Kuvvetli Bir Alkış

Oğlum, geçenlerde Türk yapımı bir diziyi izleyip yorumlamamı istemişti. Doğrusu dizi izleme alışkanlığım pek yok. Filmleri daha çok tercih ederim. Maksadınıza birkaç saat içinde erişebiliyorsunuz. Oysa diziler öylemi? Gençlik yıllarında izlemeye başladığınız bir dizi size ihtiyarlığınızda da refakat edebiliyor. Uzun sürmesi ezbere düşürebiliyor bir süre sonra. Bazen aynı bölümü izlediğiniz vehmine bile kapıldığınız oluyor. Hele dakikalarca süren bakışma sahnelerimiz yok mu kahrediyor beni. “Ne gerek var canım!” diyesiniz geliyor. “Hayatın bu kadar hızlı aktığı bir dönemde dizileri ağır çekimde izlemenin manası var mı?” Ekran başında saatlerce oturmanın bir dizinin peşinden yıllarca gitmenin izahı yok. İşte izahta zorlanan gençlerin de genelde yabancı dizileri tercih etmeleri bir türlü sonuca varamayan arkası yarınların olduğu gerçeğidir. Bence dizilerin bölümleri, saati kısa olmalı ve ne kadar süreceğini izleyici bilmelidir. Esasen dizilerimizin sadece şeklinin değil içerik probleminin olduğunu da düşünenlerdenim. Çocukluğumda ailece oturup izlediğimiz “Kuruntu Ailesi, Perihan Abla, Kaynanalar, Mahallenin Muhtarları vesaire diziler izleyende seyir keyfi bırakmanın ötesinde bir yönüyle toplumu da eğitirlerdi. Ailenin önemi, yardımlaşma, toplumsal bilinç, doğruluk, dürüstlük gibi birçok kavram bu tür dizilerin içerisine yedirilirdi. İzlerken ruhunuzda bir daralma hissetmezdiniz. Oysa şimdiki dizilerin birçoğundan kan ve irin akmakta. Cinayetler, vurdulu kırdılı görüntüler, mafya vari tipler, küfürlü sözler, ihanetler, cinsel içerikli sahneler, çalışmadan zengin olmaya özendirilen gençlerin hayatı gibi yüzlerce olumsuz örnek her gün gözlerimize ve kalplerimize ekranlardan akmaya devam ediyor. “İnsanların ihtiyaç ve istekleri doğrultusunda filmler, diziler çekiliyor.” Dediğinizi duyar gibiyim. Doğrudur, arz talep meselesi… Ancak sinema ya da televizyon sektörünün kâr etme dışında başka kaygılarının da olması gerekmez mi? Örneğin kültürel yozlaşma, toplumsal değerlerin alt üstü oluşu, yaşanılan sefalet ve sefahat, boşanma oranının artışı, kadına şiddet, uyuşturucu kullanımının çocuk denecek yaşa kadar inmesi, akrabalık ilişkilerinin zayıflaması gibi daha pek çok sorun dizilerimizin pekâlâ konusu olabilirdi aslında.  Her ne ise…

Oğlumun teklifini kabul ettim. Zira özel bir kanalda yayınlanan dizi sadece altı bölüm, üstelik her bir bölümü yirmişer dakika. Anlayacağınız topu topu iki saat. Yönetmenliğini Berkun Oya’nın yaptığı, Aslıhan Gürbüz ve Fatih Artman’ın başrolde oynadığı “Kuvvetli Bir Alkış” dizisi ne şimdiki ne de geçmişteki dizilerin formatına/içeriğine benziyor. İranlı büyük üstat Shahram Nazeri’nin “Shirin Shirin”i  Islandman’ın “Kara Toprak”ı, Sezen Aksu’nun “Sızı”  ve Ahmet Özhan’ın “Hüzün” şarkısı diziyle uyum içerisinde olduğunu söyleyerek başlamalıyım. Dizinin seyri hızlı bir şekilde akmakta. Kurmaca ve gerçek iç içe geçmiş durumda. Komedi ve dramı da aynı anda hissedebiliyorsunuz ya da hissedemiyorsunuz. Tıpkı Leonardo Da Vinci’nin Mona Lisa’sı gibi belirsizlik dizi boyunca hep devam ediyor. İçeriğini anlamak için epey çaba sarf etmeniz gerekecek. Dizi çocuk sahibi olmak isteyen bir aile ile dünyaya gelmek istemeyen bir çocuğun hikâyesiyle başlıyor. Anne panik atak, biraz dominant. Baba bir gölge. Anne ve babanın sağlıklı bir ilişkisi yok. Devamlı çatışma halindeler. Zeynep, sürekli eşinden boşanmak ister ve huzur bulamadığı ilişkide huzuru meditasyonda arar. Çocukları da doğmak üzeredir. Metin, bir kordon bağıyla bağlandığı annesinin karnında otuz yaşındaki haliyle bizlerle konuşur. Karamsardır, bitkindir, yorgundur. Sigara üstüne sigara yakar. Bir gün Zeynep Hanım, eşiyle birlikte 1009 nolu sandıkta oy kullanmaya gider. Dinlenmek üzere hamile olan bir kadının yanına oturur. Böylece anne karnında iki çocuk etkileşime girerek karşılıklı konuşmaya başlarlar. Önce diğer kadının karnındaki konuşur.

“Doğmayan kardeş, hazır mıyız? Tanışalım. Kudret benim adım. Onlar kafalarına göre abuk subuk bir isim koysalar da ben her zaman bileceğim ki Kudrettir benim adım. Güneşli güzel günler bekliyor bizi kardeş. Bu kahpe sistem yıkılacak bir gün elbet. Aydınlık günlerde buluşacağız. Serin bir yaz akşamında bir günün adını beraber koyacağız.”

Kudret, solcu bir dava adamı profili çizse de aslında karakteri oturmamış birisidir. Menfaatini düşünen bir düzen adamıdır. Yıllar sonra Metin’i tanıdığı halde tanımamayı seçmesi bunun açık bir göstergesidir. Sonra Metin konuşur, annesine sitem ederek.

“Bir gün mutlu olmadı şu kadın ya. İçi ferahlamadı ya. Şu annemin içine bak sen. Hırsız evi gibi atmış içine atmış. Şu dağınıklığa bak… Ben rahatmışım portakalken. Bu hayatı abarta abarta ne hale getirdin ya. Bana bıraktığın travmalara bak sen. ”

Metin’in huzursuzluğu aslında annesinin huzursuzluğunun bir yansımasıdır. Bu sahne bize yaşadıklarımızın faturasını çocuklarımız ödemektedir mesajı verir. Bir süre sonra Metin, dünyaya gelse de tekrar anne karnına geri dönmek ister ve dönerde. Zeynep onu tekrar doğar. Fakat çocuk bu olayı hayatı boyunca unutamaz. Metin’in dünyaya gelmek istememesinin kendisine göre birçok gerekçesi vardır elbet. Menfaatler, hırslar, savaşlar, gösterişli davranışlar, ikircikli konuşmalar, oturmamış kişilikler vesaire… Hepsi Metin’in dünyaya gelişindeki pişmanlığının işaretlerinden birkaçı. Yaşından beklenmeyen olgunluğu, her şeyi fazla bilişi onu daha çok mutsuz eder. Daha beş yaşındayken apartman yöneticisi olur. Akranları çizgi oynarken o dünyadaki kutuplaşmadan bahseder. Fakat belli alanlarda yeteneği olduğu halde matematikten üç kere yediye verdiği cevap altmışaltı olur. Matematik öğretmeni Metin’in ders durumunun iyi olmadığını ailesine söylediğinde,

“Kendi düşünce biçimi var. Kendine ait sistemi var. Başka konularda yeteneği var… Şu sıralar müziğe ilgisi var. Deli gibi çalışıyor. Müzikten başka şeylere zaman ayıramıyor.” Der Zeynep Hanım, toz kondurmadığı oğlu için.

Metin, hakikaten müzikte daha çocukken güftesini ve bestesini kendisi yapabilecek kadar yeteneklidir. Annesinin doğum günü için yaptığı rap tarzındaki şarkısı müthiştir.

“Ah sizi gidi bedeni büyükler

Koca boylarınızla, türlü enlerinizle

Selülit ve ketejonik diyetlerinizle

Aralıklı oruçlar, aralıksız savaşlar

Sahte barışların, yalan tebessümüyle

Hep yetişkin taklitleri yapıyorsunuz

Anlamın cenazesi kalktı, gözün aydın

Bu iş burada biter

Alayınız kaçtı gitti

Bir avuç su dökmeden toprağın üstüne

 …

Kabristan hızla boşaldı

Anlam

Kara toprağın altında yalnız artık

Ve sokaklar

Sizin gibi tekerlekli boy aynalarına kaldı

Mutlu musunuz?

İçinizde çocuk cesedi kokuyor anne

Bu koku her yer sardı canım annem

Mühim olan bu kokuyu ciğerde tutmak

Canım annem, garip anam

Ne diyeyim

Nasıl hitap edeyim sana artık

Şehrinde de, köyünde de zamanın ruhu

Artık herkes şehirli

Artık herkes köylü

Artık herkes faşist, anne

Artık herkes solcu

Artık herkes Doğu, anne

 Artık herkes Batı

Artık herkes akıllı

Artık herkes deli

Artık herkes amber anne

 Artık herkes Johonney

Artık herkes kanye anne

Artık herkes reis

Artık herkes Trump, anne

Artık herkes Shakespeare

Herkes Chomsky, anne

Herkes Gazali

Herkes Berat

Bitsin artık bu gerçek yalanlar

Artık her yer hüzün anne

Herkes korkak

Yeter artık yetsin

Saçmalıklar bitsin

Bu yaşımda didaktik bir insan oluverdim.

Bezdim inan bana

Şu canımdan bezdim.

…”

Metin, daha sonraları yeteneği doğrultunda ileride herkesçe tanınan bir DJ olur. Fakat buna rağmen hayatından memnun değildir. Hep varoluş sancıları çeker. Bu çocuğun yaşantısına baktığınızda Sartre’yi, Franz Kafka’yı yahut da Friedrich Nietzsche’yi karşınızda görmüş gibi olursunuz. Nihilist bakış açısı dizi boyunca hep devam eder. Metin, kız arkadaşının ısrarı üzerine bir anfi salonunda konuşma yapar. Hayran kitlesinin birçok sorusu vardır. Annesinin de cevaplamasını istediği soruları vardır. Bu yüzden salona maske takarak girer. Fakat Metin, annesinin sesinden onu tanır ve konuşmasını istemez. İkisi arasındaki konuşmadan rahatsız olan dinleyicilerden birisi, annesine dönerek.

“Bırak toplum konuşsun.” Der.

Annesinin cevabı ders niteliğindedir.

“Toplum konuşabiliyor mu? Biz annelerin kafası karışık olursa toplum soru sorabilir mi?”

Metin’in, hayatı gezmekten ibaret sanan bir bayanın sözüne karşılık verdiği cevabı kitap yazılacak niteliktedir.

“Yunanistan’a gitmeyeceğim hanımefendi. Portekiz’e de gitmeyeceğim ben. Çok daha uzaklara gideceğim. Golden Visa’ya da ihtiyacım olmayacak. Vizesiz gideceğim.”

Gösteriş meraklısı olan kız arkadaşından ayrılışını annesinin yatağının başucunda ağlayarak anlatır.

“Aşağılama yargılama insanları. Tatlı tatlı anlatıyordu işte kız. Seneler sonra karşına çıkmış, saçma maçma. Çocukluk aşkın ya. Plans mlans anlatıyordu bir şeyler. Ne var yani ne önemi var? Yargılama, küçümseme insanları. Dinle. Dinle işte. Yargılamadan, küçümsemeden dinle. Anne çok yalnızım anne!”

Metin, daralmaktadır. Bir süre sonra müziği de bırakır, hayatı da. Portakal renginde garip kıyafetiyle ortalıkta gezer durur. Yapayalnızdır. Önüne konan üç beş kuruşla hayatını geçirmeye çalışır. Annesi bu durumdan hep rahatsızdır. Oğlunun yanına çöker.

“Neden böyle bir yol seçtin… Güzel yavrum benim. Potansiyelinin ne kadar altında bir hayat yaşadığının farkında mısın güzel evladım. Kutuplaşmayı çözdün daha beş yaşında.  Yüzünü, gözünü boyayıp sokaklarda dilenmek için miydi annem.”

Gerisinde dizi hüzünle biter. Bitmeseydi keşke. Bizim için görünen hüzün Metin’in neşesiydi belki de. Yine de böyle olmamalıydı. Keşke Metin ve Metin gibi düşünenler 1952 yazında altı yaşındayken çocuk felci hastalığına yakalanan, boynundan aşağısı felçli olan ve geri kalan yetmiş yıllık hayatını metal silindirin içerisinde geçirmek zorunda kalan Paul Alexander’i ve daha nice ağır şartlarda yaşayan insanların varlığından haberdar olmuş olsalardı. Keşke tan vakti çöp arabalarıyla yollara düşen insanların gözlerindeki neşeyi görebilselerdi. Gecekondularda yaşayıp bir kuru ekmeği iştahla yiyen çocuklara misafir olabilselerdi. Son tahlilde dünyanın bütün çirkinliğe rağmen yine de güzel olduğunu salık verseydi yönetmenimiz. Hayata tutunabilmeyi, gökyüzüne bakabilmeyi işleyebilseydi. Hayatı manasız ve başıboş görmekten kurtulup mücadele etmeyi deneseydi Metin. Kim bilir metafizikle yoğrulmuş olsaydı nazarı ve niyeti eşyayı değiştirmeye yetecekti. Düşman görünen her şey dost olacaktı. Hadiseler yormayacaktı Metin’i. Ama olmadı. Yine kaygılar, reytingler ön plana çıktı. Belki de hatırda kalması, bir şok etkisi uyandırması gerekiyordu izleyicide. Gerilimsiz, çatışmasız ve sonunda mutluluk vaat eden bir diziyi izleyici ne yapsın ki…

Necati İLMEN

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir