Her şeyden önce belirtmek gerekir ki din ve ahlak farklı alanlardır. Onlar birbirine karıştırılınca, karşımıza kanımca ne din ne de ahlak olan “dinî ahlak” diye nitelenen bir şey çıkmaktadır.
Dinî otoriteler ve ilahiyatçılar, “Ahlaki değerlerin kaynağı dindir.”, “Din olmasaydı ahlak da olmazdı.”, “Dini olmayanın ahlakı da olmaz’.” gibi yargılar ileri sürseler de tarihsel açıdan, ahlakın dinden değil, dinlerin ahlaktan destek aldıklarını söylemek daha doğrudur.
“Ahlakın dinselleştirilmesinin ne sakıncası var; dinden destek alan bir ahlak daha iyi değil mi?” diye sorabilirsiniz. İlk bakışta masum gibi görünen bu istek, derinlere inince bizi ahlaki sorunlarla yüz yüze getirmektedir.
İşte sorunlardan bazıları:
İlk sorun, dinsel ahlakın, zümre ahlakına dönüşmesi ve ayrımcılığı tetiklemesidir. Bu ilginç bir durumdur; zira dinler kendilerini genelde evrensel olarak konumlandırsalar da diğer din mensuplarına ve inançsızlara karşı bir ötekileştirme içinde olurlar ve çoğu kez, onlara karşı ahlaki bir sorumluluk hissetmezler. Hatta onları, ikincilleştirirler ve kimi zaman onlara yaşama hakkı bile tanımazlar.
İslam’daki, müşriklerin öldürülmesi yargısı ile mürtedin (dinden dönenin) yaşam hakkının olup olmadığı tartışması buna ilginç bir örnek olsa gerekir. Bu; nadirattan değildir, oldukça yaygın bir durumdur.
Söz gelimi, ünlü İslam düşünürü Ebu Hamid Gazzali, el-İktisâd fi el-İtikad adlı yapıtında; kılıçla iman, inançsızın yaptığı iyilikler, yalan söyleme, düşman hükümdarın öldürülmesi, inançsızın birinin eşiyle zina etmesi vb. örnekler üzerinde dururken şöyle der: “Müslümanın bedenini ateşte yakmak şer olduğu hâlde, kâfirin bedenini yakmak hayırdır ve şerri, def etmektir. Fakat kâfir, İslam’ı kabul ettiği anda, onun ateşte yakılması şerre dönüşür; yine, Müslüman bir kralı öldürmek şerdir ancak Hristiyan bir kralı öldürmek şer değil aksine hayırdır.”
Aynı durumun, aynı din içinde ortaya çıkmış mezhep, cemaat ve tarikat yapıları için de geçerli olduğunu tarihsel ve gündelik deneyimler göstermektedir. Nitekim biri diğerini “zındık” kabul etmekte ve diğerine karşı etik sorumluluğunu hiçe saymakta, hatta birbirlerini öldürmektedirler. Bunun en güçlü kanıtı geçmişte Hristiyan dünyasında yaşanmış, günümüzde bile İslam dünyasında devam eden mezhep ve cemaat kavgalarıdır.
İkincisi, dinsel ahlakın genelde çıkara dayandırılmasıdır. Burada çıkar; daha çok “Allah rızası, cennete girme, cehennemden kurtulma” gibi öte dünya odaklıdır. Bu öte dünyacı anlayış, çıkarı bir alışkanlık hâline getirdiği gibi, işi yer yer “Allah için öldürmeye, Allah için yakmaya” değin vardırabilmektedir. Ayrıca, “Müminler kardeştir.” şiarı; “Mezhep, cemaat ve tarikat üyeleri kardeştir”e dönüştürülmekte, onlara hakkı olmayanı vermek, ahlaki bir kılığa büründürülmektedir. Çatışmanın ve çeşitli kayırmacılıkların en temel nedeni bu olsa gerekir.
Üçüncüsü, dinsel ahlakın gevşekliğe yol açmasıdır. Hemen tüm dinlerde şefaat, tövbe, günahlardan arınma gibi yapılar bulunmaktadır; bu ise ahlaki değerlerde gevşekliğe yol açmaktadır. “Tövbe ederim, günah çıkarırım.” mantığı ya da “Hacca gider, arınırım.” düşüncesi vb. bunun ilginç örnekleridir. Ne de olsa “ölüme değin” arınmaya zaman vardır. Tarihte kalmış ve değerlerde, Eş’arî öznelciliğine karşı nesnelciliği savunmuş bir İslam mezhebi olarak Mu’tezilenin şefaat vb. yapıların ahlaksızlığı tetiklediği fikrini ileri sürmesi oldukça ilginçtir. İlginçtir; büyük olasılıkla salt teorik tartışmalara değil, aynı zamanda gözleme dayalı bir yargı olsa gerekir.
Dördüncüsü, ahlakla ilgisi olmayan şeylerin ahlaki kılığa büründürülmesidir. Dinin metafizik dogmalarıyla ahlak kuralları iç içe geçmiş bir vaziyette bulunduğu için dindar kişiler, ahlakla ilgisi olmayan bir dogmayı inkâr etmeyi ahlaka aykırı hareket etmekmiş gibi algılamaktadır.
Ayrıca dinsel dogmaların devamı için gerekli olan bazı ritüeller ve ibadetler, etik davranışlarmış gibi insanlara telkin edilebilmektedir. Mesela bir Müslümanın namaz ve oruç ibadetlerini yerine getirip “ahlaklı insan” kategorisine girmesi ve bunları yerine getirmeyen Müslümanın “eksik” kategorisine sokulması gibi… Aynı durum içki vb. için de düşünülmektedir. Yani içmeyen, ahlaklı; içen, ahlaksızmış gibi lanse edilmektedir.
Beşincisi, dinsel ahlak, ahlakı dinsel buyruğa indirgediği için, ahlaki değerler üzerinde kafa yormayı, onların ontolojik ve epistemolojik temellerini irdelemeyi de engellemektedir. Bu buyrukçu durum, ahlakın kaynağını insanın dışına ittiği için, insanın etik özne olmasına, eylemlerinin yükümlülüğünü üstelenmesine de ket vurmaktadır. İnanan kişi buyruğu çoğu kez düşünmeden yerine getirmektedir ve doğan sonuçları üstlenmemektedir. Daha da kötüsü, dinsel ahlak, dinsel metinlerde yer alan, tarihsel koşullu buyrukların, düşünülmeden aynen uygulanmasına yol açmakta; modern değerleri benimsemeyi güçleştirmekte, ahlaki değerler durağanmış gibi bir algıya yol açmaktadır. İslam dünyasında, hâlâ devam eden Orta Çağlarda oluşturulmuş kadına yönelik ahlaki cenderelerin, onun ikincilleştirilmesinin ve nesneleştirilmesinin, namus göstergesi hâline getirilmesinin, kadının özneleşememesinin temelinde, tarihsel koşullu buyrukların literal (zahiri) algısının etkilerinin olmadığını söylemek, kanımca gerçeğe gözleri yummak demektir. Dinsel ahlakın, dışsalcılığı ve buyrukçuluğu, etik öznenin inşasını imkânsızlaştırması bir yana, değer üretimini de kösteklediğini ısrarla belirtmek gerekir.
Dinî ahlakın, yani dışsal ve buyrukçu ahlakın, bu türden sakıncalarına rağmen, bizim eğitim sistemimizin temeline oturtulması oldukça düşündürücüdür. Oya basit bir gözlem bile, dindarların pekâlâ ahlaksızlık yapabildiğini, dinsizlerin ise pekâlâ ahlaklı olabildiğini göstermektedir. Çünkü din ile ahlak arasında kopmaz, zorunlu bir bağ bulunmamaktadır. Din ile ahlak arasında bağ kurulup eğitim aracılığıyla pompalanınca, namaz kılan, oruç tutan ve bunları göstere göstere yapanlar, yani dindeki adıyla münafıklar, hakları olmadığı hâlde ahlaki bir zırh kazanmakta, insanların gözünü boyamaktadırlar. Bunu iyi bilen siyasiler, sanırım bu işten en çok çıkar elde eden grubu oluşturmaktadırlar.
Hasan AYDIN

Son Yorumlar