Kırmızı Şapkalı Kız Kurdu Nasıl Yedi?

Yıllar önce kitaplığına hayran olduğum bir hanım avukat, “Okurken düşünmek istemiyorum” cümlesiyle beni çok şaşırtmıştı. Duvarı boydan boya kaplayan raflar, yüzlerce polisiye, gerilim ve ‘Bestseller’ olarak bilinen aşk romanlarıyla doluydu. Yaklaşımı ilkin bana saçma geldi ve benim gerçeklerimle örtüşmüyordu. Çünkü kitap okuduğumda düşünmek isterim, başka bir şey değil!

Ancak ben, bir hukukçu değildim ve hiç bir şey, hiç kimse beni günlük olarak başkalarının sorunları hakkında düşünmeye zorlayamazdı. Bu tavrım o kadar ileri gidiyordu ki, insanları düşünmemeye teşvik eden kitapları bile düşünerek okuyordum. Onları gözümde ilginç kılan şey tam olarak buydu – hele Almanca yazılmışlarsa…

En sonunda Alman dilindeki ilk ‘Bestseller’ kitabımı okudum. Eh, okumak denirse artık ona! Kibarca ifade ettim vaziyeti yalnızca. Her gün birkaç sayfa üzerinde çalıştım, kendime işkence ettim, bir ay boyunca göz gezdirdim ve muhtemelen her üç kelimede bir sözlüğe baktım.

Sanırım, bu seviyede ve edebi değeri yüksek bir ‘eser’ okumadığınızı ve her ayrıntıyı anlamadığınızı söylememe gerek yok! İlkin uygun bir kitap bulmak için uzun bir süre aramak zorunda kaldım. Sanat tarihi alanında yazılmış birkaç kitap okumayı denedim ya da bir iki roman inceledim, hatta semt kütüphanesinden masal kitapları ödünç aldım.

Yabancı bir dili, ister eski ister yapay ister özel olsun, kavramak epey zaman alır. Ancak keşfettiğim son kitap, ilk okuyuşta, bende unutulmaz bir iz bıraktı: Erkekler için en büyük bulmacanın kadın olduğu biliniyor. Tersi o kadar da karmaşık değil!

Romanlarda kullanılan dil ve üslubun yanında, kadınların nasıl ve ne düşündüğünü öğrenmek ve sadece kadınlar için roman yazmak ne anlama geliyordu? Ve yukarıda andığım avukat hanım gibi çok ama çok sayıda kadın olmalıydı ki, bu tür kitaplar milyonlarca kez satılmış; örneğin Heinz G.Konsalik Almanya’da 40 yılda 120 roman yazmış, 80 milyon okuyucuya ulaşmış!

Konsalik hemşerimiz bir yazar ve alanında 1 numara olmuş hep. Onunla alay eden eleştirmenler hem ismini unutturmak hem edebiyat tarihinden silmek istemişler, çünkü tek başına tüm Alman yazarları geçmesine dayanamamışlar.

Konsalik, çoğunlukla iç piyasa için yazmış ve muhtemelen bu tarz yazmayı Amerikalılardan öğrenmiş. Şahsen Amerikalı yazarlarını okumam.

Stephen King dahi olsa kararımı değiştiremez. Neredeyse hepsinin ortak bir yanı var: Hız ve ivme duygusundan yoksun ve Hollywood söylemine çok yakınlar. 

İşte annesinin kızlık soyadını kullanan Alman yazar Heinz Konsalik tüm bu zayıf noktaları yakalar ve onları, can sıkıcı bir hikayeye bağlar. Ve romanların ekserisinde olaylar şöyle gelişiyor: Zeki, çalışkan, başarılı bir erkek ve ayrıca kadınların kalbini eriten bariton bir ses.

Peki, okuyucu bir şeyden şüpheleniyor mu? Evet, ilk andan itibaren sonucu hissediyor. Ve sonunda iki sevgili yatakta buluşuyorlar.

Özetle, öykü bir kurbağa prens masalının modern versiyonu. Kadınların ne istediğini anında bilen bir rüya adam kadını daldığı derin uykudan uyandırıyor.

Erkek hikâyeleri ise “Sex and the City” tarzında bir iç olay örgüsü olarak gelişiyor. Genç kızın hayatındaki dönüm noktası her zaman bir kutlama veya eğlence olur.

Eğer yanında ya da çevresinde yakışıklı bir erkek varsa, kız, diğer tüm kadınları alt etmek, en güzel ve aynı zamanda en çekici olmak ister.

Doğrusu, erkek de mükemmel bir iş çıkarır ve ilk kez bir erkek gibi davranır: Kadına emreder! Özgürlüğüne o kadar çok düşkün kadın şaşkınlıkla fark eder ki güçlü bir erkeğin iradesine boyun eğmek ona iyi gelmiştir!

Demek yıllardır aradığı şey budur, ihtiyacı bulunmadığı halde her bakımdan güçlü bir erkeğin kanatları altına girmek… Şüphesiz, ona yön veren, nereye gideceğini söyleyen makam ve mevki sahibi bir erkek olmalıdır bu kişi.

Yine kadınların kendi aralarındaki konuşmalar öğreticidir. Konular zengin ve oldukça geniştir.

Kadınlar ekseriyetle otuz yaş üzerindedirler ama çocukları yoktur, ama bazıları çocuk sahibi olmak ister, ancak göğüsleri sarkacağı ve figürleri bozulacağı için bundan uzak dururlar. Asla yaşlanmak istemezler.

Fakat biyolojik saat işlemektedir ve çaresizdirler. Her fırsatta kuşkulandıkları kocalarının ihanetiyle birlikte zayıflama diyetleri de tartışılır. Çoğunun mutsuz ilişkiler içinde yaşamasının ana nedeni kıskançlıktır.

İnanması belki zor, ama uzun ve yavan diyaloglarda ele alınan öyküler beni bir hayli sardı. Ayrışmalar yüzünden huzuru kaçmış  bir toplumda, karşılıklı güvenin zayıfladığı bir zamanda modern insanın derbeder ruh halini yansıtıyorlar.

Meselenin özünde cinsiyet ayrımcılığı ile kadın doğası ve kendi kaderini çizmek ile toplumsal baskı arasındaki çatışma yatmaktadır. Velhasıl kadınlar umutsuz bir durumla karşı karşıyadır: Kimi baştan çıkarılmak, kimi aşk yoluyla fethedilmek istemektedir, ancak kendilerine erkek milletine karşı dik durmaları gerektiği de öğretilmiştir.

Hem en tatlı iltifatlarda eriyorlar hem de erkeklere karşı kesin bir güvensizlik besliyorlar. Çocuk istiyorlar ama özgürlük konusunda taviz vermeye yanaşmıyorlar. Medyayı abartılı bir moda ve estetik çığırtkanı olarak buluyor ama ısrarla takip ediyorlar. Rakiplerin her başarısını kıskanıyor ama kıskanılacak her şeyi kendileri yapıyorlar.

Kadınların hikâyeleri hep değişiktir, bilirsiniz. Bu gerçeği bir erkek olarak ben de kabul ediyorum. Bir maceraya isteksiz de atılsalar, her aşamada dönüşen, güçlenen ve sonuçta kazanan bir kahramana dönüşüyorlar. Örneğin, bir kadın ayrı bir mekânda başka bir kadınla tanıştığında hemen onunla çene çalmaya başlıyor, ona durmadan anlatıyor, onu bıkmadan dinliyor. “Kadın kadının yurdudur” sözü, bana hep böyle bir resmi düşündürüyor.

Kendi aralarında sorunlarını tartışırken derin bir sıcaklık arıyorsunuz ve sadece yüzeysel soğukluk üretiyorlar. Ya da bir erkek olarak biz öyle algılıyoruz. Romanlarda geçen hikâyeler gerçek hayatta cereyan etse, kadınların kaçınılmaz olarak başarısız olmaları gerekir ve bu şu anlama gelir: Mutsuz olurlar! Öyleyse aşk kapıyı çalar çalmaz, kadının hemen evlenmesi ve dizginleri ele alması gerekmektedir.

Kişisel hakların ‘hayali’ olarak ihlal edildiği her yerde, doğru gerekçeler bulmak elzem olur, böylece kimse gücenmez. Çünkü çekiştirmek ya da incelmek – tabii ki – güzel işler, hatta bacakların bile tuhaf çekiciliği var! Sürekli olarak pürüzsüz bir cilt hayal ediyor ve buruşmasından korkuyorlar, ancak ünlü yazar kusurları, eksikleri veya çelişkileri yazmayı kesinlikle göze alamaz. Bu devirde çok satan kitapların bu minvalde yazılmayacağını bilir.

Kadınların gizemine ışık tutan son derece kötü ama yine de öğretici bu tür romanların gerekli olduğunu düşünen eleştirmenler yok değil: Onlara göre; aşk romanları okuyucuya “Her zaman senden daha kötü durumda olan biri vardır” duygusunu vermektedir. Kesin öyledir.

Çünkü her değişim kadınlarda başlar. Her kadın bir nehir gibidir; tutku ve heyecanı içinde taşır. Aşk denizine bir gün mutlaka kavuşmak ister…

İşte, annesinin kızlık soyadını kullanan Alman yazar…

Alaattin DİKER

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir