle yok ediciliğe imkân vermez. Ortadoğu’da olup biten her şeyi İslam etiketiyle değerlendirmek doğru değil. Buralarda İslam’dan daha çok İslam kisvesine bürünmüş gelenekler etkin. Burada son zamanlarda tartışılan İslam Dünyasındaki kadın konusunda da Şaban Hoca’ya kulak verelim: “İddiamı tekrarlayayım: İslam’ın kurucu metnine ve Hz. Peygamber’in uygulamalarına baktığımızda kadının itilmişliği, geri kalmışlığı kesinlikle söz konusu değil. Bu durum İslam toplumlarının kendi örflerini din kılıfı altında yaşıyor oluşlarından, ataerkil/patrimonyal/pederşahi yapıdan ve bu yapının esareti altında Kur’an’ı anlamaya ve yorumlamaya çalışan zihinlerden kaynaklanmaktadır. Mesele dini olmaktan çok, antropolojiktir.”

“Âdem’den Öncesine Dönüş” tespit ve uyarılarıyla ciddiye alınması gereken bir kitap. Birbirinden önemli ayrıntıyı göz önüne getiriyor. Hepimize bir perspektif kazandırma potansiyeline sahip. Okunmalı ve üzerinde tartışılmalı.

Yazımızı kitaptan şu paragrafla nihayetlendirelim. “Yeni bir medeniyet ahlakı gerekiyor ve o medeniyet ahlakının içinde insan olmalı. Bütün üretimimizde, tüketimimizde; ikisi arasındaki bütün halkalarda insanın refahı, huzuru, güvenliği odakta bulunmalı. Yani ne toplum için ne devlet için ne de başka çıkar grupları için. Bu sosyal kapital vurgusu sosyalist söylemle kapitalist söylem arasında bir orta yol arayışıdır. Mümkün olduğunca şeffaf ve herkesin işleyen süreçlere katılımını öngören bir model.”

Muaz ERGÜ

      

3 Yorum

  1. Mustafa Everdi Cevapla

    Muaz Ergü, gerçek bir yayın yönetmeni. Siteyi dört başı mamur bir şenliğe çevirdi. Aydınlanma havai fişekleri ile.

  2. İlknur Yılmaz Arslan Cevapla

    Medeniyet kelimesinin kökü Dindir. Din, kişiye medeni bir duruş kazandırmalı. Böyle bir duruş ile imar edilen Yesrib şehrinin adı Medine olmuştu. İşte bu yüzden dinin sosyal yönü sayesinde medeniyeti sağlayamamış bir insan belki varoluşsal olarak doyuyordur ama dinin insanlar arasındaki medeniyet gayesini eksik bırakıyordur.

    Kitap tahliliniz zihin açıcı. Kaleminize sağlık.

    Şaban Ali Düzgün Hoca’yı Aliya İzzet Begoviç’e benzetirim Muaz Bey. İslamın medeni (gerçek) yüzünü temsil ettiğini düşünürüm.

    Şaban Ali Düzgün Hoca’nın bu kitabı da okunur o halde. Haberdar ettiniz, teşvik ettiniz.

    1. Muaz ERGÜ Cevapla

      İlknur Hanım kavramlara takılmayalım. Bunun adı din olur, felsefe olur, sanat olur… Müslümanlar olarak dinin sahibi değil dinin bir mensubu olduğumuzu farketmemiz lazım. Dinin sahibi ve koruyucusu Allah’tır, Tanrı’dır… Evet, din kişiye medeni bi duruş kazandırmalı ama reelde kişiliği gelişmemiş, herhangi bir duruşu olmayan, kanın ve bataklığın içinde boğulanlar Müslümanlar….

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir