Tanpınar’ın İkliminde Işığın Peşine Düşmek

“Yalnız insanoğlunda idi ki yekpare ve mutlak zaman, iki hadde ayrılıyor içimizde bu küçük idare lambası, bu isli aydınlık çırpındığı,çok basit şeylere kendi mudil riyaziyesine soktuğu için, süreyi  toprağa düşen gölgemizle ölçtüğümüz için, ölüm ve hayatı birbirinden ayırıyor ve kendi yarattığımız bu iki kutbun arasında düşüncemiz bir saat rakkası gibi gidip geliyordu. İnsanoğlu, zamanın bu mahpusu, onun dışına fırlamağa çalışan bir biçare idi.”  

                                                                                          Ahmet Hamdi Tanpınar

 

Işık… Semada  milyarlarca  yılın  ustalığıyla  dönüp  duran  yıldızlardan  şavkıyan  ışık…  Güneşten  hücum  eden  billur  sağanak, toprağa  işleyip  hayatı  başlatan  büyü.

Her  gün  doğumunda  tohumu çağıran  anaç  bir  dokunuş  dökülür  yeryüzüne. Börtü  böceğe  kımıl  kımıl  yaşama dürtüsü  aktaran  bir  imkândır  bu. Suya  düşen,  ağaçlara  tırmanan  ilahi  bir  nefes… Dirimi  daim  kılan  simyadır  ışık. Zaman  geçer, meyvelerden  damlayan  rayihaya  dönüşür. Boyun  büküp  rüzgara  karşı  ayakta  kalmaya  çalışan  bir  sap  gelinciğin inancıdır. Parsın gözündeki  alevdir  kimi  zaman. Göğe  sefer eyleyen  kuşların  güvencidir. İnsancığın  etine  yapışıp   hücrelere  uğrun  uğrun  yayılan  bir  bengisudur. Aydınlıktır. Kainatın,  dirimin  ve  aklın  aydınlığı.

Geceye  baktı  insancık, göğün  sonsuzluğuna. Korkunç  uzaklıkların  yorgunluğuyla  ipildeyip  duran  yıldızları  seyretti  ve  kıpırtısız  bir  ışığa  kesen  uzak gezegenleri… Bir  avuç  ışık  yumağı  halinde  kâh  görünüp  kâh  kaybolan  galaksilerin  bilinmezliğine  baktı. Karanlığa  bürünmüş  yeryüzüne  döndü  sonra. Tabiatın  derinlerden  yükselen  uhrevi  sesini  dinledi. Kuytularda  fırsat  kollayan  hayvanların  sabırsız  solumalarını  duydu. Ormanların  derinliklerinde  ölüme  terk  edilmiş  yaşlıların  iniltilerini  işitti. Dağların  heybetli  homurtularına,  ağaçların  ahraz  fısıltılarına  kulak  verdi. Devasa  manzara  içinde  ne  kadar da  küçük  ve   çaresizdi. Doğduğu  günden  itibaren  mağlup  olan  varlığı ilk  kez  saplanıp  kaldığı  yazgıyı  aşmayı  düşledi.

İnsan  en  çok  kendinin  uzağındadır. Dış  dünyaya  açılmadan, yeni  iklimlere,  yeni  coğrafyalara  ulaşmayı  düşlemeden  önce  kendi  içine,  yaradılışının sırlarına  eğildi  insancık. Korkularıyla  yüzleşti, acılar  yaşadı, dehşete  kapıldı  kimi  zaman. İç  âlemine  doğru  kendisini  götürecek  olan  izleri  sürdü. Yavrularını  kucaklarken  ve doğanın  bahar  vakti  renge, kokuya  kesmiş  manzarasını  izlerken  kalbinde  kıpırdanan  duyguyu  adlandırdı. Sevgi  filizlendi,  boy  attı  insanın  kalbinde. Mülkiyet  hırsına  kapıldıkça  başka  duygular  da  keşfedecekti: nefret, kin  ve  öfke… İnsanın  kendini  keşfetme  süreci  hiç  bitmeyecekti.

İlkel  dürtülerle de  olsa  iç  dünyasına  eğilen  ve  kendini  tanımaya başlayan  insanoğlu  ufkunu  genişletmek  ve  öteyi,  ötekini  tanımak  hevesiyle  aklın  sınırlarını  zorladı. Kainatı  kendi  akisleriyle  yaratma  hevesiyle  mağarasından  çıkıp  karanlığa  bürünmüş  göğün  altında  ilk  ateşi  yaktı  ve  aydınlandı  hayat. Uzayın  dipsiz  boşluğuna  yapışıp  milyonlarca  yıldır  dönüp  duran  gezegenin  geceye  vuran  yüzü  aklın  ışığıyla  aydınlandı. Bu  mecalsiz ışık,  kainatın  sonsuzluğuna  ağdı  derken. Akıl  almaz uzaklıklarda  uçsuz  yalnızlıklarının  heybetiyle  dönen   gezegenler, yıldızlar, galaksiler bu  ışığı bekledi.

İnsanoğlu  korkan  mahluktu. Aklın  zaferiyle  korkutucu  ve  sonsuz  karanlığa  ışık  tutan  beşer, tekamülün önünde  yükselen  acziyet  dağlarını  aştı  ilk kez. Karanlığın  derinlikten  yoksun  varlığı  bir  deli  gömleği  gibi  yapışıyordu  insanın  bedenine.  Karanlık  çaresizliği  ve  güçsüzlüğü  telkin  eden  yoğunluğuyla  beşeri edilgenliğe  mahkum  ediyordu. Oysa  insan,  tecrübelerini  yeni  hamlelere dönüştürdüğü  ve  önüne  çıkan  sorunlara  çözüm  bulduğu  için  ayağa  kalkmıştı. Büyük  beyninin  kapasitesiyle  geliştirdiği el  becerileri  ona  alet yapma  ve   bu  aletleri  hayatı  kolaylaştırıcı  şekilde  kullanma  imkanı  vermişti.

Mağara  duvarına  resimler  çizerek  sanatın  sıtmasına  tutulan  insanoğlu  sözcüklerin  büyüsünü  keşfetti  sonra. İçgüdülerinin  çağrısıyla  dile  gelen  ünlemlerden,  homurtulardan  öte, sesin  ve  anlamın  estetiği  kendi  şarkısını  yapacak  bir  yetkinliğe  ulaştı  hançeresinde. Ünlemler  eylemlere  evrildi. Eylemler  yansıma  sözcüklere  ve  tasvirin,  ayrıntının  muştusu  sıfatlara… Eşyanın  birer  birer  sese  dönüşmesi  dilin  imkanlarını  geliştirdi. Birbirine ulanan  sözcükler  zihnin  sınırlarını  genişletti.

Anlamın  ve  uyumun  büyüsü  şiire  mayalandı  derken. Şiirin  ulvi tınısını  keşfetti  insan. Felsefenin  ilk  nüveleriyle  şiir  aynı  zamanlarda  tohumlandı  beşerin  zihninde. Evrendeki  korkunç  yalnızlığının  farkına  varan  insancık  göğün  sonsuzluğuna  bakıp  hayatı  sorguladı. Yaradılışın  sırlarını  merak  etti. Gündüz  vakti  neden  kararırdı  güneş, deli bir  öfkeyle  neden  sallanırdı yeryüzü,  gökten  yağan  ateşlerin sebebi  neydi? Bilginin  kıtlığı, mitlerin  ve  destanların  olağanüstü  iklimine  mahkum  etti  gökten  yalnız  bir  felaket  bekleyen  beşeri.

Şiir, belki  de  bilinmezin  duasıydı. Şiirin  büyüye  çok  benzeyen  bu  muhayyile  oyununda  kendini  kainatın  ritmine  dahil edecek  anlamı  aradı  insancık. Şiirin ve  ezginin birlikteliği  kutsal  bir  söyleme  dönüştü. İnsanı  kötülüklerden  koruduğuna  inanılan  ritüeller ortaya  çıktı  sonra. Dünya  ile  ahiret  arasında  aralıklı  bir  kapı  gibi  duran  garip  bir  zamanda  şamanlar  biteviye  meçhule  seslendi.

                                                 ***

İnsan  en  çok  kendinin  yabancısıdır. İçe  dönüşün, içsel  yolculuğun  sonu  yoktur. Keşfedilmemiş  nice  karanlık  ormanlar, nice  günlük  güneşlik  bahçeler  durur  derinliklerimizde. Dış  dünyanın  karanlığına  ışıkla  başkaldıran  insanoğlu  kendi  karanlığına  eğilmekte  zorlanır. Sevginin  güneşli,  pırıl  pırıl  göğünün  altında  kötülüğün,  nefretin, zulmün  bataklığı  dipsiz  bir  kuyu  gibi  oyulur. İnsanın  insana  hücumu Habil  ile  Kabil’den  bu  yana  içimize  çöreklenen  bir  safradır.

Tarihin  her  dönemi  insanın  kendisini  arayışının  öyküsüdür. Akdeniz’in  bereketli  ve  anaç  ikliminde  kendi  aydınlığının  peşine  düşmüştür  insanoğlu. Bergama’da, Milet’te, Efes’te  ve  daha  nice  tiyatroda  harmanlanan  teatral  ruh  Anadolu’nun  kadim  toprağına  sinmiştir. İnsanın  kendine  yolculuğu  ve  özünü  arayışı  felsefenin  katmanlı  mermerinden  kotarılmış  birer  yontu  gibi  yükselmiştir  Akdeniz’e  doğru. Homeros’un davudi  sesi  yankılanmıştır  Ege  kayalıklarında. Antikçağ, yavaş  yavaş  bütün  başlangıçları  kendisinde  bulan  beşerin özünü yakaladığı  bir  dönemdir.

İnsan  en çok  kendinin  düşmanıdır. Tutkuyla, özveriyle, hesapsızca  sevmenin de  ustasıdır  aynı zamanda. Karanlık, derinlerden  yükselip  bir sıtma  gibi  varlığını  sarınca merhameti, sevgiyi, aydınlığı  unutur. Hayatın  efendisi  olmak  ister  beşer. Aslında  cehaletin  vahşi  boşluğu  çağırır  kötülüğü. Bilgiden,  öğrenme  dürtüsünden  uzaklaşıp  erdemleri  göz  ardı  ettiği  anda  batıl  kara  bir  humma  gibi  çöker  hayatın  odağına  ve medeniyetin  hayat  felsefesi  kötülükle  mayalanır. Aydınlığa  ulaşma  adına  nice  bedeller  ödenir, nice  canlar  yiter  sonra. Ortaçağ  tekamül  adına  ağır  bedellerin  ödendiği  bir  çöküş  dönemidir.

Gün   gelmiş, uçsuz  ummanlara  ölümü  pahasına  açılarak  başka  iklimlerin, bilinmez diyarların  peşine  düşmüştür  beşer. Bitmeyen  bir  arayış, bitmek  bilmeyen  bir  yolculuktur  ömür. İnsan  ışığı  mı  arar  yoksa  aşamadığı  kendi  karanlığından mı kaçar? Bilinmez. İnsan  keşfettiği  coğrafyalara  karanlığını  akıtmıştır  ilkin. Öteyi  yağmalamış,  ötekini  katletmiş  ve  zenginlikleri  kendi  topraklarına  taşımıştır. Rönesans, Ortaçağın değiş  tokuş  edilmiş  karanlığından  ibarettir  belki de. Yeni  dünyalara  Ortaçağ  karanlığıyla çöken  beşer, coğrafi  keşiflerin  kanlı servetiyle  aklın  ve  sanatın  saltanatını  kurmuştur.

Varlığın çemberinden çıkmak, bütün  tenakuzlarından  kurtulmak, zamanı  yakalayıp  ölümsüzlüğe  ulaşmak  adına  sanatın  gücünü  kullanmıştır  insanoğlu. Yontulardan  resimlere, tapınaklardan  romanlara nice  eşsiz  eser  ortaya  koymuştur, fakat  tüm  yeryüzüne yayılacak  bir  aura  yaratamamış, sayısız  deha  ürünü  ümitsiz  imdat  işaretlerinden  öteye  geçememiştir.

                                                   ***

Huzurun  ve  mutluluğun  saltanatını beklemek… Ne  büyük  yanılgı! Yüz  binlerce  yılın  bilgi  birikimiyle  demire  ve  betona  hükmeden  insan  içindeki  karanlığa  çare  bulamadı  hâlâ. Kainatın  sırlarına  vakıf  olma  amacıyla  her türlü  teknolojik  imkanı  kullanan  beşer  aynı  zaman  diliminde,  aynı  gezegende  vahşetin  ve  yıkımın  da  sürdürücüsü  olmaya  devam  ediyor. Ölümün mü  hayatın mı  çocuğuyuz? Can  alıcı soru  bu. Savaşlardan  ibaret  insanlık  tarihi  yine  bildik  alışkanlıklar  üzerine  kuruluyor. Şehirler  yerle  bir  oluyor, önyargılar,  kör  inançlar  uğruna  çocuklar  ölüyor  dünyanın  dört  bir  tarafında. Henüz  dünya  savaşlarının  dehşeti  silinmiş  değil. Hâlâ  Ortaçağ  karanlığını  andıran  savaşlarla  yüz  yüzeyiz.

Büyük  göçler  yaşanıyor  hâlâ. İnsanlar  kaybettikleri  huzuru  ve  mutluluğu  uzak  coğrafyalarda  arıyor. Çocuk  cesetleri  vuruyor  kıyılara. Onlarca,  yüzlerce  çocuk  göğe  takılıp  kalmış  bakışlarıyla vahşetin  nedenini  sorguluyor  sanki. On  binlerce  kütüphane  dolusu  kitap, elektronik  ortamdaki  devasa  bilgi  havuzu, insanın  ortak  kültürünün  yüz  akı   sayısız  sanat  eseri  aydınlık  bir  gelecek  kurma  noktasında  yeterli  olmuyor.

Kelimeleri, hayalleri canlandıracak  bir ateşin peşindeki  beşer  yaktığı  ateşi  aydınlanmak  ve  aydınlatmak  yerine  yakmak  ve  yıkmak  için  kullanıyor. İçimize  çöreklenen  kadim  nefret, kin  ve  hırs  yabanıl  dürtülerimizi  ön plana  çıkarıyor. Yavaş  yavaş  aydınlanan  imkan, kendi  karanlığımıza  yansımadığı  sürece  yıkımlar  devam  edecek.

Huzurun  ve  mutluluğun  saltanatını  beklemek…  Ne  büyük  yanılgı! 

                                             ***

Işık… Kainatın  dipsiz  boşluğunda  tutuşup  zamana  meydan  okuyarak  yerküreye  ulaşan  ışık… Güneşten  hücum  eden  kadim  sağanak, suyu  mayalayıp  hayatı  başlatan  büyü.

Her  gün  doğumunda  bereketi  muştulayan  bir  soluk  ışkın  sürer  göğe. Kurda  kuşa  uğrun  uğrun  yaşama  dürtüsü  aktaran  bir  cevherdir  bu. Havaya  karışan, yağmura  kesen  ilahi  bir  nefes… Hayatı  muzaffer  kılan  bir  sevdadır  ışık. Zaman  geçer,  başaklardan  dökülen  buğdaya  dönüşür. Atlas  gibi  imkansızı  yüklenip  ağaca  tırmanan  karıncanın  sabrıdır.  Ceylanın  gözünde  kavislenen  sürmedir  kimi  zaman. Ummana  sefer  eyleyen  denizcilerin  pusulasıdır. Bitkilerin  etine  işleyip  damarlara  usul  usul   yayılan   özsudur. Aydınlıktır. Kainatın, dirimin  ve  aklın  aydınlığı.

Her  şeye  rağmen  insana  ve  geleceğe  inanmak mecburiyetindeyiz.  Kalbimizde  işleyip  duruyor  hâlâ  ümit denen zemberek.

Ümit!..

Murathan ÇARBOĞA

Not: Koyu  renk cümleler Tanpınar’a aittir. Bu  yöntemle  cümleler,  metnin  bünyesine  dâhil  edilmeye  çalışılmıştır.

Kaynakça:
-Huzur – A. Hamdi Tanpınar – YKY
-Saatleri Ayarlama Enstitüsü -A. Hamdi Tanpınar – Dergah Yayınları
-Hikâyeler -A. Hamdi Tanpınar – Dergah Yayınları
-Beş Şehir- A. Hamdi Tanpınar – Dergah Yayınları

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir