Kurak Bozkır

Bozkırdaki Çekirdek, Kemal Tahir’in okuduğum ilk romanıdır. Lise yıllarında bir yerlerden elime geçmişti. O zamanlar öyle kolay değildi kitaba ulaşmak. Birinde var olan bir kitap elden ele geçer, yıprandıkça yıpranır ve okundukça okunurdu. Bir kitap ne kadar çok yıpranmışsa o kadar çok okunmuş, o kadar çok faydalanılmış, o kadar çok insanın duygu veya düşünce dünyasına değmiş sayılırdı. Kitap konusunda kimse sahiplik ve korumacılık taslamazdı. Kitap sahibi olmayan bir eşya idi, okura süreli olarak kullanım hakkı devredilen bir nesneydi adeta. Elden ele geçtikçe, okuru arttıkça sevinirdi kitap sahibi. Okumada gözü olan, her edebi esere kutsal kitap muamelesi çeken o dönem gençlerinin hepsi bu döngüsel okuma halkasının içinde bir şekilde yer almıştır.  Merkezi bilmem, taşrada bu böyleydi.

Bozkırdaki Çekirdek, her yönüyle çarpıcı ve sarsıcı gelmişti bana. Anlatımın sert, yöresel ve doğal akıcılığı, bozkırın ürkütücü çıplaklığı kadar tam olarak neyin döndüğünü anlamasam da mevzunun derinliğini hissettiriyordu bana. Bir lise öğrencisinin tarih hele yakın tarih okumalarının ders kitaplarının ötesine geçmesi ne kadar düşünülebilirse o kadardı tarih okumalarımız o sıralarda. Belki bir tık fazlası. Çünkü  bu hususta biraz daha erçel* bir merakla ilerlemeye çabalıyorduk karınca kararınca. Bir yandan tarihi romanlardan maceralar kovalıyor, bir yandan da ‘yalan söyleyen tarih utansın’ naralarıyla ders kitaplarının tek düze sıkıcı metinlerinden intikam almaya çabalıyorduk. Bu da okuduğumuz lisenin ekstra bir özelliği, bir anlamda alameti farikası idi adeta.

Bozkırda bir çekirdek var mıdır? Uygun yağmuru, uygun rüzgarı, uygun ortamı bulup da yeşermeye teşne bir nüve? Bu ülkenin bir buçuk asırdır cevabını arayıp ta bulamadığı soru bu. Ondan öncesi biraz karışık. İmparatorluk dönemi Anadolu’su çokça kendi kaderine terkedilmiş, vergi ve asker lazım olduğunda hatırlanan, gerisi feodal insafa kul köle edilmiş ‘aziz bozkır’. İmparatorluğun son deminde birden yâda  düşen ‘yitik cennet’. Rumeli parça parça elden gidiyor, geride büyük trajediler bırakarak. Osmanlı aydını yönünü ağır ağır Anadolu’ya çeviriyor. Her şeye rağmen Devlet-i Ali Osman’ın ana kucağı, sığınağı Anadolu. Ama aydınların düşlerindeki Anadolu ile hakikatteki Anadolu birbirine ne kadar denk düşmekte tartışılır. Fakat koca  imparatorluğun dağılma sürecine girdiği bu zor zamanlarda bu tartışmanın ne yeri ne zamanıdır. Bu yüzden bu can pazarında ertelenen mesele milli mücadele sonrasına kalır.

Cumhuriyetle birlikte ‘aziz bozkırın’ yeniden ülke aydınlarının gündemine girdiğini görürüz. Yeni keşfedilmiş bir kıta gibi Anadolu çok yönlü bir ilginin merkezine oturtulur.  Bu ilgi ve alaka çok kollu bir ırmak olarak öncelikle ve özellikle edebiyat sahasında hatırı sayılır bir alan açar kendine. Onlarca roman, hikaye ve şiir yazılır Anadolu üzerine. Cumhuriyet yönetiminin zımni desteğini arkasına alan bu akım biraz da İstanbul ile özdeşleşen eski ile hesaplaşma kavgasının orta yerinde kalır. Bu edebiyat bir anlamda imparatorluk ile de  bir hesaplaşmadır. Fikret, imparatorluğun kalbini yani İstanbul’u ‘bin kocadan arta kalmış bir bîve-i bakîr’  (dul bakire) olarak tanımlar Sis’te. Cumhuriyet edebiyatçılarına göre ise ‘Sodome ve Gomore’nin’ ta kendisidir  İstanbul özellikle işgal dönemi İstanbul’u. Bu yüzden İstanbul’dan kaçılır, Anadolu’ya sığınılır. Saf ve masum Anadolu’ya. Gel gör ki Anadolu onların hayal dünyalarındaki safiyet ve masumiyetini yitireli çok olmuştur.

Edebiyat bir süre sonra bu bayrağı sinemaya devreder. Bozkır, taşra, Anadolu mevzuları 60 sonrası Yeşilçam Sinemasında işlenen  esaslı konu başlıklarından biri olur. Susuz Yaz’dan Kurak Günler’e  kadar. Taşra kimi zaman taşralılığı ile en çok da merkezden gelen ve devleti temsil eden görevlilerle mücadelesi ve direnci ile arzı endam eder beyaz perdede. Kiminde bozkırın kendi iç çatışmaları, karanlığı ve acımasızlığı. Kiminde ise merkez ile bozkırın mücadelesi.

Bozkır öngörülemezdir. Kimi zaman kuruyan kimi zaman taşan bir ırmaktır. Bir yandan ‘afat sevmelerin’ bir yandan ‘incir çekirdeği meselelerle birbirlerini kurşunlamaların’ tozlu ve puslu arenasıdır. Zamana ve şartlara umutsuzca direnen bir hırçın nehirdir bozkır. Ama bu nehir  tek yönlü ve durağan bir nehir  değil. Aktıkça sanata, edebiyata malzeme üretmiş bir tükenmez memba. Bu tükenmez membadan envayı türlü ürün çıkmakta. Olabildiğince bereketlidir de bozkır. Bir yanı romantize edilmiş ve  gerçeklikten kopuk bir Anadoluculuk üretir, öte yanı öfkeli bir sol/sosyalist ideolojiye kurban edilmiş köy edebiyatı gerçeğini. Bir tarafta Anadolu’nun en ücra köşelerine kadar giden ‘çalıkuşları’ kadar idealist eğitim neferleri. Diğer tarafta  bir ‘yaban’ olarak görülmekten ve taşra  ile bütünleşememekten mustarip olarak yalnızlık ve umutsuzluğa gark olan İstanbullu paşa çocukları, Ahmet Celaller vs… Feride ve Ahmet Celal hayaletleri hâlâ da dolanıp durmaktadırlar Anadolu bozkırlarında.

Bozkırdaki Çekirdek, cumhuriyet döneminin eğitim alanındaki iki önemli ve özgün hamlesinden ilki olan köy enstitüleri deneyimine roman dilince ve imkanınca projeksiyon tutmaktadır. Taşrada binyılların şekillendirdiği toprak ağalığına dayalı hantal ve acımasız yapıyı kırma çabasıdır köy enstitüleri hamlesi. Taşranın içinden taşraya bir meydan okuma gayreti bir anlamda. Her ikisi de akamete uğratılan hamlelerin  ikincisi ise imam hatip okullarıdır. İmam Hatip okullarının hala devam etmeleri ve kemiyet bakımından inkar edilemez bir seviyeye ulaşmaları keyfiyette akamete uğra(tıl)madıkları gerçeğini bertaraf edemez zannımca. Çünkü bu okulların açılmalarının temel mantalitesi  yüzyılların durağanlaştırdığı dini anlayışı canlandırma, yeni cumhuriyetin ruhuna uygun hale getirme çabası idi. Bir bakıma şehrin ve  merkezin din algısını ve pratiğini taşraya taşıma gayreti. Bu niyetin ve hedefin gerçekleştirilemediğinin, taşranın her zamanki katı gerçekliğini dayatıp farklıyı kendine benzetme  huyunun gereği olarak her şeyi kendine benzettiğini, bu okulları da ‘kendi istediği kıvama’ getirdiğini  görmek başlı başına okkalı bir cevaptır bu mevzuda. Yani merkezin din algı ve pratiğini taşraya taşımaktan çok taşranın yaşam algı ve pratiğinin merkeze hakim kılınmasında az emeği olmadı bu gerçekliğin . Merkez hiçbir suretle taşraya gidemedi, gittiğinde de kalamadı, kısa sürede tası tarağı toplayıp gerisin geri kendi alanına çekildi ama taşra bütün vasıflarıyla merkeze oturdu ve her yönüyle kuşattı merkezi.

Bozkır durağandır, değişime dirençlidir, ağır aksaktır. Değişime ve dönüşüme taraf değil, değiştirme ve dönüştürmeden taraftır. Merhum üstat  Sezai Karakoç’un Masal şiirinde batıya giden doğulu babanın oğullarına uygun gördüğü kaderin doğuya giden batılı babaların  çocuklarının da kaderi olmadığını söylemek mümkün mü? Merkezden taşraya giden, şehirden bozkıra giden nice insanın dudaklarından “Sizin bir tek ama büyük bir gücünüz var: Karşınızdakini değiştirmek”** sözleri dökülmemiş midir acaba? Eğer bu sözler dökülmemişse dudaklarından, değişmiş, dönüşmüşlerdir. Ona benzemiş, onun rengine bürünmüşlerdir. Çünkü bozkır  ona benzemeyen her şeyi sert bir tahammülsüzlükle  kendine benzetir kısa sürede ya da yok eder. Meyus eyler, çaresiz bırakır, bütün enerjisini tüketir, savunma hattına sürükleyip pes edene kadar dört koldan presler, suyunu çıkartır… Bu bahsi diğer mevzuyu kendi derinliğine terk edip defteri kapanmış köy enstitüleri mevzuuna ve bu mevzudan hareketle merkez ve taşranın birbirlerine bakışı konusuna dönmek istiyorum. Oradan da konunun  sinemaya uzanan boyutuna özelde de Emin Alper’in çokça gürültü koparan ve tartışılan filmi Kurak Günler bahsine getirmektir niyetim.

Köy enstitüleri konusu hala da bu ülkede ‘netameli mevzular’ listesinden çıkabilmiş bir konu değil maalesef. Bana göre bu eğitim kurumları aleyhine ortaya konulan cümle argümanın temelde ‘ıslah çalışmaları’ babında değerlendirilecek başlıklar olduğunu söylemek abartılı bir iddia olmasa gerektir. Asıl sorulması gereken merkezin taşrayı düzeltme ve bozkırdaki çekirdeklerin yeşermesine imkan sağlama konusunda samimi olup olmadığıdır. Kaldı ki taşranın istediği ve beklediği nedir merkezden? Cevabı muallakta olan temel  sorulardan biri de budur zannımca.  Düzeltilmeyi mi anlaşılmayı mı beklemektedir taşra? Muhtemel değişim ve dönüşüm yukarıdan aşağıya mı, aşağıdan yukarıya mı gerçekleşmelidir? Binlerce yıl ‘Ne İskender, ne şah ne sultan takmamış Anadolu’ *** modern zamanlara mı eyvallah edecektir? Binyıllardır bildiğini okumaya devam eden taşra ezberini mi bozacaktır?

Köy enstitüleri projesi sanki merkezin bile isteye ve sekter bir dayatmayla karşı çıkılması, tepki toplaması için özellikle ‘hatalarla mücehhez kurgulanmış’ bir projesidir. Adeta ‘biz sizin için neler neler yapıyoruz ama siz yararınıza olan hiçbir şeyi istemiyorsunuz, ne haliniz varsa görün’ diyebilmek için elinden geleni yapmıştır devlet bu mevzuda. Kemal Tahir,  bu konuyu pek de iyimser bir bakışla ele almaz. Osmanlı Tarihi ve özellikle Kurtuluş Savaşı ile ilgili aykırı ve farklı tarih tezinin yansımaları olan romanları bu konuda yeterince fikir ortaya koymaktadır zaten. Eleştiren, sorgulayan ve tarafgirlik ile karşıtlık dışında farklı bir mecrada ilerleyen romanlar. Bozkırdaki Çekirdek de bu minvalde şekillenen bir roman. İddialı, haşin, sert ve realist. Bozkırın kendisi gibi.

Laf lafı, paragraf paragrafı açıyor. Derken asıl mevzunun şirazesi kayıyor. Mevzuyu daha fazla dallandırıp budaklandırmadan gelelim Kurak Günler’e. Emin Alper’in filmi kendisinden önce bakanlık ile yaşanan tartışma ile gündeme geldi. Tamamen hukuki boyutta yürümesi gereken bu mevzu yönetmen tarafından ustalıkla ticari bir reklamasyona çevrildi. Tabi bu konuda yönetmene yüklenmenin haklı bir yanı yok. Neticede reklamın kendisi vardır, iyisi kötüsü yoktur.

Ziyafet, Soruşturma, Yeni Gözaltılar ve Seçim diye dört bölüme ayrılmış olan Kurak Günler’in başlangıç sahnesi ile final sahnesinde obruk baş roldedir. Filmin girişinde obruğu anlamaya, çözmeye çalışan savcı beyi görürüz. Nedir obruk ve nasıl oluşur? Yeraltı sularının kuru(tul)ması ile oluşur, toprağın kanının çekilmesiyle meydana gelir obruk. Yanıklar kasabası ve bozkırın kaderi obruklarla çevrilmektir. Susuzluğun temel sebebidir aynı zamanda bu. Susuzluk ise ‘kasaba politikacılarının’ çözmek istemedikleri sürekli bir umut ekseninde hep ‘yeni bir döneme’ erteledikleri baş belası. Bazı problemler esasında çözülmemek için vardır. Çünkü çözümün getirisi anlık, çözümsüzlüğün getirisi ise bitmeyen bir öyküdür.

Bozkır, susuzluk, obruklar, sarı sıcak, ağır akan zaman, tavanda mütemadiyen dönen vantilatör, varlıkları sürekli mevzubahis olan fareler, sürek avı. Bolca metafor boca edilmiş filmin orta yerine. Ama bu metaforların yerli yerine oturmadıklarını söylemek mümkün değil. Herkesçe bilinen ama az dile getirilen bütün bu katı hakikat fazlasıyla rahatsız edici bir realitedir dışarıdan bakıldığında. İçeriden derseniz zaten görünmesi mümkün değildir. Görünse içeride kalmaya katlanılması  olası değildir.

Görmeden, bilmeden, anlamadan yaşamak kolaydır. ‘Atalarımızı bu yol üzre bulduk biz de bu yoldan devam ediyoruz’  deyip çıkılmakta işin içinde. Buna kimi zaman bin yıllık gelenek deriz, örf der, adet der, töre der geçeriz. Yada son zamanlarda moda olan ve kullanmayı çokça sevdiğimiz ‘Anadolu irfanı’ laflarına sığınırız. Oysa hedefimiz sabit bir merhale ise , durağan bir nokta ise, bir defa ulaşılmakla arayışımız bitecekse Yüce Rabbimiz onlarca ayette “akl etmiyor musunuz, görmüyor musunuz, işitmiyor musunuz” diye neden defaatle uyarmakta bizi?

Kurak Günlerin hikâyesi elbet bilindik hikaye. Başı sonu belli olan, finalini adımız gibi bildiğimiz ama yine de farklı bir şey olsun diye beklediğimiz bir bozkır macerası. Her ne kadar Tatar Ramazan gibi ‘ben bu oyunu bozarım’ nidalarıyla ortaya çıkmasa da  savcı beyin oyunu bozma çabaları alttan alta bir umudu da yeşertmiyor değil hani? Ama filmin son bölümünde bu işin öyle ‘bireysel kahramanlıklar’ üzerinden sonuca ulaşacak bir mevzu olmadığını yeniden bütün çıplaklığıyla hatırlatma bize.

Kısacası bozkır derin bir boşluktur, devasa bir obruktur. Her şeyi ya yok eder, ya kusup atar öteye. Kendisi ile öteki arasına bir aşılmaz sınır koyar. Hangi tarafta duracağınız size kalmıştır. Finaldeki obruk sahnesinde bunu söyler yönetmen. Peşlerindeki kalabalıktan kaçan savcı ve yanındaki yerel medya temsilcisi obruğun bir tarafında, hırslı ve gözü dönmüş kalabalık diğer tarafta. Bu noktada ya onlardansınız ya da yapayalnız bir kaçışın içinde canınızın, geleceğinizin ve mesleğinizin derdine düşmüşsünüzdür. Orta yeri yoktur bunun. Çünkü ortada sadece ve sadece derin bir kuyu (obruk) vardır.

Kimi zaman klişe söyleme, göstergeler üzerinden ajitatif bir anlatıma yaslansa da  esaslı bir taşra eleştirisidir Kurak Günler. Elbette yönetmenin objektif olduğundan bahsedecek değiliz. Ancak yönetmenin taşrayı, bozkırı tanıdığından, bütün o sert eleştirilerin içeriden geldiğinden emin olabiliriz. Taşrayı, taşrada harcanan hayalleri ve idealleri, emek gayret ve çabaların ‘yenidir, alışır’ şeklindeki istihza ile karışık bakışların muhatabı olmanın ağırlığını iyi bilen içeriden bir öfkeli bakış. Biraz da toptancı bir bakış. Belki filmin en büyük handikabı burasıdır?

Sanat sadece olumsuzluğu ve kötülüğü mü anlatır? Bozkırın bağrında baharla birlikte filizlenmeye, çiçeklenmeye duracak çekirdekler yok mudur? İyi, güzel şeyleri hiç görmeyecek ve onlardan hiç bahsetmeyecek miyiz? Karamsarlığın bize kazandırdığı, kazandırabileceği ne var ki dört elle sarılmışız da bırakmıyoruz onu?  İyimser olmak ve güzel hayaller kurmak suç mu ki yanımıza yöremize bakmadan kaçıyoruz ondan. Her işimizde vasata ulaşmak ve vasat ile hareket etmek değil mi bizden beklenen? Aşırıya kaçmadan, ifrat ve tefrite düşmeden, öfke ve hınçlarımızın bizi esir almasına fırsat vermeden. Biraz da görünenin ötesini anlamak, berisine bakabilmek çok mu zor acaba? Kestirme yoldan gitmek her zaman menzile ulaştıracak mı bizi? Düşünmek, sorup soruşturmak çok mu ağır geliyor bize? Biz böyle mi olduk yoksa bin yıllardır hep böyle mi idik?..

Fadıl KARLIDAĞ

——

*Kelimeyi TDK Sözlükte aramayın lütfen çünkü mevcut değil. Elazığ’a has bir kelime. daha çok ‘erçel çağa’ nitelemesinde kullanılır. Ele avuca sığmaz, hareketli erkek çocuk anlamında. Sahi Dil Kurumu derleme çalışmalarına hala devam etmekte midir? Yoksa derleme faslı tamamlanmış sadece üretme ve türetme çabasına mı kalmıştır iş? Halk kültüründeki ve yöresel kullanımdaki zengin sözel kültür birikimi, efsane ve masalların tamamı, yöresel kelime ve deyimlerin bütünü kayıt altına alınmış mıdır? Taşradaki üniversitelerin halk kültürü alanındaki çalışmaları artık demode olarak mı görülmektedir? Anadolu’daki üniversiteler Anadolu’nun neresine düşmektedirler ?

**Sezai Karakoç-Masal şiirinden..

***Ahmet Arif-Anadolu şiirinden

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *