Büyük Bey

Eskiden çok olabilirdi. Ama şimdilik kıyıda köşede tek tük kalmıştı belki. Bu nedenle ona türünün son örneği denebilirdi. Başka şirket yöneticilerinden daha farklı bir kişiliğe sahipti O. Kendisinin, diğer insanlardan çok daha ayrıcalıklı ve özel biri olduğuna inanırdı. Alt kademede çalışan görevlilerin yanında sürekli üfleyip püfleyerek dolaşır; her ne kadar yüzünü iyice eğreti bir hâle getirse de, genellikle bir kaşını yukarıda diğerini de aşağıda tutarak konuşurdu. Birisi kendisine bir soru sorduğunda çoğu zaman kısık gözlerle bakar, alt çenesini öne doğru kaydırırdı.

Her daim meziyetli, pek yüce ve yüksek bir kişilik olduğunu hissettirmekten delice bir haz duyardı. Bugün satın alınmış kadar yeni görünen koyu takım elbisesiyle kolalı ve zarif kol düğmeli beyaz gömleğinin içinde âdeta bilge adam pozlarına bürünür, riya ve kasıntının nefes soluduğu sahte bir rikkatle masasına kurulur, bir müddet öylece suskun dururdu. Hemen her sabah ürkek bakışlarla hâl ve hatırını soran odacısının yüzüne bile bakmaz, sadece arada bir “sağ ol” şeklinde yarım ağız, soğuk, kekremsi bir ses duyulurdu.

Birlikte çalıştığı görevlilerin hiçbirini adıyla çağırdığı vaki değildi onun. Sanki onların adı yok gibiydi. Gerekli görürlerse, sadece “gel buraya!” veya “bana bak!” kelimesini sertçe söylemeleri yeterliydi. Huzurunda bulunan bir görevlinin çekinik durması veya kızarıp bozarması onu tatmin etmezdi; daha fazla puçulamalı, korkudan tir tir titremeli, iyice ezilip büzülmeliydi. Kendisine hitap edildiğinde söze “zatıâlileriniz” sözcüğüyle başlamayan görevliye çok kızar, “kimin huzurundasın sen!” diye bağırır, yeri göğü inletirdi.

Daha başka, çok tuhaf ve değişik huyları da vardı onun. Mesela hapını odasında unutsa veya kendisine bir şey lazım olsa hemen çivi gibi bakışlarını odacısının üzerine saplar, “git çabuk şunu getir” der; arkasından da “haydi koş, sallanma!” diye bağırarak ilavede bulunurdu. Bir an önce istediğini kendisine yetiştirmek için nefes nefese kalmış zavallı odacı, tam bin bir korku ve endişeyle hapı vermek için titreyerek kolunu uzattığında ise “ver!” diyerek aniden bir kapış hamlesi yapar, daha başka bir şey söylemezdi. Bu yüzden odacısı başta olmak üzere beraber çalıştığı yakın adamları kendisinden çok korkar, deyim yerinde ise ödleri kopardı.

Elindeki yöneticilik kozunu kişisel çıkarlarının kılıcı gibi kullanır, en ufak bir itiraz söz konusu olduğunda hemen işten atmakla tehdit ederdi. Saydamlıktan nefret eder, gizli iş pişirmeye, fiskos ve kulis yapmaya bayılırdı. Şirketin birçok kolu açık ve şeffaf olma yolunda hızla ilerlerken, o ise hâlâ işleri kapalı kapılar arkasında yürütmenin hesaplarını yapardı.

Gereğinden fazla sertti, ancak net ve mert değildi. Bu nedenle yönetimi altında bulunanlar onu uzaktan gördüklerinde hemen yollarını ve yönlerini değiştirirlerdi. Hatta gıyabında konuşanlar bile onun hiddetinden çekinir, kendisinden söz ederken sadece “Büyük Bey” ya da “Zatıâlileri” sözcüğünü kullanırlardı. Hoş, kendileri de böylesine gurur verici iltifatların hem gıyabında hem huzurunda ifade edilmesinden büyük memnuniyet duyarlardı. Zira bu tür heybet ve asalet tütsülü paye ve sıfatları hak ettiklerine, hatta bunlardan daha fazlasını duymaktan hoşlanacak kadar bulunmaz olduklarına inanırlardı.

Sadece Büyük Bey’e özgü olan bu trajikomik durum, kendinden üstte bir yöneticinin veya şirket sahibinin yanında tam tersine dönerdi. Deyim yerinde ise hemen yelkenlerini suya indirir, boynunu ve sesini iyice kısar, saygıyla el pençe divan dururdu. Beraberindeki odacısı ve çalışanları onun bu şaşırtıcı hâlini gördükçe, yoksa bu insan o insan değil mi diyerek kendilerini hayrete düşmekten alamazlardı.

Daha üst düzeyde bir şirket yetkilisi onun odasına girmeyegörsün; birdenbire etrafında dört dönmeye başlar, âdeta bir köleden daha munis seğirtişlerle bir sağa bir sola koşuştururdu. Bu aşırı tavır değişikliği, hatta daha fazlası bir de eşinin yanında böyle olurdu. Bir gün çok enteresan bir olay yaşanmıştı. Büyük Bey yine birileriyle telefon görüşmesi yapıyordu. Görüşmenin ilk alo faslından sonra hemen ayağa kalkmış, ahizeyi boynuna kıstırıp ceketini düğmelemiş, zarafet ve incelikten âdeta kırılacak gibi olmuştu. O kadar kibardı ki, odasının camlarını silen hizmetlisi gördüklerine ve duyduklarına inanamamıştı. Bir de onun, ikide bir telaştan kekeleyip yutkunmaya başladığını görünce, büyük ihtimalle yüksek düzeyde bir kişiyle konuşuyor demişti içinden. Fakat telefon görüşmesinin sonuna doğru; “Hay hay, emriniz olur karıcığım… Başımın tacısınız… Derhal, derhal efendim…” şeklinde sözler sarf etmesi onu gülme krizine sokmuş, kendini tutabilmek için dilini dakikalarca ısırmak zorunda bırakmıştı.

Büyük Bey’in, dünyayı kendi yüzü suyu hürmetine dönüyormuş zannetmek gibi bazı tuhaf ve patolojik saplantıları vardı. O Büyük Bey ki; makamındaki koltuğun, şahsına tahsis edilen lüks arabanın, o şirket binasının, o büroların, hatta o görevlilerle hizmetlilerin hep kendileri sayesinde var olduğunu sanırdı. Bir görevlinin yolluk aldığını veya terfi ettiğini görse hemen gözlerinin çanakları genişler, sanki bunların parası cebinden çıkıyormuş gibi rahatsızlık duyardı. Oysa Büyük Bey için yolluk parası o kadar önemliydi ki, sık sık gittiği yurt içi ve yurt dışı görevlerinden döner dönmez sekreterine “git çabuk benim ödeneği çıkart!” diye talimat verirdi.

İnsanları değerlendirirken sadece üç kriteri vardı onun; maaş, giyim ve araba… Makamca kendinden daha düşük olanlar; bu üç kriter açısından da çok aşağıda bulunmalıydılar. Hatta mümkün olursa onlara zırnık koklatılmamalı, sadece karın tokluğuna çalışmalıydılar. Yalnız kendileri çokça maaş almalı, diğerleri aval aval bakmalı veya ağızlarının suyunu akıtmalıydı. Sadece kendileri şık giyinmeli; karşısındakiler salaş, sünepe veya paspal olmalıydı. Sadece kendileri lüks arabaya binmeli; başkaları ya tabana kuvvet yürümeli ya da otobüs veya dolmuşlarda sürünmeliydi.

Onun en nefret ettiği kişiler, kendisine en yakın olanlardı. Hele uzun boylu, gözlüklü, zarif ve şık giyimli bir sekreteri vardı ki, onu günahı kadar sevmezdi. Âdeta kendisine doğal bir rakip gibi görür, ezdikçe ezerdi. Bir seferinde bu sekreterini hiddetle yanına çağırmış, çiçeklere iyi bakamadığı gerekçesiyle bir ton laf saymıştı. Daha sonra elindeki anahtarın ucuyla, şöyle yapacaksın böyle çatacaksın şeklinde bir dizi sert talimatlar vermeye başlamıştı ki, tam bu sırada şirketin diğer önemli kollarından birinin başında bulunan ve önemli bir iş görüşmesi için birkaç gün önceden kendilerine telefon eden bir üst düzey yetkili, Büyük Bey’in odasına girivermişti. Tabii konuk şirket yöneticisi, iki kişiyi bir anda ayakta görünce kısa bir bocalama yaşamış, toplantının ev sahibi budur zannıyla:

— Merhaba sayın müdür… Nasılsınız, iyisiniz inşallah? Diyerek o sekreteriyle tokalaşma yanılgısına düşmüştü. Büyük Bey ise birdenbire mosmor olmuş, âdeta şekilden şekle girmişti. Daha sonra da kaş göz işaretiyle hemen elinin tersini göstererek:

— Kaybol çabuk! Kaybol! Diye mırıldanarak sekreterini dışarıya çıkarmış, kendince vaziyeti kurtarmıştı.

Büyük Bey’in tuhaflıkları çoktu. Tam bencilliğinin köpürdüğü, kendini erişilmez zirvelere layık gördüğü anlarda başına öyle işler gelirdi ki, güler misin ağlar mısın türündendi hani. Bir seferinde, kendisiyle beraber aynı şirkette çalışan yeni bir görevlinin düğününe davet edilmişti. Aslında önce bu düğüne tenezzül buyurup pek katılmak istememişlerdi. Fakat kerli ferli bazı üst düzey şahsiyetlerin de aynı düğüne davetli olduklarını duymuşlar, ardından büyük bir memnuniyetle iştirak etme kararı almışlardı.

Ancak rezervasyonun sadece şirket çalışanları için bir dizi toplu masa ve sandalye hâlinde yapılmış olması, Büyük Bey’in keyfinin birdenbire kaçmasına yetmişti. Çünkü şirketin şef ve büro yöneticisi gibi düşük ve orta unvanlı görevli ve uzmanlarından oluşan otuz kırk kişilik karma bir grupla aynı ortamı ve masaları paylaşmak zorunda kalmışlardı.

Üstüne üstlük bir de düğün salonuna biraz erken gelmişlerdi. Koca salonda, çalgı aletlerini akort etmeye çalışan bir grup müzisyenden başka kimse görünmüyordu. Beraberindeki şirket çalışanları son derece doğal bir hâlde birbirleriyle sohbet ediyor, heyecanla düğünün başlamasını bekliyorlardı. Büyük Bey de bu arada fevkalade huzursuz görünüyordu. Deyim yerinde ise diken üstündeymiş gibi ikide bir kımıldayıp duruyor, kafasını sağa sola çeviriyor, beraberindeki şef ve uzmanlar kendisine bir soru sorduklarında gözlerini kısarak bakıyordu.

Fırsatını bulup bir an önce buralardan uzaklaşması lazımdı onun. Kariyerine münasip bir yer bulmalıydı çabucak. Gerçi şirkette olduğu kadar kaba ve haşin görünmüyorlardı ama yine de mağrur, rahatsız ve “ben sizinle aynı karede bulunacak adam mıyım” pozlarındaydılar.

Aradan yirmi dakikalık bir zaman geçmişti. Salon, gittikçe yoğunlaşan davetlilerle biraz daha hareketlenmeye başlamıştı. Ön taraftaki koltukların boş kaldığını gören Büyük Bey yalnızca üç yere bakıyordu artık. Sağa sola, bir de en ön sırada bulunan kadife koltuklara… Ne yapıp edip bir an önce kapağı o boş koltuklardan birine atacak, kendince yeni keşif ve ikballere kapı aralayacaktı. Gözünü karartmıştı bir kere. Sanki her an uçacak, o kafasındaki yere konacakmış izlenimi veren tedirgin bir serçeyi andırıyordu.

Daha fazla dayanamamıştı. Ön taraftaki boş koltukların birkaç tanesinin düzgün giyimli ve fotojenik kişilerce doldurulduğunu görünce, gayet centilmen bir davranış sergileyerek aniden oraya doğru bir hamle yaptı.

Tam koltuğa oturuyordu ki, yandaki beylerden biri nazikçe ikaz etti:

— Beyefendi! Lütfen oturmayınız. O iki koltuk, az sonra gelecek yakınlarımıza ait…

Bu aksi gelişme Büyük Bey’in yeni bir çözüm bulmasına engel olamazdı. O da hemen üç dört koltuk yana kaydı, ön sıranın ortasına gelen boş yerlerden birine geçip oturdu. Sonra iyice arkasına yaslandı. Tam “ben yerimi buldum artık” havasında kravat ve mendilini düzeltiyordu ki; düğünün diğer davetlileri kadın erkek, büyük küçük, genç yaşlı birden salonunun tenha merdivenlerinden sel gibi akmaya başladılar.

Çok geçmeden ön taraftaki boş koltukların dışında her yer tamamen dolmuştu. Derken bir anda ekolu bir anons yankılanmaya başlamış, salonda küçük bir dalgalanma meydana gelmişti. Anons, birkaç milletvekilinin beraberindeki heyetle birlikte salona teşrif ettiklerini ilan için yapılmıştı. Nihayet yanlarında eşleri ve birkaç salon görevlisi olduğu hâlde geldiler, Büyük Bey’in oturduğu koltukla yan yana bulunan üç boş koltuğun önüne dikildiler. O anda özel giysili bir salon görevlisi hemen duruma müdahale etti:

— Beyefendi! Oturduğunuz koltuk da dâhil dördünü sayın vekillerimizle muhterem eşlerine ayırmıştık, kalkınız lütfen! Diyerek Büyük Bey’in yerinden kalkmasını istedi. Büyük Bey de:

— Ya öyle mi! Ham… Hımm… Şeklinde kem kümle karışık bir tepki vermeye çalıştı ve neye uğradığını şaşırdı. Önce oturduğu yerden kalktı, birkaç çekimser adım attı, etrafına şöyle bir bakındı… Her yer tıklım tıklım dolmuştu. Kendini birdenbire orta yerde öylece kalakalmış hissetti… Yüzü kıpkırmızı olmuştu. Tekrar karşıya, arkadaşlarıyla beraber kendisine ayrılan masalara geçmek için bir iki girişimde daha bulunduysa da bir türlü oturacak yer bulamamıştı. Zira aradaki bütün masa ve sandalyeler ailelerle dolmuş, oyun pistinin dışında adım atacak yer kalmamıştı.

Her şey hazırdı. Klarnetler hafiften vızıklamaya, sazlar tıngırdamaya başlamıştı ki, bu sırada davetlilerin bir kısmı Büyük Bey’in albenili giysilerle pistin orta yerinde arzı endam ettiğini görmüş; bu sanatçı galiba, az sonra terennüm edeceği şarkının melodisini bekliyor zannına kapılmıştı. Derken kan ter içinde kalan davetliler kalabalıktan bunalır gibi olmuştu ki, çok geçmeden salonun arka taraflarından:

— Haydi kardeşim! Ne bekliyorsunuz, çalsanıza! Gibilerden tek tük sesler duyulmaya başlamıştı.

Büyük Bey de daha fazla ortalıkta kalamazdı. Çok geçmeden bütün riski göze aldı ve son bir iki hamle daha yaptı… Bu sefer ayağına dolanan kablolar nedeniyle düşen mikrofonu düzeltirken onun şarkı söyleyeceğini sanan ve bir şeye sinirlenip sahneyi terk edeceği zannına kapılan bir grup genç davetli de olanları alkış ve ıslıklarla ufaktan protesto etmeye başlamıştı…

En sonunda Büyük Bey homurtular ve hayret dolu bakışlar altında pistin dört bir yanını dolduran davetlilerin sıkışık saflarını yara yara salonun kırmızı halı serili merdivenlerinden yukarıya çıkmış, kendini dışarıya zor atmıştı.

Zaman hızla akıp gitmiş, saatler günleri, günler ayları ve yılları birer bardak su gibi içmişti. Nihayet Büyük Bey’in de gün gelmiş yaşı kemale ermişti. Sonunda, istemese de emekli olmak zorunda kalmıştı. Bir zamanlar ebediyen kendi mülküymüş gibi gördüğü şirkete gelemez olmuştu artık. Zaten gelmesi de çok zordu ve kimsenin yüzüne bakacak hâli yoktu. Ancak onun dışındaki emekliler arada bir eski arkadaşlarını ziyaret ediyor, daha şirket binasının ana giriş kapısından adımlarını atar atmaz kendilerini tanıyanlar tarafından etrafları sarılıyor, sevgi ve saygıyla karşılanıyorlardı.

Aradan yaklaşık dört beş yıllık bir süre geçmişti. Hiçbir zaman kalplere ve gönüllere giremeyen Büyük Bey’in ismi ve imzası, sadece şirket arşivinde saklanan bazı tozlu dosyaların sarı sayfalarında kalmıştı.

Buruk bir eylül gününün öğle saatleriydi. Şirket çalışanlarından biri, bir zamanlar Büyük Bey’le beraber görev yapan şef ve uzmanların bir arada bulunduğu o meşhur, ince uzun odaya girdi. Ve ona ait acı bir haberi iş arkadaşlarına duyurmanın heyecanıyla:

— Arkadaşlar! Büyük Bey ölmüş, dedi.

Odaya birdenbire derin bir sessizlik çökmüştü. Sanki Büyük Bey’in eski çalışma arkadaşları, aynen onun bir zamanlar ortalığı zulmüyle sindirdiği günlerdeki gibi öylece başlarını öne eğmiş, sus pus olmuşlardı… Sadece, kendisini hiç tanımayan yeni yetme görevlilerden birinin gülücüklü dudaklarından:

— Öldüyse öldü, ne yapalım kardeşim, Allah rahmet eylesin… Şeklinde bir ifade dökülmüştü.

O, başlarını öne eğerek sus pus olan eski görevliler mi? Onlar da, arkasından sık sık “ölemez o!” dedikleri Büyük Bey’in birdenbire ölmesine üzülmüşlerdi.

Mesut ÖZÜNLÜ

* Bu öykü, belli bir resmî veya tüzel kuruluşa, birim ya da bireye yönelik olarak kaleme alınmamıştır. Bilakis farklı zaman ve mekânlarda olması veya yapılması muhtemel bazı doğru veya yanlışların hem birey hem toplum bazında birtakım olumlu veya olumsuz sonuçlarının olacağı, bu nedenle benzeri tutum ve davranışları yapmak veya yapmamak gerektiği hususunu dolaylı biçimde vurgulamak amacıyla senarize edilmiştir.

1 Yorum

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir