Ceviz Ağacı, Ölüm ve Saklambaç

“Ben bir ceviz ağacıyım, Gülhane Parkı’nda;
Ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında.”
                                                   Nazım HİKMET

 

Uzun saçlı, top sakallı herifin tekiydi onu ilk gördüğümde. Başında Che Guevara şapkası, parmaklarının arasında Samsun sigarası… Yazın ortasında ayaklarında postal. Sağında solunda birkaç tane de kız. Havalıydı aslında. Biraz da tuhaf. Ne bileyim, ya onlar çok anormaldi ya da ben garip!

İkinci sınıftayım. İkinci sınıfın ilk günü. Üniversite kampüsüne stant kurup başladılar ellerindeki bildirileri okumaya. Dayanamadım. İçlerinden erkeğe en çok benzeyene esaslı bir yumruk salladım. Sonrasını hatırlamıyorum. Gözümü açtığımda pansuman odasındaydım. Karşımda yine o meymenetsiz yüz. İkimizin de muhtelif yerlerine dikişler atılmış, pansumanlar yapılmış. Biraz sonra hastane polisi geldi. İlkin ona sordular: “Kim yaptı?” O an göz göze geldik. Morarmış gözlerim kin kusuyordu. Gözümün içine bakarken: “Bilmiyorum!” dedi, “Kaçtılar, göremedim.” diye ekledi. Üstelemedi polis. Bana da aynı soruyu sordular. “Bilmiyorum!” dedim ben de.

Hakikaten bilmiyordum. Neden kavga etmiştim. Sol neydi, sağ neydi? Bu tahammülsüzlük neden? Hepimiz aynı vardan var olmamış mıydık? Hepimiz bir parçanın farklı renkleri değil miydik? Mesele neydi? Neden…

Kafamdaki deli sorular beynimi zonklarken acilin kapısından dışarı attım kendimi. Biraz ötede, duvara yaslanmış buldum adamı. Bir elinde cigara, diğerinde simit. Vardım yanına.

Bakışlarım yerde:

“Bak hele kardeş!” dedim. Sustu önce. Sigaradan derin bir fırt çekti. Kederle karışık bir duman saldı yüzüme.

“Söyle yoldaş, dinliyorum.” dedi.

“Hakkını helal et kardeş!” dedim.

“Helal olsun yoldaş!” dedi. Zerre kadar kin gütmeden sigara uzattı. Aldım. Bir de yaktı sigarayı. İçtim. Öksürdüm. Güldü.

“İlk defa mı içiyorsun?” dedi. Öksürmekten cevap veremedim. Gülüştük. Tuttum kolundan, Kardeşler Çorba Salonu’na gittik. Ben de çorba ısmarladım. Çorbadan sonra birer sigara daha içtik. Bu sefer az öksürdüm. Az güldük. Sarıldık birbirimize, evlerimize dağıldık.

Birkaç gün sonra evine davet etti beni. Gittim. Çiğ köfte yoğurdum. Saz çaldılar. Kızlar da oradaydı. Ahmet Kaya’dan türküler söyledik. Ahmet Telli’den şiirler okuduk. Kaçak çay içtik. Tütün sardık durmadan. O gün namaz kılmayı unuttum. Gece yarılarına kadar halay çektik. Okey oynadık. İlk hırsızlığımı orada yaptım: Taş çaldım. Hem de kaç kere.

Ev arkadaşlarım böyle davranmama anlam veremediler ilkin. Uyardılar, tehdit ettiler belki de. Ciddi olduklarını görünce kendim ayrıldım. İstifa ettim vesselam! Onlarsa düşman kesiliverdiler.

“Mahir kardeş!” dedim.

“Buyur yoldaş.” dedi.

“Bir mahzuru yoksa birkaç gün sizde kalabilir miyim?” dedim.

“Aşk olsun! İstediğin kadar kalabilirsin.” dedi. Kırmadım kendisini. Süresiz kalmaya karar verdim. Süresiz kardeş kalmaya, belki de yoldaş olmaya…

Ben onlara çiğ köfte, onlar bana saz çalmayı; ben onlara Fazıl’ı onlar bana Nazım’ı öğretti. Ben onlara dostu sevmeyi, onlar bana dost yolunda ölmeyi belki de…

Ertesi yıl kampüsün girişinde yeni gelen öğrencileri kapmak için sağcıların standına karşın biz de stant açtık. Bildiriyi bu sefer ben okudum. Saçlarım da epey uzamıştı. Ayaklarımda postal, dudaklarımda cigara. Resmen lisanslı solcuydum artık.  Kız arkadaşlar da var yanımızda. Acayip renkli ve de keyifliyiz.

Gece de yatmıyoruz. Sokaklara baştan ayağa yazılar yazıyoruz. “Devrim devrim!”  diye yoksulların kokan nefeslerine merhem sürüyoruz.

Karanlık çöktü mü şehre daha keyifli oluyor. En derin uykularda mışıl mışıl uyurken kızlar, biz bekçilerle saklambaç oynuyoruz. Düdük sesi ötmeye başladığı vakit art arda boya kutularını atıp Gülhane’deki ceviz ağaçlarına çıkıyoruz. En yükseğe. Görmüyorlar bizi. Biz, yer yarılmış da içine girmişiz; onlarsa efsunlu parkın şaşkın aptallarını oynuyorlar. Kabullenmeyip tuhaf tuhaf etrafa bakıyorlar. Kederlenip bir de cigara yakıyorlar. Mahir’le bakışıyoruz yine: “Aman, yakalanmamak gerek!”

Ebelenmek ölüm kadar eğlenceli, yaşam kadar tehlikeli çünkü!

Oysaki en tepede; bir nefes kadar yakınız. Bir çağ kadar uzak da olabilir. Belki de orta çağ kadar karanlık bir mesafe de olabilir aramızdaki. Gidiyorlar sonra. Aramızdaki mesafe daha da uzuyor. Karanlığın rengi daha da kapkara bir anlamsızlığa bürünüyor.

Gece soğuk, gece derin, gece ölüm gibi beyhude. Bir türlü sadık olmuyor gece. İhtiyatlı davranıp inmiyoruz hemen. Kızlar da meraklanıp düşüyor sokaklara. Gökyüzüne bakmadan arıyorlar bizi. Çöp konteynırlarına bakıyorlar ilkin. Kâğıt üstüne uzanmışlardan sanıyorlar belki de bizi. Hâlbuki bilmezler ki kartallar yüksekten uçar. Bilmezler ki…

Yıldızlara özenip gökyüzünde asılı kalıyoruz niceleri. Sabahlara kadar keder öğütüyoruz. Yüksekten güç alıp kibirli türküler çığırıyoruz.

Derken bir gece etrafımızı bekçiler sarıyor. Ceviz ağaçlarından olabildiğince uzak. Kaçıyoruz. Yere kapaklanıyorum ben. Cop üstüne cop yiyorum. Dönüyor Mahir, üstüme atılıyor. Copları paylaşıyoruz. Kardeşçe! Ağzımız burnumuz kan içinde. Gözümüzü bu sefer nezarethanede açıyoruz. Başımızda pos bıyıklı bir polis müdürü: “Pezevenkler!” diyor tok sesiyle. “Siz ölmek mi istiyorsunuz?” Mahir’le göz göze geliyoruz. İçimizden sessiz bir lisanda:

“Eğer yaşamak buysa, neden olmasın, neden!” diyoruz.

Recep TURAN

One Ping

  1. Pingback: Portakallı Pasta | Yasemin Kuloğlu’ndan Küçürek Bir Öykü - dibace.net - Zamanın İzinde...

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *