I.
Bu satırları, yaşadığı son on yılın çok ağır travmalarından sonra imanını, umudunu, yaşama sevincini ve yurttaşlık duygusunu yitirmiş bir ülkenin yurttaşlarına yazıyorum. En son Şubat ayında yaşadığımız acı deprem bizlerde var olan son umut kırıntısını da yok etti. Her birimiz ayrı ayrı savrulmuş vaziyette Allah’tan ve ülkeden ümidini tamamen yitirmiş bir halde tam bir boş vermişlik içindeyiz. Ben de kendi bireysel hayatımda çok feci acılar yaşadım. Ve nihayetinde okuduklarımla ve tecrübelerimle kendime sade ama umutlu, yaşama sevincine sahip bir hayat kurdum. Hâlâ dertlerim var. Fakat bunlar neşeme, umuduma ve imanıma bir halel getirmiyor. Ülkemin acı durumu dışında keyfimi kaçıran hiçbir şey yok. Eğer bu yazı yoluyla ülke insanına yaşadığımız yoğun acılar hususunda farklı bir perspektif kazandırabilirsem ve yaşadığımız tüm acıların yaşanmaya değer olduğunu hissettirebilirsem yazım amacına ulaşmış demektir.
II.
Ülke insanı olarak, son kırk yıldır neoliberal bir ahlaka tabiyiz. Neoliberal ahlak kabaca şu demek: kendi bireysel mutlulukların dışında başka hiç ama hiçbir şeyi dert etme. Neoliberallerin mutluluktan anladığı da Sokrates, Platon, Aristoteteles gibi kadimlerin ‘eudomonia’ kelimesi altında kavradıkları mutluluktan çok farklı. Eudomonia acıyla barışık bir mutluluk demektir. Ve Bu birey mutluluğu daha fazla tüketimde ve bedensel hazlarının maksimize edilmesinde aramaz. Bu birey bedensel hazlar açısından dengeli ve ölçülü bir hayat kurar. Ayrıca bu birey bencil değildir. Dostlarına yardım, ülkeye katkı gibi diğerkâm eylemler yoluyla yüksek düzey bir mutluluk peşindedir. Oysa neoliberallerin öğrettiği mutluluk, tamamen bedensel hazzın maksimize edilmesine dayalı. Dostların, ailenin ve ülkenin geleceğine hizmet etmeyi düşünmeyen bir mutluluk bu. Son kırk yıldır ülke insanı olarak bu süfli mutluluk anlayışının propagandasına sistematik olarak maruz kaldık. Ve 2002-2012 arasındaki yüksek iktisadi büyüme rakamları, fakir olalım zengin olalım, bu süfli mutluluk anlayışını sürdürmemize izin verdi. Ve yine son yirmi yılda pek çoğumuz Allah ve ahiret inancını yitirdi. Allah ve ahiret inancının mutluluk felsefesi açısından önemi şurada: Allah’a ve ahirete inanan birey, kalıcı mutluluğu ölüm sonrasına erteler. Bu dünyanın bir sınama, eğitim ve zorluklarla mücadele dünyası olduğunu bilir. Bir musibetle karşılaştığında “Allah’dan geliyoruz. Ve yine ona döneceğiz” der. Ve yaşadığı musibet, mü’min bireyin yaşam sevincinin, umudunun, sevme yeteneğinin, ailesi, dostları ve ülkesi için sorumluluk alma duygusunun yitmesine sebep olmaz. Musibet yaşamış birey “Ya Allah!” der, ve içi yaşama şevkiyle dolu olarak bu dünyadaki hayatına sımsıkı sarılır.
İşte son kırk yılın neoliberalizminden ve son on yılın yoğun travmalarından sonra, bizler, antik filozofların ‘eudomonia’ olarak mutluluk düşüncesini ve dinin iman, umut, sevgi ve sorumluluk almaya dayalı kaliteli yaşam felsefesini tamamen yitirdik. Ve yine son on yılın ülke çaplı yaşanan travmaları ülkeye dair tüm gelecek hayallerimizi yok etti. Bu dönüşümü yaşayan gençleri gördüğümde onların ya ülkeden bir an önce kaçtığına, ya serbest seks ve uyuşturucu yoluyla bu dünyanın gerçeklerinden uzaklaştığına, ya ruh sağlığını kaybedip psikiyatristlere düştüğüne ya da yaşadığı acılara dayanamayıp intihara meylettiğine şahit oldum. İçim bu gençler için çok acıyor. Son altı yıldır bu gençlerin dertlerin taşımak ruhumu alabildiğine sarsıyor. Bu yazıyı bu gençlerde umut, mutluluk, sevgi, dostlarına ve ülkesine karşı sorumluluk gibi duyguları uyandırmak için yazıyorum.
III.
Hariçten gazel okumadığımı, kendimin de çok yoğun acılardan geçtiğini ve yoğun acılara ve travmatik deneyimlere rağmen insanların gerçek mutluluğu yakalayabileceğini göstermek için, yazıma devam etmeden önce, kısaca kendi hayatım hakkında çok özet bilgiler vereceğim. Burada birer cümleyle anlattığım tecrübelerin her biri aslında beş yüzer sayfalık birer romana konu olacak kadar yoğun yaşanmışlıklar içeriyor. Ama sadece kısa bir not olarak bu bilgileri verdiğimde bile okur, ülke insanının bugün yaşadığı acıların neredeyse hepsini içeriden yaşamış olduğumu görecektir.
14-18 yaş arası, yani 1990-1994 yılları arasında oldukça kaliteli ve mutlu bir hayatım var. Bir nur cemaatinde maskot gibi bir insandım o dönemde. 1994-1998 arasında ise gerek cemaatimle yaşadığım ağır düşünsel problemler, gerek laik bir kadına duyduğum imkânsız ve yoğun aşk, gerekse de 28 Şubat Darbesinin kasvetli atmosferi içinde dört yıla kadar farkında olmadan ağır depresyon yaşamışım. Sürekli intihar etmek isterdim. Sadece cehennemden korktuğum için intihar edemezdim. Ve çevremdeki herkesin de benim gibi intihar etmek istediğini, fakat bunu korkudan yapamadığını zannederdim.
Bu basıncın sonunda, 1998 yılının Haziran ayında nihayet ilk manik atağımı yaşadım. Ve 1998’den 2010 yılına kadar manik atak tedavisi gördüm. Her dört ayda bir atağım nüksedince yemem gereken bir iğne vardı. Bu iğnenin etkisi yirmi gün sürerdi. Bu yirmi gün boyunca yataktan kalkamaz, tüm inancımı kaybetmiş bir şekilde intihar düşünceleriyle dolardım. Yirmi günün sonrasında ise normal neşeli hayatıma geri dönerdim. Dört aylık bu dilimler hayatımın döngüsünü oluştururdu.
27 Nisan Sürecinde, yani 2007-2008 arasında, ben 31-32 yaşlarındayken darbe tehlikesine karşı en ön safta bir aktivist olarak mücadele verdim. Bir darbeden çok korkardım. Darbe olursa, ben de en önde aktivistim, bu işin sonunda 12 Eylül solcuları gibi işkence çekmekten korkar, bazen odamda korkudan hüngür hüngür ağlar, yine de ölümüne mücadeleye devam ederdim.
Nihayet 2008’in Temmuz’unda darbe başarısız oldu. Hatırlıyorum ülkeme ve kendi geleceğime dair korkularımdan dolayı ruhum o kadar yaralanmıştı ki üç gün boyunca yataktan çıkmadan aralıksız hüngür hüngür ağladım. Mutluluktan kaynaklanan bir gözyaşıydı bu.
2008-2010 arası benim için ülkenin iyi günleriydi. Fakat 2009-2010 arasında, yani ben 33-34 yaşlarındayken, pek çok sebebin içiçe geçtiği çok gerilimli bir süreç yaşadım. Burada bu gerilimin sebeplerini uzun uzun anlatmayacağım, fakat bu gergin sürecin nihayetinde çok ağır bir travma yaşadım ve 2010’un Temmuz ayında çok ağır bir kişilik parçalanması yaşadım. 2010 yılından 2017 yılına kadar, yani 34 yaşımdan 41 yaşıma kadar çok yoğun şizofreni, paranoya, erotomani, hipokondri, anksiyete ataklarıyla boğuştum. Normalde bir kliniğe kaldırılmam gerekiyordu. Ama psikiyatrım izin vermedi.
Ben bu travmalarla boğuşurken, 17 Aralık-15 Temmuz arasındaki darbe girişimi oldu. 17 Aralık’tan iki ay önce ciddi siyasiler bana ülkenin çok ciddi bir tehlike içinde olduğunu söylemişlerdi. Yani büyük bir felaket geleceğini daha 17 Aralık olduğu gün çok iyi biliyordum. Ve ülkesine âşık bir aktivist olarak Facebook’umu açtım ve bu darbe girişimine karşı yine en ön safta mücadele verdim. Sesim Fethullah Gülen’e kadar ulaştı. Eğer darbe girişimi başarılı olsa, beni yine 12 Eylül solcuları gibi hapishanede işkence bekliyordu. 17 Aralık-15 Temmuz arasında şehirlerde patlatılan bombalar, Güneydoğu’da yaşanan şehir savaşları, halkın sokaklara dökülmesi ve en son başarısız darbe girişimi sürecinde yine ülkem yok olacak, ben de mahvolacağım korkusuyla odamda hüngür hüngür ağladığım çok zaman oldu. Ve nihayetinde ülke olarak üç yıl süren bu badireyi de atlattık.
Bu hengamelerden sonra, 2017 yılında Türkiye’nin en seçkin üç psikiyatristi çok ağır bir travma yaşıyor olduğumu ve çok ağır ilaçlara ihtiyaç duyduğumu söyledi yüzüme karşı. Fakat bu ağır ilaçlar, benim gerek yaşam sevincimi, gerekse de entelektüel hayatımı bitirecekti. Tedaviyi kabul etmedim. Psikoterapi klasikleri aldım, kendi psikoterapimi yapmaya başladım. Kuran’ı bir şifa kitabı gibi okumayı öğrendim, Bediüzzaman’ın mutluluk felsefesiyle hemhal oldum ve ibadete başladım. Birkaç ay içinde tüm şizofreni, paranoya, erotomani, hipokondri ve anksiyete ataklarını yenmeyi başardım. Ve bu üç psikiyatrla tekrar görüştüğümde her biri olumlu bir şok yaşadı. Ve mucizevi bir biçimde ruhsal sağlığıma kavuştuğumu itiraf ettiler. Ve bana “sen yaratıcı dehasın. Senin gibi adamlarda böylesi anormallikler olur. Biz seni böyle seviyoruz. Senin ilaçlara ihtiyacın yok.” dediler. Şu anda da her yazımdan sonra beni muazzam bir sevinç kuşattığında, bu sevinç halimin geçmesi için iki ayda bir yemem gereken bir iğnem var. Fakat bu iğne beni yorsa da yaşam kaliteme engel olmuyor. Ve zaten muhtemelen bu yazıdan hemen sonra da bir iğne yiyip yirmi gün kadar keyifle dinleneceğim.
1998’den 2017’ye kadar süren 19 yıllık bu zorlu yolculuk boyunca, yani 22 yaşımdan 41 yaşıma kadar Allah’a inancımı, umudumu, yaşama sevincimi, ülkeme hizmet aşkımı, dostlarıma yardım etme duygumu, sorumluluklarımı yerine getirme azmimi hiç ama hiç yitirmedim. En berbat anlarımda bile… Nihayetinde 2017’den bugüne dek, yani 41 yaşımdan 47 yaşıma gelene dek, artık ben kendi dertlerimi aşmış, dostlarıma ve ülkeme katkı sunma aşamasına gelmiş durumdayım. Abraham Lincoln de 51 yaşına kadar ağır ruhsal rahatsızlık dahil çok travmalar yaşamış. Fakat bu travmaların sonunda 51 yaşından 56 yaşındaki şehadetine dek ülkesinin en zor sorununu çözen muhteşem bir lider olmuş. Benim siyasi bir liderlik yapma yeteneğim yok. Ama ülke insanına bir nebze de olsa umut verebileceğime inanıyorum.
Ülkemizin, İslam ümmetinin ve insanlığın durumuna bakınca, bundan sonra da önümde çok zorlu bir yolculuk var. Fakat ahirete inanan bir insan olarak bu dünyanın bir sınama ve zorlu eğitim yeri olduğunu öğrendim. Artık taşıyor olduğum dertler, yaşama sevincime ve umuduma bir engel teşkil etmiyor. Zira bu zorlu yolculuğun sonunda her birimizi ama her birimizi cennette güzel hayatların beklediğini adım gibi biliyorum. Her birimiz şu anda zorlu bir sınamadan geçiyoruz. Ama bu zorlu hayat bir yok oluşun hikayesi değil, cennetteki ebedi saadetin hazırlık süreci.
IV.
Bu yazının meselesi Tanrı’nın olduğu bir evrende nasıl kötülük yer alabilir sorusudur. Ya da Tanrı sevdiği bir bireye ya da topluma neden çok yoğun acılar çektirir? Bu yazının meselesi budur.
Bu sorunu çözmeye çalışan insanlardan biri Karamazov Kardeşler’in yazarı Dostoyevski. Dostoyevski de kendi hayatında yoğun acılar yaşamış bir adam. Yirmili yaşlarında çara suikast düzenleyecek bir örgüte katıldığı için idama mahkum ediliyor. Namlular yüzüne dönmüşken, yani tam öldürüleceği esnada çarın af haberi geliyor. Bu haberin heyecanına dayanamayıp ilk sara atağını geçiriyor. Çar, Dostoyevski’yi öldürtmektense dört beş yıllığına Sibirya’nın ücra bir köyüne sürgüne gönderiyor. Sibirya’da elinde tek kitap: İncil. Dine ve Tanrı’ya dönüyor. Sonra ömür boyu sara ataklarıyla ve ciddi bir yoksullukla boğuşuyor. Çok sevdiği genç karısından olma çok sevdiği çocuğunu kaybediyor. Tamamen delirmenin eşiğine geliyor. Nihayet altmış yaşında Rusya’nın tüm seçkinlerine muhteşem bir konuşma yapıyor. Ve bu konuşmadan hemen sonra akciğer rahatsızlığına yakalanıp, hayatın tüm zorluklarına karşı zafer kazanmış bir adam edasıyla ölümü kabulleniyor. Mutlu bir biçimde cennete hazırlanıyor. Ve ölüyor.
Yani Tanrı’ya sımsıkı inanan bir birey olarak Dostoyevski’nin boğuştuğu esas sorulardan biri “benim çok sevdiğim ve beni çok seven Tanrı neden bana bu kadar acı çektiriyor?” sorusu… Dostoyevski bu sorunu Karamazov Kardeşler’de ateist Ivan ve dindar Alyoşa kardeşlerin tartışması olarak dile getiriyor. Bu tartışmada Ivan, çocukken tecavüze ve işkenceye uğramış bir çocuğu örnek olarak sunuyor Alyoşa’ya ve şunları söylüyor: “Bu tecavüzden ve bu işkencelerden sonra sen bu çocuğa istediğin mutluluğu tattır, yine de bu acıları telafi etmez.” Alyoşa, Ivan’a hemen yanıt vermiyor. Fakat romanın devamındaki bir hikaye bu sorunun yanıtı. Hikaye şöyle: “Bir adamı cehennemin dibine atıyorlar. Çok yoğun bir acı deneyimi. Ve adama şunu söylüyorlar: ‘cehennemin dibinden cennete kadar beş yüz yıllık bir yol var. Uçurumun dibinden şu dağın zirvesine çıkacaksın. Dağın zirvesinde cennetin kapısı var. Beş yüz yıl boyunca bu zorlu yolculuğa katlanırsan seni cennete alacaklar.’ Adam beş yüz yıl boyunca tüm zorluklara, çilelere ve ıstıraplara katlanarak dağa tırmanıyor. Cennetin kapısına geliyor. Kapıyı çalıyor. Ve cennetin kapısı açılıyor. Adamın bir dakika boyunca cenneti görmesine izin veriliyor. Sonra melekler cennetin kapısındaki adama şu soruyu soruyor: ‘bu bir dakika cennet müşahedesi, çektiğin beş yüz yıllık azaba değdi mi?’ Adam tereddütsüz cevap veriyor: ‘Evet bu bir dakikalık mutluluk yaşadığım tüm acılara değdi.’” Hikâye böyle.
Dostoyevski’nin bu hikâyeyle anlattığı gerçek, cennet deneyiminin tüm acıları yaşanmaya değer kıldığından ibaret. Kendisi de sara ataklarından hemen önce otuz saniye süren çok yoğun bir mutluluk deneyimi yaşarmış. Ve kendisi Budala adlı romanında bu otuz saniyelik mutluluk deneyiminin ataktan önce yaşadığı tüm acıları yaşanmaya değer kıldığını söylüyor. Dostoyevski için cennet de işte böyle. Bu dünyada çileler çekeceğiz. Sınanacağız, zorluklarla mücadele edeceğiz. Ve bahçeyi ekeceğiz. Cennette ise bu zorlu eğitimin meyvelerini toplayacağız. Ektiğimiz bahçenin bağ bozumunda şenlik yapacağız.
Çok eski bir ahbabım vardı. Çok zeki ve yetenekli bir çocuktu. Ama çok dertli ve içine kapalıydı. Bir tarikata bağlıydı. Meğerse ortaokulda birkaç yıl boyunca cinsel istismara uğramış. Ki bir erkeğin cinsel istismara uğraması, bir kadının tecavüze uğraması kadar ağır bir travmadır. Aklı ermeye başlayıp da ne yaşadığını anlayınca hemen tarikattan ayrılmış. Her şeyden habersiz ailesi de onu daha doğru bir tarikata sokmuş. Bu çocuk lise ve üniversite yılları boyunca yaşadığı travmayı kimseyle paylaşmamış. Hatta cinsel istismara uğradığını düşünmüyor ‘Ben eşcinsel ilişkiye girdim. Çok büyük günah işledim. Ahirette cehenneme gireceğim’ diye kendi kendini suçluyormuş. Daha sonra üniversiteyi bitirdiği yıl Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sını okumuş. Oradaki Raskolnikov’un hikâyesi gibi “Ben de seçilmiş bir insanım. Benim misyonum var. Ben Mehdi’yim” diye şizofrenik atak geçirdi. Hepimiz o zaman öğrendik çocuğun niye o kadar dertli ve içine kapanık olduğunu. Çocuğun girdiği yeni tarikat, onun durumunu öğrenince daha da ciddi sahiplendi çocuğu. Maneviyattan, tasavvuftan anlayan çok iyi bir psikiyatra gönderdiler. O psikiyatr da ona özel muamele etti. Çocuğu hezeyanından kurtardılar. ABD’de matematiksel bir dalda doktorasını verdi. Yurtdışına yerleşti. Orada akademide şimdi doçent. Evlendi. Hâlâ ilaç kullanıyor. Hâlâ içine kapalı. Ama eskisi gibi dertli değil. Çok neşeli ve hâlâ tarikatına sımsıkı bağlı. Zaten onu yaşama döndüren de bu tarikat. Kimse dışlamamış çocuğu tarikatta, daha da sevgiyle sarılmışlar hastalığından sonra. Yaşam sevinci, umudu, imanı çok yerinde. Ben yıllar sonra bir gün sohbet etme şansı buldum çocukla. Ona bu acıyı yaşatan adamı bile affetmiş: “Tasavvufa Sasanilerden giren bir pislik bu. Muhtemelen o da benim gibi bir muameleye maruz kalmıştır. Ben o adamı da affettim. Zaten o dönemdeki her şeyi unuttum” dedi bana. Normalde böylesi travmalar yaşayan insanlar, hayattan nefret eder. Çocuğun içiyse sevgi dolu ve şöyle söylüyor: “Hazret-i Peygamber’in hadisi var. Benim gibi musibetlere maruz kalmış insanlar adam öldürmezse, ırza cana tecavüz etmezse gideceği yer kesin cennet” diyor. Umudunu ve şevkini koruyor hayata karşı.
Yani bir kişi ateist Ivan Karamazov’un bahsettiği çocuk gibi travmalar yaşasa bile, gerçek mutluluğu yaşayabilir. Şu anda ülkemizde de belli tarikatlarda cinsel istismara uğramış, travma yaşayan, psikiyatrik tedavi gören ve ailesi bu travmayı utanç gibi saklayan aileler var. Eğer doğru muamele edilirse bu çocuklar kendilerine çok kaliteli ve mutlu hayatlar kurabilirler. Bu hikâyeyi bu sebeple anlatma gereksinimi duydum.
V.
“Tanrı’nın olduğu bir evrende kötülük nasıl vücut bulabilir?” sorusuna yanıt arayan tek kişi Dostoyevski değil. Gençliğinde bir sarayda hayatın tüm acılarından habersiz yaşayan bir prens olan Buda’nın hayatını dönüştüren ve onu evrensel bir peygamber haline getiren de onun kötülükle ve musibetle tanışmasıdır.
Sarayda şaraptan, müzikten, güzel kadınlardan, cinsellikten, neşe ve keyiften başka hiçbir şey görmemiş bir genç prens olan Buda bir gün saraydan kaçar. Ve şehirde bir hasta görür. Hastalığın ne olduğunu öğrenir. Sonra ertesi gün yine saraydan kaçar, bir ihtiyar görür ve ihtiyarlığın acısının ne olduğunu öğrenir. Ertesi gün ise bir ölü görür ve ölümün acısını öğrenir. Buda bu travmaların insan hayatının kaçınılmaz gerçekleri olduğunu gördükten sonra, saraydaki şarap, müzik, cinsellik, güzel kadınlar üzerine kurulu hayatın manen boş olduğunu anlar. Ve “Bu acılardan nasıl kurtulabiliriz?” diye tefekküre, inzivaya, riyazete, her çeşit yola başvurur. Nihayetinde bir gün yoğun bir aydınlanma yaşar. Ve gerçek, kalıcı, değişmez mutluluğa ulaşır. Önce bu sırrı kimseyle paylaşmak istemez, kimse anlamaz diye… Fakat melekler bu mesajı insanlara anlatması gerektiği hususunda onu ikna ederler. Yani Buda artık bir resul/peygamber olur.
Buda, sanıldığının aksine tanrısız bir dinin peygamberi değil. Budizm’de tanrı tecridî ve soyut bir yolla kavranıyor. Her şeyin başı, sonu, görünüşü ve içyüzü olan Mutlak Bilinç şeklinde. Kuran’daki Evvel-Ahir-Zahir-Batın olan Tanrı inancı bu. Budizm için mesele, meditasyon yoluyla bu Mutlak Bilinç ile bütünleşmek. Nirvana makamı bu. Ve Buda reenkarnasyona inanan bir gelenekten geliyor. Bu gelenekte esas mesele ölüm-yaşam, mutluluk-acı döngüsünden kurtulup mutlak huzura ermek. Ve bu döngüden kurtulanlar için artık ölüm yok. Onlar fiziksel olarak öldükten sonra Saklı Bahçe’ye, yani Cennet’e gidiyorlar. Budizm için şeriat, insanın dünyevi ve süfli arzularına set çekip, kendi ruhu üzerinde yoğunlaşarak onu içinden onu kuşatan “Mutlak Bilinç’’i hissetme ve onla bütünleşme meselesi. Buradan bakınca Buda, Kuran’ın bahsettiği hakikatleri anlatan bir peygamber olarak kavranmak zorunda.
Buda, yaşamdaki hastalık, ihtiyarlık, ölüm, musibet gibi acılardan kurtulmanın yolunun bu musibetleri Her şeyin Başı-Sonu-Görünüşü-İçyüzü olan Mutlak Bilinç’in gözleriyle görebilme yeteneği olduğunu söylüyor. Yani “Bir musibete bakarken sınırlı bilincinle bakma. O musibete Allah’ın gözleriyle bak. O musibetin nasıl bir ilişkiler ağını harekete geçirdiğini ve o musibetin nasıl bir sürecin parçası olduğunu etüt et. O zaman işin hikmetini anlayacak, acıdan kurtulacak ve gerçek mutluluğu yakalayacaksın” demek bu. Haliyle bireysel ya da toplumsal musibetlere anlık ve sınırlı gözlerle değil de, Allah’ın gözleriyle ve dünya-ahiret bütünlüğü içinde bakınca insan gerçekten de neredeyse her musibetin bir hikmeti olduğunu kavrıyor ve çok kaliteli bir mutluluk ve şevk deneyimi yaşıyor.
Ben kendi bireysel hayatımda 34 yaşımda yaşadığım ve yedi yıl süren travmanın hikmetini çok düşündüm. Çok acı verici bir süreçti bu. Hem şizofreni, hem paranoya, hem erotomani, hem hipokondri, hem anksiyete ile boğuşmak normalde bir adamı darmadağın eder. Fakat 2017 yılında kendi terapimi yaptıktan sonra birden bire bu sürecin bende yarattığı muazzam pozitif dönüşümleri fark ettim. Her şeyden önce bu acı verici süreç yoluyla Allah bana pek çok alanda pek çok klasiği anlayarak okuma yeteneği bahşetti. Ve o dönemde çok kaliteli beş eser yazdım. İkinci olarak, bu musibet yoluyla, Allah beni İslamcıların şımarmış olduğu yıllarda, yani 2010-2013 arasında toplumsal ve siyasal bir mevkie gelerek kirlenmekten korudu. Ki 2010 yılında siyasette ya da medyada yükselmek için her türlü olanağım vardı. Bu musibet yüzünden tüm makamlardan uzak kalmıştım. Ve üçüncü olarak, tam da bu musibet süreci yoluyla Allah beni hâlâ temiz karakterini koruyan, hâlâ topluma ümit verebilen, İslam’ın kaybediyor olduğu bir dönemde hâlâ İslam’ı muazzam bir şevkle savunabilen bir insan haline getirdi. Ve nihayetinde dördüncü olarak, bu mücadelelerim sonrasında bugün ruhsal sorun yaşayan insanların kendisine danıştığı bir insan haline geldim. Yani bir çeşit ruhsal şifacı oldum.
Buda’nın ulaştığı bu hakikat sadece bireysel yaşamlarımıza bakışla sınırlı bir perspektif değil. Toplumsal ve tarihsel yaşama bakışta da aynı perspektif insana huzur verebiliyor. 1258 yılında Moğollar İslam dünyasını istila etti ve çok ağır zulüm etti Müslümanlara. O dönemde Selçuklu Sarayı da ağır bir çürümüşlük içindeydi. Hele ki Anadolu’nun Batısında halk, Bizans zulmünden illallah etmişti. İşte bu dönemde Hoca Ahmed Yesevi’nin talebeleri, Ahi Evren, Hacı Bektaş, Yunus Emre, Baba İlyas, Baba İshak, Ebulvefa gibiler çok ciddi zorluklar altında tüm Anadolu’yu örgütlediler. Ve Anadolu’nun yıkılışına engel olmak için ciddi bir mücadeleye girdiler. Bu uğurda Moğollarla da savaştılar. Ahi Evren doksan yaşında at sırtında Moğollarla savaşırken şehit oldu. Anadolu’nun kapkaranlık dönemleriydi bu dönemler. Hoca Ahmed Yesevi’nin talebeleri bu karanlık atmosferde topluma umut saçtılar. Bu mücadelenin sonunda Anadolu’da sayısız idealist insan şehit oldu. Onların hepsi şu anda cennette keyif yapıyor. Ama bu mücadele, sadece insanların ölüm sonrası cenneti kazanmasına vesile olmadı. Aynı zamanda bu zorlu mücadele bizlere üç kıtada hükmeden bir Osmanlı barışı da yarattı. Eğer o karanlık dönem ve o karanlık dönemdeki zorlu mücadele olmasa, bir Osmanlı uygarlığı da asla ve kat’a mümkün olmayacaktı. Yani Buda’nın bakışıyla bakacaksak Anadolu’nun yaşadığı bu ağır toplumsal musibet, bir süreç okuması yapıldığında, muhteşem bir uygarlığın tohumlarının atılmasından başka hiçbir şey değildi. ”Yaşanan acılara değdi mi?” diye sorulduğunda, ölenlerin cennete gittiğini de bildiğimiz için, çok rahatlıkla “Değdi!” diyebiliyoruz.
Bugün Avrupa’nın tüm dünyaya örnek gösterilen (ve ne yazık ki aşırı sağcıların bozuyor olduğu barışı da Avrupa’nın 1914-1945 yılları arasında yaşadığı acıların, musibetlerin ve tövbelerin mahsulüdür. Yani Buda’nın bakışlarıyla bakacaksak, olaylara sınırlı bir perspektifle değil de, olayların harekete geçirdiği ilişkiler ve yarattığı süreçler açısından bakacaksak ve bir yandan da ölümün son olmadığını, ölümden sonra da bizleri sonsuz bir yaşamın, Nirvana’nın beklediğine inanacaksak, yaşadığımız tüm zorluklara rağmen yaşama sevincimizi, şevkimizi ve umudumuzu koruyabiliyoruz. Çünkü yaşadığımız tüm acılar, sonu güzel ve mutlu bitecek bir hikayenin vazgeçilmez bir bileşeni olarak kıymet kazanmaya başlıyor böylesi bir bakışta. Yani bu bakışta yaşadıklarımıza değeceğini çok iyi biliyoruz.
VI.
“Tanrı’nın var olduğu bir evrende neden kötülük var? Ve bu kötülüklere ve musibetlere rağmen nasıl mutlu hayatlar kurabiliriz?” sorusunu soran başka bir insan da Bediüzzaman’dır. Ve Bediüzzaman da Dostoyevski ve Buda gibi hayatın acılarını yoğun olarak tatmış bir insandır.
Bediüzzaman, 1907 yılında 31 yaşındayken İstanbul’a geldi. II. Meşrutiyet’in ilanında rol aldı. Genç bir insan olarak o, o dönem artık Osmanlı’nın sefaletinin bittiğine ve Osmanlıların yeryüzüne örnek bir medeniyet kurabileceğine inanıyordu. Yani bir dünya cenneti için hazırlık yapıyordu. Fakat 1909’dan itibaren hayalleri bir bir yıkıldı. Birinci Dünya Savaşı’nda tüm talebelerini savaşta yitirdi. Kendisi de Ruslara esir düştü. Osmanlı parçalandı. İslam ümmeti darmadağın oldu. Ve Mustafa Kemal, ülkenin hayrı namına İslam’ı kamu yaşamından sildi.
1918 yılına gelindiğinde, ülkesine dair tüm hayallerini yitirmiş 42 yaşındaki Bediüzzaman, intiharın eşiğine gelmişti. Psikoterapiye başladı. Tasavvuf klasiklerini okudu. Ve ciddi bir kişilik dönüşümü geçirdi. Artık dünya hayatındaki kötülüklerin, bireysel ve toplumsal musibetlerin ve felaketlerin sırrını ve gizemini çözmüş ve en büyük musibetlerde bile gözlerindeki mutluluk ışığını koruyabilen bir adam haline gelmişti. Ve Cumhuriyet döneminde yazdığı Risale-i Nurlar yoluyla bu bilgeliği köylü cahil adamın bile anlayabileceği bir dille anlatmaya koyuldu.
Bediüzzaman hem kendisi ağır musibetler yaşamıştı, hem de insanlık tarihini çok iyi biliyordu. Yani Doğulu-Batılı tüm toplumların yaşamış olduğu felaketlerden de haberdardı. Bediüzzaman da, aynı Buda gibi, musibetlere insana ait sınırlı perspektifle değil de, ölüm sonrası yaşamı da gözeterek, her şeyin aslını ve nihayetini, her şeyin nereden geliyor olduğunu ve nereye gidiyor olduğunu bir anda gören Allah’ın perspektifiyle bakmayı öğrenmişti.
O nihayetinde şunu söyledi: “Bu dünya bizim için askeri bir misafirhanedir. Bir yandan bu dünya bir misafirhane. Allah’ın sunduğu tüm maddi ve manevi lezzetleri tadalım. Ve bu lezzetlerden dolayı Allah’a teşekkür edelim. Ama bir yandan da bu dünyada asker olduğumuzu bilelim. Yani bizim bu dünyada yapmamız gereken bir savaş var. Bu savaş zorluklarla, sıkıntılarla, dertle, tasayla dolu. Bu savaşın sonunda kesin olarak zafer var. Ve bu zafer bizim giriştiğimiz tüm zorlu mücadelelere bir anlam, bir değer, bir kutsallık katıyor. Esas mutluluk bu dünyada değil, ölüm sonrasında. Bu bilince ulaşırsak bu dünyadaki zorlu hayatlarımızda da mutluluğu, yaşam sevincini, hayattan lezzet almayı öğreneceğiz. Zorluklarla mücadeleyle geçmeyen bir yaşam, salt keyif, salt eğlence, salt bencillik ve hedonizm, kendi içinde manası ve anlamı olmayan hayvani bir yaşamdır. Zorluklarla mücadele ise bizim Allah’ı tesbih etmemizden, yani Allah’a doğru yüzmemizden ibarettir. Eninde sonunda Allah’a kavuşacağımız bilinciyle yüzmeye ve yorulmaya devam edelim. Zira sonu kalıcı mutluluk.”
Bediüzzaman, bu perspektifle dünya tarihine baktığında, her dönemin ve her medeniyetin kendine has musibetleri, dertleri ve sıkıntıları olduğunu gördü. Fakat insanlık tarihininin bu zorlu yolculuğunun nihayetinde, cennet saraylarında, geçmiş tarihin kahramanlarıyla buluşacağını idrak ettiği için, insanlık tarihi ona keder değil şevk ve insanlık sevgisi verdi. Bediüzzaman, bu perspektifle, insanlığın geleceğine baktığında gelecekte ekonomik kriz, jeopolitik savaş ve küresel ısınma gibi dehşet verici musibetler gördü. Fakat insanlığın bu zorlu musibetlerin nihayetinde cennete kavuşacağını idrak ettiği için, insanlık ölçekli bu musibetlerden korkmadı. Bediüzzaman kendi hayatının bu dünyadaki sonunun herkesin bedenini çürüten ölüm olduğunu gördü. Fakat ölümle hayatın son bulmadığını, ölümün sonsuz hayata geçmek için bir kapıdan ibaret olduğunu anladığı için, ölümden dehşet duymadı ve ölümü sevdi. Kendisinin bu dünyadaki hayatında Allah’a ve topluma karşı ciddi sorumlulukları olduğuna inandı ve bu uğurda zorluklara girmekten kaçınmadı. Ve nihayetinde Bediüzzaman, kendi hayatında, etrafındaki insanlara hayatın tüm zorluklarına rağmen neşe, mutluluk ve yaşama şevki kazandırmayı bildi. Zira Bediüzzaman şunu çok iyi kavramıştı: “Başımıza gelen her şey ama her şey hikmet ve rahmet sahibi bir Allah’ın iradesi dahilinde geliyor. Ve Allah’ın derdi bizi cennete layık insanlar haline getirmek üzere eğitmekten ibaret. Bu musibetler sebepsiz değil. Hepsi ama hepsi bizim eğitimimizin ve manevi tekamülümüzün parçası olarak bir kıymete sahip.”
Bediüzzaman kendi felsefe, tasavvuf ve Kuran okumalarından hareketle, İtalya’da yedi köyden ibaret olan Roma’yı bir dünya devletine dönüştüren Stoacı bilgeliği kavramıştı. Stoacılar da evrene hükmeden bilgelik sahibi bir Tanrı’ya inanır. Ve evrendeki her şeyi ama her şeyi bu Tanrısal bilgeliğin yönettiğini bilirler. Stoacılar da Dostoyevski, Buda ve Bediüzzaman gibi insanların ölünce yok olmadığını, ölümün Tanrı’ya kavuşmaktan ibaret olduğunu bilirler. Bu sebeple Stoacılar kendi iradelerine dahil konular ile kendi iradelerinin yetmediği ama Tanrısal bilgeliğin vücut verdiği olaylar arasında bir ayrım yaparlar ve Tanrı’ya şöyle dua ederler: “Tanrım gücümün yetmediği yerde bana senin bilgeliğine ve rahmetine güvenmeyi ve tevekkül etmeyi öğret. Gücümün yettiği yerde ise benim sorumluluktan kaçmama izin verme. Ve beni nefsimin hevası peşinde giden bir adam yapma. Bana öyle yüksek bir irade ver ki, topluma ve insanlığa ne hizmetim varsa, şikayet etmeden yerine getireyim.” Roma’yı bir dünya devleti haline getiren Stoacılar da, aynı Bediüzzaman gibi, evrende kötülüğün var olduğuna inanmazlarmış. Onlar daha çok şöyle derlermiş: “Evrende kötülük yoktur. Sadece ve sadece bizim topluma ve insanlığa katkı yapmamızı sağlayacak ve bizi daha güzel insanlar haline getirecek fırsatlar vardır. Hayattaki kötülüğün hakikati budur.”
Roma Cumhuriyeti insanı için şöyle denirmiş: “Bu insanlar ağır travma yaşadıkları zaman önce yere yıkılırdı. Ama sonra hemen ayağa kalkar, üstünü başını temizler ve sanki hiçbir şey olmamış gibi aynı kararlılıkla mücadelelerine devam ederlerdi.” Roma Cumhuriyeti milattan önce üçüncü yüzyılda savaş dehası Kartacalı Hannibal karşısında eli silah tutan tüm gençlerini yitirmişti. Roma’nın yok olmasına ramak kalmıştı. Stoacı felsefeden beslenen Roma halkı, bu hezimet sonrasında Hannibal’e teslim olmamaya yemin etti. Ve on yıl süren bir ölüm kalım savaşına girişti. Tam on yıl. Bu savaşın sonunda Romalılar Kartaca topraklarında, Zama’da Hannibal’in ordularını darmadağın etmeyi becerdiler.
Roma halkı Hannibal’i mağlup ettikten hemen sonra bir dünya devleti oldu. Ve sonra zenginlikle baş edemeyip şımardı. Biz Osmanlı torunları da aslında tasavvuftan aldığımız bilgelikle aynı Roma insanı gibi zorluklara dayanıklı ve mücadeleyi bırakmayan bir halktık. Bizim zorluklara dayanıklı olmamızı sağlayan manevi kaynak da Bediüzzaman’ın da tefsir ettiği üzere her şeyi ama her şeyi kuşatan Tanrısal bilgeliğe ve rahmete, ölümden sonra bir hayatın bizi beklediğine ve bu dünya hayatının bir sınama, eğitim ve zorluklarla mücadele yeri olduğuna imanımızdı. Bu inancı bize Hoca Ahmet Yesevi’nin talebeleri aşılamıştı.
Fakat sonrasında Osmanlı hanedanı üç kıtaya hükmetmeye başladı, şımardı ve bizleri bir ‘koyun sürüsü’ gibi yönetmeye başladı. Ve yine yakın tarihlerde neoliberal ahlakın içimize nüfuzu ve 2002-2012 arasının iktisadi bolluk dönemi, İslamcı elitin iktidarı ele geçirdikten sonra şımarması ve bizlerin Allah ve ahiret inancının zayıflaması bizleri zorluklar karşısında alabildiğine dayanaksız hale getirdi. Son on yılın ülke ölçekli travmalarıysa umudumuzu, yaşama sevincimizi ve yurttaşlık duygumuzu tamamen yok etti. Oysa sanıyorum yaşadığımız musibetlerin Tanrı ve ahiret merkezli tefsirini yapabilir ve kendimize yeni bir hayat rotası çizebilirsek, şu anda yaşadığımız kapkaranlık atmosfer yeni bir doğuşun bir rampası olarak değer ve anlam kazanır. Ve aradan geçecek yıllardan sonra bile bu zor dönemimizi torunlarımıza “Ne güzel günlerdi onlar…” diyerek neşeyle anlatabilecek kıvama geliriz.
VII.
Tanrı’nın olduğu bir evrende kötülük ve musibet nasıl var olabilir ve bu musibetlerle barışık mutlu bir yaşam nasıl kurulabilir sorusunu soran büyük düşünürlerden biri de Alman halkının felsefeye tutkularını ateşleyen Immanuel Kant’tır.
Kant’ın bu soruya yanıtını tartışmadan önce, Kant için şarap, keyif, neşe, eğlence, serbest cinsellik, müzik ve uyuşturucu etrafında gelişen bencil ve hedonist bir yaşamın Kant’ın gözünde hayvanca yaşamaktan başka bir anlama gelmediğini bilmek gerekir. Kant için gerçek insani yaşam, saygı duyulmaya değer tek gerçek yaşam, ahlak yaşamıdır. Yani dostlarımıza, ailemize, anne-babamıza, toplumumuza ve insanlığa karşı görevlerimizi hiçbir maddi menfaat beklemeden yerine getirdiğimiz yaşamdır, Kant’ın gözünde yaşanmaya değer tek yaşam. Zaten Kierkegaard’ın da dediği gibi hedonizm etrafında kurulmuş ‘estetik yaşam,’ insanı eninde sonunda anlam boşluğuna düşürür. Ve insan hayatına anlam ve değer katmak için topluma ve insanlığa karşı görevlerini yerine getirmek odaklı etik ve ahlaki bir yaşama geçmek ister.
Fakat Kant ahlaki görev bilincini bu kadar merkeze oturtmasına rağmen, insanın mutluluğuna da alabildiğine duyarlıdır. Kant için sadece ve sadece ahlak merkezli bir yaşam mutluluğu hak eder. Ve sadece ve sadece ahlaki bir yaşam sürdürdüğümüzde gerçek ve kalıcı bir mutluluğu, yani Güzel’i, Cemal’i ve Cennet’i ümit edebiliriz. Fakat, der Kant, insan bazen insanı ve toplumu paramparça edebilen Yüce, Celal ve Cehennem ile de karşı karşıya gelebilir. Aynı bizim toplumumuzun son on yılda yaşadığı ağır yıkım gibi. Fakat Kant, insanı ve toplumu paramparça eden Yüce ve Celal’in de her şeyi bilen ve her şeye kudreti yeten bir Tanrı’nın gözetiminde vücut bulduğuna inanır. Bu sebeple Kant için dostlarına, ailesine, toplumuna, insanlığa karşı görevlerini yerine getiren birey, insanı ve toplumu paramparça edebilen bir Celal, Yüce ve Cehennem deneyiminden sonra, yeniden bir Cemal, bir Güzel ve bir Cennet’i umut edebilir. Çünkü her şey bizleri gözeten ve seven bir Tanrı’nın eseridir.
Kant Cemal-Celal diyalektiğini tabiatta gözlemlediği canlı organizmaların varoluş biçimini etüt ederek formüle etmişti. Kant bir canlı bedeninin, her birimizin kendi bedeninin uyumunu, ahengini, tenasübünü, canlı bedendeki her uzvun bir amaç, maslahat ve işlev uğruna var olduğunu gördüğü zaman, bir bütün olarak insan bedeninin de amaçsız var olamayacağını, bu bedeni yaratan bir sanatkarın var olduğunu, bu sanatkarın yarattığı bu bedeni sevgiyle yarattığını ve bu sanatkarın, yani Allah’ın, bu bedeni yok etmek ve mahvetmek için değil, sonsuz yaşamda ona sonsuz bir mutluluk vermek için yarattığını düşünebilmişti. Yine Kant, her kıştan sonra bir bahar gelmesi gibi, kışın ufalanan ve çürüyen organik atıkların baharda yeni bir yaşamın malzemesi olacak şekilde dönüştürülmesi gibi, her ölümün sonunda yeni bir yaşamın var olabileceğini, her acının sonunda yeni bir mutluluğun olabileceğini, yani bu dünyadaki en büyük acı olan ölümlerimizin bir son olmadığını, ölümün sonsuz yaşama bir hazırlık olduğunu düşünebilmişti.
Doğadaki canlı yaşam üzerinden Tanrı ve ahiret düşüncelerine ulaşan Kant, Güzel-Yüce ve Cemal-Celal diyalektiğini İslam sufilerinden miras almıştı. Antik Yunan geleneğinde Güzel’in karşısında negatif ve salt yıkıcı bir ilke Çirkin dururken, İslam tasavvufu geleneğinde Güzel’in karşısında yine pozitif ve yaratıcı bir ilke olarak Celal duruyordu.
Daha sonrasında Cemal-Celal, Güzel-Yüce diyalektiğini Nietzsche kendi felsefesine Apollon-Dionysos diyalektiği olarak taşıyacaktı. Nietzsche için hayatlarımıza bütünlük, mutluluk ve zafer getiren Apollon’u sevmeliyiz. Ama bazen bireysel ve toplumsal hayatlarımızı paramparça edebilen Dionysos’u da en az Apollon kadar sevmeliyiz. Nietzsche’nin İslam sufilerinden aktararak söylediği gibi “acılarımız üzerinde keyifle raks edebilmeyi becerebilmeliyiz.” Ve bireysel ya da toplumsal her Dionysos deneyimini, yeni bir Apollon, yeni bir mutluluk ve zafer adına bir fırsat olarak kullanmayı becerebilmeliyiz.
Kant gibi bir görev ahlakına sahip olmamasına rağmen, Nietzsche de, bugün neoliberallerin dayattığı bedensel hazdan başka şey düşünmeyen bencil ve hedonist yaşamları hayvani bir yaşam olarak lanetleyecekti. Nietzsche için ideal insan, toplum ve insanlık namına güzel projeler peşinde koşan ve bu projeler uğruna dert, ıstırap acı ve parçalanma yaşamaktan korkmayan bireylerdi. Ve Nietzsche üzerine basa basa şöyle diyecekti: “Ben işte böylesi yüksek ruhlu insanlar için külliyatımı kaleme alıyorum.”
Nietzsche Trajedya’nın Doğuşu adlı kitabının sonunda, bir milyonluk profesyonel Keyhüsrev ordusu karşısında yok olmanın eşiğine geldikten sonra, topu topu yiz bin amatör savaşçıya sahip olarak sabırla sebatla mücadeleye devam eden, Keyhüsrev ordusunu bu amatör orduyla darmadağın eden ve bu inanılmaz zaferden sonra, Perikles döneminde Antik Yunan mucizesini yaratan Yunan toplumu için övgü dolu şu ifadeleri kullanacaktı: “Ne acılar çekmiş bu halk güzel olabilmek için…”
Son on yıllık travmalarımızdan sonra deprem felaketiyle de beraber toplum olarak inanılmaz bir savruluş yaşıyoruz. Ben bu savruluşun nihayetinde, yani her birimizin ölüm sonrası yaşamında, Tanrı’ya ve Cennet’e kavuşacağına adım gibi inanıyorum. Bu musibetlerin ve bu ıstırapların Allah katında bir değeri olduğunu, Allah’ın sevdiği bireye ya da topluma onun eğitimi için inanılmaz acılar çektirebileceğini ve bu acılar yoluyla bu bireyi ya da toplumu ölüm sonrası Cennet yaşamına hazırladığını adım gibi biliyorum.
Fakat yaşamış olduğumuz bu travmalar, sadece ve sadece ölüm sonrası yaşam adına değil, bu dünyadaki bireysel ya da toplumsal yaşamımız adına da oldukça değerli ve anlamlı olabilir. Tanrı, eğer biz iradelerimizi doğru kullanırsak, sadece ölüm sonrası yaşamda değil, bu dünya yaşamında da ülkemize mucizevi bir mutluluk ve bir cennet yaşamı bahşedebilir.
Tarihte gördüğüm her büyük ulus, yaşamış olduğu büyük travmalarla hesaplaşarak dünyada söz sahibi oldu. Antik Yunan toplumu Keyhüsrev’le savaşından sonra büyük ulus oldu. Antik Roma toplumu Hannibal’le savaştıktan sonra dev bir ulus oldu. Osmanlılar Moğol istilasından sonra üç kıtaya hükmetti. Avrupa medeniyeti Reformla başlayan iki yüz yıllık iç savaşlardan sonra dünya gücü haline geldi. İngilizler yüz yıl kadar iç savaş yaşadıktan sonra büyük ulus oldu. Amerikalılar 1861-1865 iç savaşında nice gencini yitirdikten ve kendini yok etmenin eşiğine geldikten sonra büyük ulus oldu. Tarihte insanlığa örnek olarak gösterilen hiçbir ulus yoktur ki, bunun öncesinde yok olmanın eşiğine gelmiş bir travma yaşamamış olsun.
Şu anda ülkemizde ağır bir ekonomik ve siyasi kriz yaşıyoruz. Fakat bizimle beraber dünya da ağır bir ekonomik krizin ve jeopolitik savaşın gölgesinde hafakanlar yaşıyor. Ben, kişisel olarak, eğer rolümüzü doğru oynarsak, şartlarımız ne kadar elverişsiz olursa olsun, dünya ölçekli bu krizden alnımızın akıyla çıkabileceğimize inanıyorum. Yani şu anda ülke olarak yaşadığımız Celal, Yüce ve Dionysos deneyiminin sadece ahirette değil, bu dünyada da bir Cemal, Güzel ve Apollon deneyimi yaratabileceğine inanıyorum. Dünya 1914-1945 arası iki dünya savaşı gibi karanlık bir atmosfere girdi. Eğer ülkemize ve insanımıza uzun soluklu bir proje çizebilirsek, bu badireyi atlatabileceğimize ve yirmi yıl içinde yeryüzünde örnek bir ülke olarak gösterilebileceğimize inanıyorum. Yeter ki dünyayı doğru okuyalım, yeter ki dünyadaki yerimizi doğru belirleyelim ve yeter ki ülke insanı olarak kendimize hayat rotaları çizerken bencil ve hedonist duyguları değil de, ulusları büyük ulus haline getiren erdemleri yaşamlarımızın merkezi haline getirelim.
VIII.
ABD ve Rusya-Çin bloku arasında yaşanan savaş belki bir otuz yıl daha sürecek. Eğer ülke olarak doğru bir denge politikası izlersek, politikamız ülkemizi dünya barışı adına kilit bir ülke haline getiriyor. Ayrıca dünyanın içinde bulunduğu ekonomik kriz atmosferi sadece ülkemizi değil, tüm dünyayı kanaatkar bir toplum haline gelmeye zorluyor.
Şu anda ağır bir borç yükü altındayız. Fakat cumhuriyetimiz de 1876’dan 1953’e kadar Düyun-u Umumiye’ye ödenen ağır bir borç döneminde kuruldu. Yani bu borç yüküne rağmen, ülkemizi diriltebilecek bir iktisadi siyaset izleyebiliriz.
Bunun için teknolojide söz sahibi olmamız gerekiyor. Teknolojide söz sahibi olmak için ciddi AR-GE laboratuvarları kurmamız gerekiyor. Bu laboratuvarları kurmak çok kolay. Fakat ülkede bir eğitim seferberliği başlamadığı ve devlet kurumları ve milli sermaye bu laboratuvarları ayakta tutmak için seferber olmadığı sürece bu laboratuvarlar işlevsiz kalmaya mahkum.
Türkiye’de sermayenin özelliği, TÜSİAD olsun, MÜSİAD olsun, devlet sayesinde zenginleşmiş olması. Yani devletin zengin ettiği, bu ülke dışında pek bir değer ifade etmeyen ve bu ülke ayakta kalacaksa artık topluma hizmet etmesi gereken bir sermayemiz var. Bu ülke yıkılırsa bu sermaye de tüm değerini kaybeder.
Gençlerimiz son on yılın travmalarından ve neoliberal ahlaka maruz kalmış olmaktan dolayı yurttaşlık duygularını tamamen yitirdi. Ya ülkeden göç etmek istiyor. Ya hedonizme meylediyor. Ya psikiyatra düşüyor. Ya da intihar ediyor. Ayrıca gençlerimiz ahlaki bilinçlerini de hayli yitirmiş durumdalar. Ne dini kaynaklardan ne de seküler kaynaklardan onlara hayat rotaların çizerken gerekli duruşu kazandıramıyoruz.
Yine son on yılın travmalarından sonra milli kimlik kavrayışımız kimseyi tatmin etmiyor. Neredeyse hiçbir genç artık İslamcılığa, Kemalizm’e, ülkücülüğe, Kürtçülüğe, komünizme vs inanmıyor.
Ve ülkemize göç eden Suriyeli ve Afganları ülkelerine gönderemediğimiz sürece, onları topluma entegre etmenin bir yolunu bulmak zorundayız. Bu entegrasyonu başaramadığımız sürece ülkemiz Kürt sorunu kadar ciddi sorunlar yaşar gelecek otuz yılda.
Ve ülke insanı olarak başka vatanımız yok. Avrupa’ya ya da ABD’ye göç ettiğimizde bu ülkelerin paryası olmaktan başka bir değere sahip olmayacağız.
Ülkemiz ayakta kalacaksa ve bu badireden bir cennet yaratacaksa beş husus temel öneme sahip:
- Eğitim seferberliği…. Ki artık internet teknolojisi sayesinde Hakkari’nin köyündeki çocuğa bile yeryüzünün en iyi eğitimini verme şansına sahibiz.
- Yeni, yirmi birinci yüzyıl uygun ve hayat rotamızı çizerken bize rehberlik edebilecek ve bizi motive edecek bir milli kimlik inşası… Ki gençlerimizin ideolojik katılıklarının oldukça yumuşamış olması bu hususta bize ciddi olanak sağlıyor.
- Bir yardımlaşma seferberliği… Zaten dünya ölçekli iktisadi kriz ortamında temel ihtiyaçlarımızı karşılayabilmek ve geri kalan vakitlerimizi ülke kalkınması adına eğitime ayırabilmek mümkün olursa, geleceğe ümitle bakabileceğimiz için kanaatkar bir yaşamla mutluluğu yakalayabiliriz.
- Gençlerimize temiz bir dini ya da seküler duyarlıktan doğan ve onları idealizme sevk edecek yeni bir ahlak bilinci sunabilmek. Ki zaten tüm ümitlerini yitirmiş oldukları ve kendilerine bir çıkış yolu aradıkları için bu ahlak eğitimine hazırlar.
- ABD ve Rusya-Çin bloku arasındaki savaşta denge politikasından asla taviz vermemek. Zira herhangi bir tarafa meyledersek Ukrayna gibi piyon olmaktan kurtulamayız. İsmet İnönü’nün İkinci Dünya Savaşı için söylediği gibi “Evet bu dönemde çayımızı şekersiz içmek zorunda kaldık. Ama Birinci Dünya Savaşı’nın aksine tek bir Anadolu çocuğu bile savaşta şehit düşmedi” diyebilmek zorundayız en az otuz yıl sürecek bu savaşta.
IX.
Bir insanı ya da bir toplumu gerçek anlamda mutluluğa taşıyan içinde yaşadığı konfor, refah ve lüks değildir. Aksine böylesi yaşamlar, hayatın anlamını kaybettiği için muazzam bir karamsarlık, boşluk ve değersizlik hissi doğururlar. Yaşadığı hayat zahmetli olsa bile, yaşadığı hayatın yaşanmaya değer olduğuna inanan ve geleceğe ümitle bakabilen insanlar ve toplumlar gerçek mutluluğu yakalarlar. İster Abraham Maslow ve Victor Frankl gibi psikologları okuyun, ister dünya tarihini etüt edin, isterse de dünyaya katma değer hediye etmiş bireylerin hayatlarını etüt edin, bu dediğimin şaşmaz bir doğru olduğunu göreceksiniz. İnsan, neoliberal iktisatçılarının söylediğinin hilafına, haz peşinde koşan ve acıdan kaçan bir varlık değildir. Aksine insan, gerçek mutluluğu güzel idealler namına çile çekmekte bulur. İnsan fıtratı güzel idealler için zahmet çekmeyi ister. Yeter ki emeğinin boşa gitmeyeceğini bilsin. Yeter ki çabasının eninde sonunda meyve vereceğine inansın.
X.
2003 yılından, yani 27 yaşımdan beri ülkeme âşık bir insanım. Pek kimse bilmez ama ülkeme ciddi hizmetlerim de oldu. 27 Nisan sürecinde, 17 Aralık-15 Temmuz arasında her şeyi bırakıp ülkem için seferber olmuşluğum var. 28 Şubat’ta tüm gelecek hayatımı tehlikeye atarak gösterdiğim bir kahramanlığım var. Ülkeme bir zarar gelecek diye defalarca hüngür hüngür ağlamışlığım var. Ayrıca bireysel olarak defalarca yok oluş, çöküş ve parçalanma deneyimi yaşadım. Ama hepsinde yeniden dirilip, yeni ve daha önce hiç tatmadığım mutluluklar ve zaferler yaşadım.
Şu anda ülkemin yaşadığı çöküşün ve un ufak oluşun da yeni bir dirilişin başlangıcı olabileceği ümidiyle okuyor, düşünüyor, yazıyor, konuşuyorum. Ve gençlerin haline içim acıyor. Pek çoğu psikiyatra düştü. Hastalıklarının sebebi bireysel değil, toplumsal ve siyasal. Tutunacak bir dal bulamıyorlar toplumda onun için ruhları çöküyor. Ve psikiyatrlar toplumsal ve siyasal sebepli hastalıklara deva bulma yeteneğine sahip değil. Pek çok genç uyuşturucu ve serbest seks müptelası oldu. Ahlaki rehberleri yok. Bir kısmı ümitsizlikten intihar ediyor. Ve pek çok genç insan mutluluğunun esası olan Tanrı ve ahiret inancını yitirdi. İntihar edenlere kendi maceramı anlatmak ve hayattan ve toplumdan ümit kesmemek gerektiğini anlatmak istiyorum. Ama hiçbiriyle sohbet etme şansım yok. Pek çok genç ne pahasına olursa olsun Türkiye’yi terk etmek istiyor. Onlara bu ülkeyi ayağa kaldırmak için yapabileceğimiz çok şey olduğunu söylemek istiyorum. Ama siyasi bir liderliğim yok. Ülkem için şu anda sadece okuyabiliyorum, yazabiliyorum, düşünebiliyorum ve yakın dostlarımla sohbet edip onların ümitlerini canlı tutmaya çalışıyorum. Bunu bir nebze olsun başarabiliyorum da…
2012 yılında darmadağın olmuş bir haldeyken Mevlana’nın Mesnevi’sini ve Nietzsche’nin külliyatını iki hafta içinde iki sefer okudum. Ve yaşadığım Celal sonrası bir Cemal’in geleceğine, içinde yaşadığım cehennemden sonra bu dünyada beni bir cennetin beklediğine ümidim canlandı bu okumalardan sonra. Acılarım üzerinde raks etmeyi öğrendim ve mücadeleye devam ettim. 2017 yılından beridir, yani 41 yaşımdan beridir bireysel olarak bir cennetin içinde yaşıyorum ve mutluluğumu herkesle paylaşmak, bu yaşadığımız çöküşlerin hiçbirinin anlamsız ve değersiz olmadığını söylemek, bizi sadece ahirette değil, bu dünyada da bir cennetin bekleyebildiğini söylemek istiyorum. Yeter ki elimizi taşın altına koyalım. Fakat ne yazık ki topluma ulaşma olanaklarım çok sınırlı.
Bu yazıya son altı yıldır, yani 41 yaşımdan 47 yaşıma gelene kadar bana ruhsal şifa olsun diye defalarca okuduğum ve beni tüm karabasanlara rağmen sürekli ayakta tutan, bana sürekli ümit aşılayan ve beni sürekli mücadeleye azmettiren Kuran ayetleriyle nihayet vermek istiyorum. Zaten inancım odur ki, geçmişte meyvelerini vermiş ama bugün bize posası kalmış geleneğimizin zincirlerini kırıp Kuran’ı taze gözlerle okuyabilirsek, Kuran, bizim toplumumuzun yeniden dirilmesi için gerekli tüm motivasyonu bize verecektir.
XI.
SEBE 7.
Böyle iken o küfredenler şöyle dediler: “Size, “(Toplumsal olarak) parçalanıp un ufak olduğunuz zaman, muhakkak siz yeni bir (toplumsal) yaratılış yaşayacaksınız” diye, peygamberlik eden bir adam gösterelim mi?” 8. Allah’a bir yalanı mı iftira etmekle, yoksa kendisinde bir delilik mi var?” Hayır, doğrusu o ahirete inanmayanlar, derin bir sapıklıkla azap içindedirler.
BAKARA 214.
Yoksa siz, sizden önce geçenlerin örnek olmuş durumları hiç başınıza gelmeden (bu dünyadaki ve ölüm sonrasındaki) cennete gireceğinizi mi sandınız? Onların başına öyle ezici sıkıntılar, kımıldatmaz zaruretler geldi ve öylesine sarsıldılar ki, peygamber ve beraberindeki iman edenler: “Allah’ın yardımı ne zaman?” diyeceklerdi. Bak işte, Allah’ın yardımı yakındır.
BAKARA 243.
Binlerce kişi iken (manevi ve toplumsal bir) ölüm korkusuyla yurtlarından çıkan kimseleri görmez misin? Allah onlara: “(Manen ve toplumsal olarak) Ölün.” dedi. Sonra onlara (manevi ve toplumsal) bir hayat verdi. Muhakkak Allah, insanlara karşı bir fazilet sahibidir, ancak insanların pek çokları şükretmiyorlar.
ALİ İMRAN 146.
Nice peygamberler vardır ki, birçok Allah erleri onların maiyetinde mücadele etti ve Allah yolunda başlarına gelenlerden dolayı gevşemediler, zaaf göstermediler ve baş eğmediler. Allah da sabredenleri sever. 147. Onların: “Ey Rabbimiz hatalarımızı ve işlerimizdeki taşkınlıklarımızı bağışla, mücadele alanlarında ayaklarımızı iyi dire ve kafirlere karşı bizlere zafer ver!” demekten başka bir sözleri de yoktu. 148. Allah da onlara hem dünya nimetini verdi hem de ahiretin güzel sevabını verdi; öyle ya Allah güzel iş yapanları sever.
ALİ İMRAN 172.
Hele (manevi ve toplumsal bir) yara aldıktan sonra Allah’ın ve peygamberin emrine uyanlar…. Müminler içinden özellikle iyilik yapıp fenalıktan sakınanlara pek büyük bir mükafat vardır. 173. Onlar ki, insanlar kendilerine: “Haberiniz olsun, (maddi ve manevi) düşmanlarınız size saldırmak için toplandılar, onun için onlardan korkun!” dediler. Bu, onların imanını artırdı ve: “Bize Allah yetişir; O, ne güzel vekildir!” dediler. 174. Sonra da kendilerine hiçbir keder dokunmaksızın Allah’tan bir nimet ve lütuf ile geri döndüler ve Allah’ın hoşnutluğunun ardınca gittiler. Allah, daha da çok bir lütuf sahibidir. AHZAB 21. Yemin ederim ki, muhakkak ki size, Allah’a ve son güne ümit besleyip de Allah’ı çokça ananlar için Allah’ın Resulünde pek güzel bir örnek vardır! 22. Mü’minler (maddi, manevi ve toplumsal) müttefik düşmanlarını gördükleri zaman: “İşte bu, Allah’ın ve Resulünün bize va’d ettiği şeydir. Allah ve Rasulü doğru çıktı.” dediler. Bu onların imanını ve teslimiyetini artırmaktan başka bir şey yapmadı. 23. Müminlerden öyle erler vardır ki Allah’a verdikleri sözü yerine getirdiler; kimi adağını ödedi, kimi de beklemektedir; (verdikleri sözü) hiçbir şekilde değiştirmediler. 24. Çünkü Allah doğrulara, doğrulukları ile mükafat verecek, münafıklara da dilerse azap edecek veya tevbe nasip edecek. Şüphe yok ki Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir.
NUR 55.
Allah sizden iman edip güzel işler yapanlara, kendilerinden öncekileri yaptığı gibi onları da muhakkak yeryüzünün hükümranları yapacağına, onlara kendiler için hoş gördüğü dinlerini (yaşam felsefelerini) kuvvetle icra etme gücü vereceğine, kesinlikle onları korkularının arkasından onları güvenceye erdireceğine dair, yeminle söz verdi. Onlar, hakkımda hiçbir şeyi ortak koşmayarak yalnızca Bana ibadet edeceklerdir (ilahi ve güzel değerler için yaşayacaklardır). Artık bundan sonra kim nankörlük ederse, onlar fasıkların ta kendileridir! 56.Salatı ikame edin (idealler için mücadele edin), zekatı verin (fakirlerle yardımlaşın) ve peygambere itaat edin ki rahmete erdirilesiniz.
FETİH 29.
Muhammed, Allah’ın peygamberidir. Onun beraberindekiler ise, kafirlere karşı çok çetin, kendi aralarında son derece merhametlidirler. Onları rükü ve secde ederek (güzel ideallere kendilerini adayarak), Allah’ın lütfunu ve hoşnutluğunu dilerken görürsün. Nişanları yüz ifadelerindedir, secde eserinden anlarsın. (Onların kendilerini ilahi ve güzel ideallere adamış olmalarını yüz ifadelerinden anlarsın). Bu onların Tevrat’taki misalleridir. İncil’deki misalleri ise, kendileriyle kafirleri öfkelendirmesi için, filizini çıkarmış, onu güçlendirmiş sonra kalınlaşıp sapı üzerine dimdik doğrulmuş, çiftçilerin hoşuna giden bir ekin gibidir. Onlardan iman edip de iyi iyi işler yapanlara Allah hem bir bağışlama vaad buyurdu, hem de büyük bir mükafat…
TEVBE 120.
Ne şehir halkının ne de etrafındaki göçebelerin/göçmenlerin peygamberden geride kalmaları ve kendilerini tercih edip ondan yüz çevirmeleri yakışmaz. Çünkü onların Allah yolunda çektikleri hiçbir susuzluk, hiçbir açlık ve kafirleri öfkelendirecek bir yere ayak basmaları ve düşman karşısında elde ettikleri hiçbir başarı yoktur ki, karşılığında kendilerine güzel bir amel yazılmış olmasın. Çünkü Allah iyilerin mükafatını zayi etmez. 121. Onlar, -küçük olsun, büyük olsun- bir harcama yapmazlar ve bir vadiyi aşmazlar ki, Allah kendilerini işlediklerinden daha güzeliyle mükafatlandırmak için onların hesaplarına yazmış olmasın!
XII.
Yedinci asrın fiziki savaş koşullarında inmiş yukarıdaki ayetlerin güncelliğini ve çağımıza ve ülke olarak yaşadığımız bugünkü travmaya dolaysızca hitap ediyor oluşunu anlamak isteyen okur, muhakkak, Gadamer’in dediği gibi, bu ayetlerin dünyasıyla bizim bugün içinde yaşadığımız dünyanın ufuklarını kaynaştırmak zorundadır.
Kuran için en büyük ‘cihad,’ bir şehri ve ülkeyi manen imar etmek için girişilen mücadeledir.
Kuran için ‘ölüm sonrası diriliş,’ gerek fiziken öldükten sonra ahiretteki diriliş, gerekse de bir birey ya da toplum olarak manen çöktükten sonra yeniden ayağa kalkmak ve mutlu bir hayata kavuşmaktır.
Kuran için kendisine karşı savaş verilmesi gereken en büyük ‘kafir,’ insanı kötülüğe ve ümitsizliğe sevk eden şeytandır.
Kuran için ‘salat, rüku ve secde,’ gerek namaz ibadetini yerine getirmek, gerekse de ilahi ve güzel değerlere gönül vermektir.
Kuran için ‘düşman,’ gerek eline silah alıp bize karşı savaşan fiziki olarak savaşan düşman, gerekse de bizlerin bireysel ve toplumsal hayatına musallat olan bela ve musibetlerdir.
Kuran için ‘cennet,’ gerek ölümden sonra gireceğimiz cennet, gerekse de bu dünyada mücadelemizi verdikten sonra bu dünyada yaşadığımız bireysel veya toplumsal mutluluk halidir.
Kuran için ‘peygambere itaat etmek’ peygamberin söylediği sözlere körü körüne bağlanmak değil, peygamberin kendini adadığı ideale, yani bir şehri yada ülkeyi manen imar etme çabasına kendini adamak demektir.
XIII.
Ve bir not olarak… Kendini ideallere adamış bir birey şarabın, şiirin, müziğin, dansın, cinselliğin, oyun, eğlence ve neşenin tadını da bencil ve hedonist bir insanın tattığından çok daha kaliteli bir biçimde yudumlayacaktır. Zira böylesi bir birey için bu tür dünyevi nimetler, süfli arzular olarak değil, ilahi rahmetin ve güzelliğin bir hediyesi olarak kutsal bir değer ve anlam kazanacaktır.
Ve ben de bu yazıdan sonra galiba iğnemi yiyip yirmi gün kadar hiçbir şey yapamadan yatakta dinleneceğim. Fakat içim Allah’a ve toplumuma karşı görevimi yerine getirmiş olmanın bilinciyle neşe, şevk ve sürur dolu olacak.
Esat ARSLAN

Son Yorumlar