2025 yılı edebî anlamda sizin için nasıl geçti?
Okuma, dinleme, deneyim, bilgilenme açısından iyi geçti diyebilirim. Ancak yazım ve yayım açısından iki kitabımın birden yayımlandığı 2020 yılı kadar verimli geçtiği kanısında değilim. Yine de buna şükür diyeyim, Ekim 2025’te “Yalnız Zamanlar” başlıklı 224 sayfalık bir şiir çalışmam yayımlandı. Bu arada biraz geç de olsa, yılın son ayına girdiğimiz şu günlerde “Yedi Şairin Dizeleri İzleğinde Mısır Şiiri” başlıklı bir çalışmaya yoğunlaşmış durumdayım. Malum informatik bir çağdayız. Dünya hızla küçülürken bilgi büyüyor. Okunacak-yazılacak konular, dosyalar ve kitaplar günden güne çoğalıyor. Âdeta elli yıllık bir ömürde, beş yüz hatta belki beş bin yıllık bir birikim meydana geliyor. Buna rağmen hayatın kısalığı emellerin uzunluğuna yetmiyor. İş çok, vakit az. Konuşmak kolay, yazmak zor. Yazdığını yaşamak veya yaşıyormuş gibi kaleme almaksa en zor. Büyük bir emek, ince bir yazın işçiliği gerektiriyor.
Bu yıl okuduğunuz ve sizde iz bırakan üç kitap adı söyler misiniz?
*Burhanettin Çil, Bizim Sokaklar (Anı)
*Yusuf Has Hâcip’in Nevzat Yüksel tarafından sadeleştirilen dillere destan klasiği Kutadgu Bilig (Mutluluk Bilgisi)
*Mahmut Turan, Basit Goller Yedik (Şiir)
Burhanettin Çil, çocukluğu Afyon’un Emirdağ ilçesinde geçmiş bir yazar ve şair. Aynı zamanda emekli bir yüksek memur. Bizim Sokaklar adlı anı türü eseriyle hayatın zorluklarını, koçların kuzuların arasında geçen çocukluk ve delikanlılık günlerini, Karacaören civarına kurdukları Yörük çadırlarını, köy yaşamını, Emirdağ’ın cadde ve sokaklarını sohbet ve öykü karışımı bir üslupla şiirsel, lirik, gayet akışkan bir dille anlatmış. Deyim yerinde ise kelimeleri, cümleleri, paragraf ve konuları âdeta kuyumcu titizliği ile ilmek ilmek işlemiş. Son derece düzgün, âdeta her sayfasından emek ve samimiyet dökülen bir şaheser ortaya koymuş.
Büyük Türk bilgesi Yusuf Has Hâcip’in aforizmik öğüt ve vecizelerle örülü müthiş şaheserini duymayan bilmeyen neredeyse yoktur malum. Biraz gecikmiş bir okuma oldu benimkisi. Sağ olsun İzmir’in Kiraz ilçesinden dostum, büyüğüm, yazar ve edebiyat öğretmeni Nevzat Yüksel Hocamızın bin bir emek ve çile ile sadeleştirerek günümüz Türkçesine kazandırdığı bu tarihî şaheser, ruh gövdemizin derin köklerinden birini teşkil ediyor aslında. Bir eğitim gönüllüsü olan Nevzat Yüksel Hocamız bu şaheseri o kadar içtenlikli bir niyet, dilek ve hissedişle kaleme almış ki, bunu kitabın hemen her sayfasında fark ediyorsunuz sanki. Bununla birlikte kitabın arka kapağına, fiyat yerine “Hediyedir. Para ile satılmaz” şeklinde yazı koymayı unutmamış.
Mahmut Turan da Malatyalı bir genç şair. Lirik Yayıncılık tarafından birinci baskısı 2019 Ekim ayında yayımlanan “Basit Goller Yedik” adlı 176 sayfalık kitabı, deyim yerinde ise birkaç akşam inzivası sırasında okunacak kadar yalın, doğal ve sürükleyici. Serbest tarzda yazılan şiirlerin her biri gayet tabii bir ritim ve melodinin yanı sıra, kendine özgü bir durulukla akıyor, akıyor… En nihayet hemen her şiirin son dizeleri, insanın iç dünyasına hoş sürprizli bir rikkat tatlılığı bırakarak aniden bitiveriyor…
Türk edebiyatında bugün karşılaştığımız en büyük sorun yazmak mı, yayımlanmak mı, okunmak mı?
Bu sorunuzu bir anıyla yanıt vereyim müsaadenizle. İlk kitabım “Mısır Rüyası, Gördüklerim Düşündüklerim” adlı hatırat türü çalışmamdı. 2000 yılında bastırıp elime alınca, deyim yerinde ise bir dedenin ilk torununu kucağına alması kadar rindane kıpırtılara kapılmış, sevinçten içim içime sığmamıştı. Başta mesai arkadaşlarım olmak üzere odamızı ziyaret eden, yanımıza gelip giden herkese bu kitaptan birer tane imzalıyor, takdim ediyordum. Derken bu arada 10. Cumhurbaşkanımız Sayın Ahmet Necdet Sezer’in yanı sıra Tansu Çiller, Yılmaz Karakoyunlu ve Mehmet Keçeciler gibi bazı devlet ve siyaset insanlarına da posta yoluyla bu kitaptan birer adet göndermiştim. Eski senatör ve bakanlarımızdan merhum Kamuran İnan’a ise bizatihi Meclise giderek elimle takdim etmiştim. Merhum İnan, o sırada bana takdir ve teşekkürlerini iletmenin yanı sıra: “Sizi tenzih ederim Mesut Bey kardeşim. Bu sözlerime lütfen alınmayın ama ülkemizde son zamanlarda okuyandan daha çok yazan var…” şeklinde bir ifade kullanmıştı. Ben de içimden “Sayın Bakan belki haklı olabilir, bunu düşünmeliyim” demenin yanında, biraz mahcubiyet biraz gülümseme ile söylenenleri duymazlıktan gelmiş, üzerinde pek durmamıştım.
Daha sonraları bu konuyu çok düşündüm. Merhum İnan’ın tespitleri kısmen doğruydu. Evet, bu ülkede kitap yayınlayanlar kitap okuyanlardan çokmuş gibi görünüyordu. Ama böylesi bir kıyas, bana göre hatalıydı. Çünkü bir okur, yazmadan okuyabilirdi. Ama bir yazar, okumadan yazamazdı. Sözü şuraya getirmek istiyorum: Elbette okumak çok önemli. Ancak bazı insanlar okuyarak, bazıları ise hem okuyarak hem yazarak öğrenirler. Ayrıca bir paragraf veya sayfayı yazıp yayımlamak yirmi otuz defa okumaktan çok daha etkilidir. İnsanı derinleştirir. Dahası, okumak geliştirir. Ama yazmak hem geliştirir hem derinleştirir. Bir de yazmak bir yarıştır sonuçta. Bunun takdirini halk belirler. Aynen şarkı söylemek gibi. Herkes şarkı söyleyebilir. Ancak kimi bu icrayı mırıldanarak, kimi kendi gönlünü eğlendirerek, kimi ülkemizin en büyük ses sanatçılarını hatırlatarak yerine getirir. Bir de okumak, yazmaya nispeten daha sanaldır. Diğer bir deyişle yarı sanal veya yarı edilgen bir bilgilenme hâlidir. Yazmaksa okumaya göre daha yaşamsal, girift, çetrefilli ve zor bir iştir. Bir nevi yaratıcılık ister. Bundan böyle yazanlar hem derinlemesine öğrenir hem öğretirler…
İşin felsefesi açısından durum böyle bana göre. “Türk edebiyatında bugün karşılaştığımız en büyük sorun yazmak mı, yayımlanmak mı, okunmak mı?” sorunuza gelince. Bu biraz “Tavuk mu yumurtadan yumurta mı tavuktan” döngüsünü hatıra getiriyor gibi, ama… Bence yazmak da okumak da birbirini emzirip büyüten birer olgu aslında. Ancak ben bu konuda, yine en büyük problemin “yazmak” olgusunda yoğunlaştığı kanısındayım. Çünkü bu ülkede hemen her şeyde olduğu gibi bir yüzeysellik, bir aşamamışlık, dahası bir ölü toprağını üzerimizden atamamışlık var sanki. Bir türlü kefeni yırtamıyoruz. Akif’in İstiklal Marşı’nda ifade ettiği gibi “Kükremiş sel” olamıyoruz. Dahası “Dağları yırtan” ya da “Enginlere sığmayıp taşan” hâline gelemiyoruz bir türlü. Kendi zincirlerimizin esiri gibiyiz sanki. Ben bu durumun, “Hür Düşünce Olgusu”nun ve “Bilimsel Düşüncenin” yeterince gelişmemiş ve içselleştirilememiş olmasından kaynaklandığı kanısındayım. Tuhaftır. Bu ülkede herkes veya hepimiz; sağımızla solumuzla, altımızla üstümüzle az da olsa birer özgürlük engellisi gibiyiz sanki. Yanlış anlaşılmasın; burada güncel siyasi bir sorunu kastetmiyorum. Siyaseti, şahısları, şunu bunu herkesi aşan, ta yüzyıllara uzanan bir sorun bu. Bir Çin toplumu, bir Japon toplumu, bir İngiliz toplumu gibi taşamıyoruz, şahlanamıyoruz bir türlü. Çünkü bir kere biz; akıl ve bilim patentli değil de bağıl, aidiyetli ve kişilere endeksli yaşıyoruz. Bir de üzerimize ait olmayan, gereksiz işlerle, ideolojik tartışmalarla çok zaman kaybediyoruz. Dine, sözde dinî cemaat veya şahıslara olduklarından daha abartılı anlamlar yüklüyoruz. Geçmişi şimdiden, dünü bugünden, ahireti dünyadan daha çok konuşuyoruz. Sonra da dünya hırsıyla yanıp tutuşuyor, “Önce ben!” diyerek kıyasıya bir yarışa giriyor; bir yerlerden canhıraş kütük kapmaya çalışıyor, haksız şekilde birbirimizi ezmeye kalkıyoruz. Bir de okumayı, düşünmeyi, üretmeyi, eleştirmeyi hiç sevmiyoruz. Ama üretmeden tüketmeyi, yaşamadan konuşmayı, yorulmadan kazanmayı çok seviyoruz. Şöyle bir araya gelerek okumaya, yazmaya, bilgiye, kültüre, edebiyata, üretime dört elle sarılıp bir türlü kalkınamıyoruz. Dolayısıyla bütün bu kısır döngülerle iç çelişkilerin içerisinde asırlardır patinaj yapıp duruyoruz. Sonuç itibariyle baskılayıcı bir mantalite hâline dönüşen bu durum, yazarından okuruna, yayıncısından entelektüeline neredeyse herkesin bakış açısını olumsuz anlamda etkiliyor.
Günümüzde bir metnin yayınevince kabul edilmesi daha çok edebî değerle mi, yoksa piyasa sezgisiyle mi belirleniyor?
Bu konunun daha çok bir yayınevinden diğerine göre değişkenlik gösterdiğine inanıyorum. Elbette maddi kaygılar önemli. Ancak asıl olan piyasa sezgisi değil, niteliktir. Ne var ki bugün toplumlar, daha çok imaj ve algının etkisi içerisinde kaldığından bu konuda da tam manasıyla ideal düzeyde olamadığımızı, deyim yerinde ise biraz daha parçalı bulutlu bir zihin yapısına sahip olduğumuzu düşünüyorum.
Güncel anlamda okuruyla yazar arasındaki ilişkiyi nasıl görüyorsunuz? Bugün bir yazarın görünür olabilmesi için iyi yazması mı, doğru çevrede olması mı daha önemli?
Elbette bir yazarın, her şeyden önce iyi yazması önemlidir. Tabi, iyi derken özgün, yaratıcı ve çok boyutlu düşünmesini, mümkün olduğunca özgüvenli, kendini aşmış, saplantısız bir zihne sahip olmasını kastediyorum. Yazar, okuyucuya göre etken konumdadır. Ancak son tahlilde, okurunun hiçbir zaman kendi edilgenliği altında kalmasını istememelidir. Ve bunda gerçekten samimi olmalıdır. Çünkü yazarın görevi, okurlarını kendine bağlamak veya onların etrafına aşılmaz kaleler inşa etmek değildir. Bilakis onların zihinlerini hapseden veya edilgenleştiren tüm ideolojik görüşleri, kesin inançlılık kokan aşırılıkları, durdurucu ve ön kesici duvarları yıkmak ve tarumar etmektir. Böyle yazarlar, bilgemeşrep bir duruş veya düzeyin talibidirler. Aşkın görüşlü, zengin ufuklu bir bakış açısına sahip kişilerdir. Bundan böyle bu yazı insanları, okurlarını aydınlatır, onları ufuk fukaralığından kurtarır. Dahası onların düşünce dünyalarını sığlaştırmaz denizleştirir, aşağı çekmez yükseltir, lokalleştirmez evrenselleştirirler.
Okunma, anlaşılma ya da takdir edilme ihtiyacı yazma motivasyonunuzun neresinde duruyor? Ve sizin için yazmak bir özgürlük müdür, yoksa bir bağımlılık mı? 2026’ya girerken edebiyattan beklentiniz nedir?
Yazma konusunda, öyle kat kat dürülü kumaşlar gibi bir beklenti içinde olmadığımı samimice itiraf etmek isterim. Ancak takdir edilmek, insanın doğasında var. Bunun beni sevindirdiğini söyleyebilirim. Bir de yetkin bir yazar olmak benim özel düşlerimden biri. Yani öyle ortalıkta dolanıp durmayan, yazdıklarıyla ilgili herhangi bir maddi kaygı taşımayan, deyim yerinde ise kendi göbeğini kendi kesen, kıyıda köşede sessiz kendi hâlinde bir yazar olmak…
“Yazmanın bir özgürlük mü, yoksa bir bağımlılık mı?” olduğu sualinize gelince… Bunu, ikisi birden hem özgürlük hem bağımlılık şeklinde yanıtlayabilirim. Bana göre uçsuz bucaksız bir havza, bir deniz derya gibi bir şey yazmak. Aynı zamanda bir tutku, bir hasret, hatta hastalık. Dahası hastalıkların en hayırlısı… Bu arada Sait Faik’in ve bazı kalem erbabı kişilerin zaman zaman dillendirdiği “Yazmasaydım çıldırırdım” sözünü hatırladım. Bu kadar iddialı olamam belki ama şayet yazmasaydım bu hayat bana galiba çok sıkıcı gelirdi. Yazmak… Uçsuz bucaksız sularda doyasıya yüzmek… Bir de yaza yaza çıldırmak var. Delirmek. Aynen Niçe’de olduğu gibi. O da yaza yaza, özellikle Kilisenin ve Hristiyan toplulukların derin çelişkilerini düşüne düşüne nihayetinde delirmiştir ama bu pozitif veya göreceli bir delirmedir tabi. Bir nevi anlaşılması oldukça zor olan bir üst olgu. Diğer bir deyişle normalliğin izahında zorlandığı içkin bir artısal aşım… Neyse, burayı daha fazla uzatmayayım.
2026’ya girerken edebiyattan beklentiniz nedir?
Ben, naçizane edebiyatı; uygarlık inşa etme iddiasında olan toplumların “tek” güçlü zemini sayıyorum. Bence, uygarlıkların üzerine oturduğu en güçlü, en etkin ve en önemli platform milletlerin dilidir. Yani edebiyatı, kültürüdür. Osmanlı Devleti’nin, Batı Asya üst kültürlerini bütün dünya çocuklarının gözünü kamaştıran küresel bir uygarlığa taşıyamamasının esas sebeplerinden biri, işte bu dil zeminini tek platforma dönüştürememiş olmasıdır. Osmanlı Devleti, maalesef Arapça ve Farsçayı kendi resmî dili olan Türkçeden daha önemli ve öncelikli görmüştür hep. Bundan böyle üst kültürünü, o uçsuz bucaksız coğrafyasını “tek dil” üzerinde yükselen bir uygarlığa dönüştürememiştir. Çünkü kendi dilinin, Türkçenin, dahası tek lügatin gücünü hep göz ardı etmiştir. Bunu söylerken, elbette herkese zorla Türkçe öğretmeli, tüm Müslüman ve gayrimüslim tebaayı Türkleştirmeli, kendi dillerini unutturup asimile etmeliydi, demek istemiyorum. Bu konuda, sadece ABD veya Çin gibi bir devlet veya imparatorluk olamayışının ciddi bir eksik ve acziyet olduğunu vurgulamak istiyorum. Bugün ABD’nin birçok eyaletinde on milyonlarca Amerikalının anadili İspanyolca, Portekizce, hatta Arapçadır. Bütün bunlar tek dilde eğitim yaptıkları, İngilizceyi anadilleri gibi konuştukları için asimile mi olmuş oluyorlar? Yine aynı şekilde, Çin’de on milyonlarca Türkçe konuşan Doğu Türkistanlı, bir o kadar da Tibetçe konuşan Tibetli, Moğolca konuşan Güney Moğolistanlı var. Bütün bunlar tek dilde eğitim yaptıkları, Çinceyi anadilleri gibi okuyup yazdıkları için asimile olmuş veya Çinlileşmiş mi oluyorlar? Elbette ki hayır. Bilakis bütün ABD ve Çin halkları tek dil zemini üzerinde el ele ve omuz omuza vermiş, İngilizce ve Çince ile çok daha hızlı gelişmiş, ülkelerine ve yeryüzü uygarlığına bilgileri, birikimleri ve bilimsel buluşlarıyla külli katkılarda bulunmuş oluyorlar. Kısacası “Büyük devlet” hâline gelmiş oluyorlar… İşte uygarlığın tek ve temel zemini… Dilin ve edebiyatın önemi…
Bana böylesi bir güzel konuşma, görüş ve düşüncelerimi paylaşma imkânı verdiğiniz için… Bir de tek başınıza Türkiye’nin en büyük edebiyat, dil, düşünce ve kültür platformlarından birinde gözlerden ırak, kendi hâlinde, sessiz sedasız bir uygarlık kanaviçesi ördüğünüz için tebrik ediyorum.
Teşekkür ederiz.
Muaz ERGÜ
Mesut ÖZÜNLÜ
- Diyanet TV Yayın Denetmeni, Yazar, Şair, Redaktör, Çevirmen.
- 1965 yılında Aydın ilinin Nazilli ilçesinde doğdu. 1985’de Nazilli İmam Hatip Lisesi’nden, 1989’da Gazi Eğitim Fakültesi Arap Dili Eğitimi Bölümü’nden, 2003’te Anadolu Üniversitesi AÖF İlahiyat Meslek Yüksek Okulu’ndan mezun oldu.
- 1992’de Millî Eğitim Bakanlığı’nın bilgi ve görgüyü artırma amaçlı Mısır bursuyla Kahire’ye gitti.
- Burada Arapça dil pratiğini ilerletti, Mısır’ı ve başkent Kahire’yi inceleyip araştırmaya çalıştı.
- Uzun yıllar Diyanet İşleri Başkanlığı, Dini Yayınlar Genel Müdürlüğünce hazırlanıp yayınlanan Diyanet Aylık, Avrupa, Avrasya ve Çocuk Dergileri ile Diyanet Aile Dergisi’nde tashih ve redaksiyon işlerinden sorumlu memur olarak görev yaptı.
- Belli aralıklarla Almanya ve Romanya’da imam hatiplik, Suudi Arabistan’ın Cidde, Mekke ve Medine şehirlerinde hac rehberliği ve tercümanlık görevlerinde bulundu.
- 2016-2017 öğretim yılında Gazi Üniversitesi, Ankara Gölbaşı Kampüsü Yabancı Diller Yüksek Okulu, Arapça Öğretmenliği Hazırlık Sınıfında dışarıdan haftalık 15’er saat ek dersler verdi.
- Yaklaşık beş yıl boyunca haftada bir gün TRT Genel Müdürlüğü bünyesinde Diyanet Televizyonu için yayını uygun görülen programların yayın denetmenliği görevini yürüttü.
- Bütün bu görevlerinin yanında İLESAM, YOYAV, Kurgan, Gençlik ve Çınar gibi basılı dergiler ile Antolojim, Edebistan, Dünya Bizim, Bindallı Edebiyat, Yine Dergi, Edebiyat Defteri ve dibace.net gibi birçok elektronik kültür ve edebiyat portalında 200’ün üzerinde şiir, öykü, anı, makale ve araştırma yazısı yayınlandı.
- Hâlen Diyanet İşleri Başkanlığı, Dini Yayınlar Genel Müdürlüğü, Radyo ve Televizyon Daire Başkanlığı’nda Yayın Denetleme Komisyonu Üyesi olarak görev yapmaktadır.
- Sekizi kendine, altısı ikili veya çoklu komisyonlara ait 14 adet kitabı bulunmaktadır.
- Türkiye Yazarlar Birliği (TYB), Türkiye İlim ve Edebiyat Eseri Sahipleri Meslek Birliği (İLESAM) üyesidir.

Maşallah Mesut Beyefendi kardeşim, değerli site yöneticileri böyle güzel yazılar ve yazarlarla bizleri buluşturduğunuz için şükranlarımızı sunarız. Nice başarılara imza atmanız dileğiyle yeni yılda da artan ivme ile nice güzel yazılara selam ve saygıyla.
Çok teşekkür ediyorum Tarık dostum. Takdirleriniz ziyadesiyle beni hoşnut etti. Güç ve güven verdi. Bilmukabele sizleri müstecap dilek ve dualarınızla selamlıyor, Rab Teala’dan sağlık ve esenlikler diliyorum. Hayırlı kandiller olsun efendim. Selamlar, saygılar.