Zafer Doruk: “Yazma İsteğini Yaşamanın Bilincine Vardığımdan Beri Duyuyorum”

Yazma serüveniniz nasıl başladı? Sizi yazmaya iten ya da çağıran neydi?

Duvar gazetesine bir öykü yazdım, lise birinci sınıftaydım. Yazdığım öykü müydü ondan pek emin değildim. Öğretmenim hikâye olduğunu söyledi. Ortaokul son sınıftaydım, etkisinde kaldığım bir romanı okuduktan sonra görüş alanımı aşan roman denemeleri yapıyor, beş-on sayfa yazdıktan sonra sığ sularda çırpınmaktan yorulup bırakıyordum. Sonra anladım ki ben kısa şeyler yazmayı seviyorum. Otuz yedi yaşımdaydım. Kuruköprü semtinde işportada ayakkabı satıyordum. Tezgâh başında “Kedi” adlı bir öykü yazdım, Orhan Kemal Öykü Yarışmasına gönderdim. Öyküm oradan bir mansiyon aldı ve bir dergide yayımlanan ilk öykümdür. Bunları biliyorum. Yazma isteğini yaşamanın bilincine vardığımdan beri duyuyorum. Ama bu bilince ne zaman vardığımı bilmiyorum.

Hayatınızın büyük bölümü Adana’da geçti. Çocukluk, İlk gençlik, orta yaş… Adana her açıdan çok canlı, doğurgan bir şehir. Zengin bir insani ve kültürel perspektife sahip. Adana’da yaşamak sizin öykü dünyanızı nasıl etkiledi? Geçmişteki Adana ile şimdiki Adana’yı karşılaştırın desek neler söylersiniz?

Çocukluğumuz, hayatımızın hızla yaşanıp tükenen masal gibi bir evresidir. Her insanın çocukluğunu yaşadığı bir masal ülkesi vardır ya? Benim çocukluğumun da masal ülkesi geçmişteki Adana’dır. Orhan Kemal’in hikâye ve romanlarında anlattığı işçi mahallelerinden birinde yaşadım. Eskiden geniş geniş avlular vardı. Bir avluda en az beş aile oturuyordu. Laz’ı, Kürdü, Türk’ü, Arabı, Çerkez’i, Boşnağı bir arada, kimse kimseyi ötekileştirmeden kardeşçe yaşardı. Bu zengin kültürel birikim zamanla Adana’ya has ortak bir kültür oluşturmuştur. Bugün Adana çok değişti. Eski kuşçular, sokak düğünleri, bayram yerleri, yazlık sinemalar, sokak oyunları, cibinlikli damlar, kasnaklı uçurtmalar, geniş tarlalar, avlular, bağlar, bahçeler yok artık.

Bugün bu saydığım özelliklere Adana’nın belki güney mahallelerinde hâlâ tek tük rastlayabilirsiniz; ama şehir kuzeye ve batıya doğru ilerleyerek genişledi, büyüdü, bulvarlar, çok katlı binalar, dev siteler o eski mahalleleri yuttu, yok etti. Dışarıdan bakınca bir karnaval şenliğini anımsatan o renkli sokaklar, apartman dairelerinin içinde yitip gitti. Elbette bütün bu yaşanmışlıklar, bu yitip gidenler, yerlerine konulanlar, içinde yetiştiğim kültürel ortam öykülerimin de kaynağını oluşturuyor.

Serçeler, martılar, kargalar özellikle de güvercinler… Öykülerinizde kuşlar var hep. Hatta kitabınızın birinin adı “Kimselere Yâr Olmayan Kuşlar”. Neden kuşlar bu kadar çok yer alıyor öykülerinizde?

Kuşlar sonsuzluğu, özgürlüğü çağrıştırıyorlar. Özellikle çatılarda, alanlarda, ağaçlarda yaşayan şehir kuşları. Sonra kafeslerde, dolaplarda tutsak yaşayan kuşlar…

Kuşlar doğa’nın bir parçası; doğaya yakışır. Kuşbazlar. Sözde kuş tutkunları. Sevdiklerini tutsak ettiklerinin ayırdına varamayan sevgi bencilleri. Kuşlar: tema yönünden oldukça zengin bir alan.

Öykülerinizde güvercinleri, güvercin besleyenleri çok güçlü, çok ayrıntılı bir şekilde anlatıyorsunuz. Güvercinlerin kanat çırpışları, uçuşları, taklaları, güvercincilerin heyecanları okurun gözünde canlanıyor. Zafer Doruk için güvercinler neyi ifade ediyor?

Büyüdüğüm mahallelerde kuşçuları çok izlerdim, her davranışlarını ayrıntısıyla incelerdim. Seviyorum diye kafeste ya da dolapta hiç kuş beslemedim; onları çatılarda, kaldırımlarda besledim, uzaktan, ürkütmeden sevdim. Bildiğim bir dünya, içinde yetiştiğim kültürün bir parçası kuşlar, kuşçuluk. Özellikle de güvercinler.

Öykülerinizde yalınlığın, doğallığın, samimiyetin yanında görsel zenginlik de dikkat çekiyor. Neler söylersiniz bu hususta?

Gözlem gücü, hayata duyarlı olmak, birebir yaşamak ve hissetmek… Yazdıklarınızda samimiyet aranıyorsa, yaşadıklarınızdan yola çıkmanız, tanıklıktan yola çıkanlar karşısında sizi bir sıfır öne geçirecektir. Görselliğe gelince: Öykülerimde doğrudan anlatıp okura bazı bilgiler sunmak yerine sahne kurup göstermeyi daha çok seviyorum.

Zafer Bey kitabınızın birindeki bir öykü kahramanına başka bir öykünüzde ya da kitabınızda tekrar rastlıyoruz. “Gül Budama Zamanı”ndaki Kuşçu Kamil “Uçurtmalar ve Bilyeler Kralı” öyküsünde, “Uçurtmalar ve Bilyeler Kralı”ndaki Demkeş “Demkeş” adlı öyküde, “Guguklu Saat”daki Tahir Amca “Horoz” adlı öyküde, “Gül Budama Zamanı”ndaki İmam Yusuf’un delişmen kızı “Destan” adlı öyküde tekrar karşımıza çıkıyor. Öyküler birbirini tamamlayan birer zincir halkası gibi. Neler söylersiniz bu konuda?

Bir mahalle düşünün, tanıdığınız birçok insan var, onları dışarıdan gördüğünüz, bildiğiniz kadarıyla tanıyorsunuz, ama o güne kadar ayırdına varamadığınız bir ayrıntıya odaklandığınızda ya da iç dünyalarına girip daha yakından baktığınızda hepsinin de kendine has bir öyküsü olduğunu görüyorsunuz. Herkes kendi öyküsünü yaşarken, bazen de aynı mahallede oturdukları için hayatları bir sokakta, evde, yolda, şehrin herhangi bir mekânında kesişebiliyor.

Öykülerinizi okurken dikkatimi çeken hususlardan biri de evine, karısına özellikle de çocuklarına sevecen, şefkatli, merhametli davranan babalar. İşi gücü olmasa bile hayatın birçok zorluğunu göğüslese bile babalar bunları çocuklarına hissettirmemeye gayret ediyorlar. Çocuklarıyla arkadaş gibiler. Neden böyle? Neler söylersiniz?

İçimizden birileri; sokağımızdan, kapı komşularımızdan… Vardır böyle baba gibi babalar; gaddar babalar da var tabii. Hayat zıtlıklar üzerine kurulu, dünya bildiğimizden daha karmaşık ve bir o kadar da dengeli, ahenkli. Ben bu karmaşık yapı içinde, yaşanan bütün bu kötücül olaylar karşısında iyiyi, umudu bulup göstermek istiyorum; olması gerekeni; insanın lâyık olduğu biçimde yaşaması gerektiğini.

Sinema, sinema salonları, yazlık sinemalar öykülerinizin çoğunda yer alıyor. Sinemayla ilginiz hakkında neler söylersiniz?

Sinemalar, çocukluk hayallerimizin, rüyalarımızın kaynağıydı, bir tür hayal ve zaman makinesiydi. Altmışlı yıllarda Adana’da her mahallede üç-dört yazlık sinema bulunuyordu. Sinemalar radyodan sonra halkın tek görsel eğlencesiydi. Mahallede yaşanan en romantik aşklar, en çetin serüvenler siyah-beyaz filmlerin dünyası üzerine kuruluydu. Sinemalardan birine yeni bir film gelmişse o gün avluda bir bayram havası eserdi. Akşama hazırlık için dolmalar sarılır, pastalar börekler yapılır, battaniyeler, su şişeleri hazırlanır, akşam oldu mu avlu halkı çor çocuk sinema yollarına düşülürdü. Şimdi yazlık sinemalar da yok. Sinemalar simdi her gün içine onlarca filmin tıkıştırıldığı, evlerimize, yatak odalarımıza kadar giren dijital birer kutuya dönüşmüş durumda.

Sokağın, arka mahallelerin öykülerini anlatıyorsunuz. Çok renkli bir dünya… Kahramanlar da öyle. Süslü Kadir, Düztaban Zöhre, Berber Kemal, Tatlıcı, Hasan, Kocavezirli Yırtık Sabahat, Şahbaz Nermin, Şaşı Ömer, İsmiyel, Sakallı, Ebleh Hasan, Şaşı Ömer, Maral, Dalgacı Memet, Kör Ethem, Tahir Bey… Bu dünyadan bahseder misiniz biraz?

Ben öykülerde geçen dünyada büyüdüm; eski mahalle ortamında, herkesin büyük bir aile gibi olduğu “dijital çağ” öncesinde. İnsanların henüz birbirine yabancılaşmadığı, birbirine dokunduğu, birbirinin gözlerinin içine baktığı bir zamanda yaşadım. Bütün bu öykü kahramanlarının meziyetlerini o insanlarda gördüm, tanıdım.

“Ayışığının Bilirkişiliği” ülkemizi allak bullak eden askeri darbelerden biriyle ilgili bir öykü. Çok trajik bir olayı anlatıyorsunuz. Öykünün adından da hissedileceği gibi ince bir ironi de var. Ne dersiniz?

‘Ayışığının Bilirkişiliği’ni, Adana’da yıllar önce yaşanmış bir olaydan yola çıkarak kurguladım. Toplumun bir yarasıdır bu olay: otorite baskısının yarattığı bir travma. Çocukla baba ilişkisi bu hazin olayın içinde barınan tek umut ışığı. Ölümün yok edemediği bir duygu: Sevgi.

Son olarak neler söylersiniz?

Bana yeniden eski Adana’yı anımsattınız, teşekkür ediyorum.

Biz teşekkür ederiz Zafer Bey.

Muaz ERGÜ

Zafer DORUK

  • 1956 yılında Bitlis’te dünyaya geldi.
  • Henüz bir yaşındayken ailesi Adana’ya yerleşti.
  • Ömrünün elli iki yılını bu şehirde geçirdi.
  • Adana Erkek Lisesi’ni bitirdikten sonra hayata atıldı, yirmi iki yaşında evlendi, üç çocuğu oldu.
  • Fabrika işçiliği yaptı, ayakkabı mağazası açtı, işleri bozulunca kapattı, işportada terlik sattı.
  • 1995’te “Bir Uçumluk Kanat Lütfen” adlı dosyasıyla Orhan Kemal Öykü Ödülü’nü;
  • 2000 yılında bir öyküsüyle Oktay Akbal Öykü Ödülü ikinciliğini kazandı.
  • 2002’de Çal Dedim Klarnetçi Çocuğa,
  • 2004’te Aşkgüzar,
  • 2006’da Soyka,
  • 2012’de Beyaz Atlı Geceler,
  • 2019’da Kimselere Yâr Olmayan Kuşlar,
  • 2021’de Karsambaç adlı öykü kitapları yayımlandı.
  • “Soyka” adlı öyküsüyle Abdullah Baştürk İşçi Öyküleri Ödülü’nü aldı.
  • Bir öyküsü, Avustralya’da 42 dilde yayın yapan SBF radyosu tarafından düzenlenen uluslararası öykü yarışmasında Türkçe dalında birinci oldu.
  • Seçme öyküleri Ay Işığının Bilirkişiliği adlı kitapta derlendi.
  • 2008 yılından itibaren İstanbul’da yaşamaya başladı.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir