Çamlar rüzgarla dans ediyor. Narin bir uğultu eşliğinde Belen Geçidinden aşağı doğru iniyoruz. Üç yüz adım genişliğinde olduğu söylenen geçit Suriye ile bağlantılı olduğundan yol oldukça kalabalık. Fakat manzara…
Küçük bir çocuğun kaleminden çıkmışçasına renkli bir resim kağıdını andıran bereketli tarlaların yanından geçiyoruz. Şehir merkezine yaklaştık sayılır. Öğle olmak üzere. Büyük kavşaktaki tabelalar bize güzel Türkiye’min en güneyinde olduğumuzu bir kez daha hatırlatıyor. Sol yönünde gidersek, Suriye. Biz sağdan devam ettik. Çünkü rotamız Samandağ. Rotamızı dün geceden netleştirmiştik. Yine de ziyaret noktalarımız konusunda yeniden konuşmaya başladık. Az zamanımıza çok yer sığdırabilmekti amacımız. Daha beş yüz metre gitmemiştik ki, arabanın içinde olmamıza rağmen ekmeğin mis kokusu hepimizi kendine çekti. Karnımız doyunca nasıl olsa plan yapardık. Benim misafirperver, aynı zamanda harika bir sürücü, hatta kalifiye bir mihmandar olan ‘‘hayte’’ m aracı hemen sağa çekti. Bereketli Amik ovasının buğdayından mı, havasından suyundan mı, yoksa açlıktan mı bilmiyorum, ilk önce tandırların başına gittik. Bol küncülü ekmeklere saldırdık. Küncü susamın Çukurova’daki adı. Hatay’ın hamarat üç kadını, böldüğümüzde içinden duman çıkan ekmekleri ellerini yakmadan tandırdan çıkarıyor, bir taraftan da pide hamurlarını tandıra vuruyordu. Katıklı ekmek, biberli ekmek, sacda ıspanaklı patatesli peynirli börek, yanında yayık ayranı, karnımızı doyurduk. Karnımız tıka basa doydu ama gözümüz doymadı. O yüzden yanımıza yolluk da alarak yola koyulduk.

Amik Ovası
Tarihe yolculuk etmenin heyecanı içindeydik. Öyle bir tarih ki, izleri Hititlerden Asurlara, Babil’den Pers’e, Makedonlardan Roma’ya. Sonra Sasaniler’e, Emeviler’e, Abbasiler’e. Tolunoğulları’ndan İhşidler’e, Hamdanoğullarından derken Bizans’a… Tarih kitabının kronolojik sayfalarında gezimiz başladı nihayet.
Merak ettiğimiz ilk şey yerleşim yerinin adıydı. Yazının bu bölümünde, adını bir dağdan alan Samandağ’ı çevreleyen dağlardan da bahsetmem lazım.
Batısı masmavi Akdeniz olan Samandağ’ın bir tarafında Keldağ, ki buraya Ziyaret dağı da denmekte, diğer tarafında ise Musa dağının da dahil olduğu Batı Amanoslar var. Yerleşim yerleri tam olarak bu noktadan başlar, deniz kenarına kadar devam eder. Yalçın dağlardan engin denize doğru alabildiğine bir Akdeniz iklimi bizi selamlıyor.

Samandağ
Nazlı nazlı akan Asi Akdeniz’e dökülmeden evvel kollarını iki yana açarak kucaklıyor bizi. Biri Küçük Karaçay, diğeri Büyük Karaçay.
Tarihin belli dönemlerine tanıklık etmiş bu muhteşem ilçeye adım attığımızdan itibaren zaferlerini kutlayan kralların, imparatorlarına saygıyla bağlı komutanların, halkını selamlayan imparatorların geçit törenindeydik adeta. Önce Makedon Kralı Büyük İskender geçti taş döşeli yollardan, atların nal sesini duyar gibiydim. Ardından Kumandan I. Selefkos Nikator, sonra Selçuklu Beyleri, Memluk Beyleri, Osmanlı Sultanları diye kortej devam ederken işgal yılları başladı.
Tam on dokuz yıl boyunca Fransız işgalinde kalmış Samandağ. Ve elbette Hatay ile birlikte yeniden anavatana katılıyor. ‘‘Süveydiye’’ diye adlandırılan bucak, kurtuluşu ile birlikte Samandağ adıyla artık ilçe oluyor. Bütün bu aşamalardan öncesini düşünürsek, adına ilham olan; yörede yaşayanların Sem’an diye adlandırdığı, Akdeniz’e kuzeyin yükseklerinden bakan Saint Simon dağıdır aslında.
![]()
Tarihe tanıklık etmiş caddeler bizi yaklaşık altı kilometre sonra Hıdırbey mahallesine götürdü. Hayatınızda hiç bin iki yüz yıllık bir ağaç gördünüz mü? Eğer görmediyseniz Musa Ağacı’nı mutlaka görmelisiniz. Ortalama yedi metre boyundaki devasa ağaç bütün köyü dallarıyla kucaklamış, bağrına basmış. Biz dört gezgin el ele tutuştuk ama yirmi bir metre genişliğindeki kadim ağacın gövdesini kucağımıza sığdıramadık. Bu sırada ağacın gövdesine sıkıştırılmış küçük küçük kağıtlar olduğunu fark ettik. Öğle üzeri dalların serinliği altında çay keyfi yapan yöre insanları; ‘‘Adağınız dileğiniz varsa gelmişken siz de yazın’’ diye hatırlatmada bulundular. Durumu anlamak için yanlarına doğru yürüdüğümüzde, burayı ziyaret eden insanların dileklerini bir kağıda yazıp ağacın gövdesine sıkıştırdıklarından bahsettiler. Merakımızı giderdikten sonra çeşitli yöresel ürünlerin ve el yapımı takıların satıldığı küçük tezgâhlara doğru yürüdük. Ağaçlarla kaplı yola ‘‘Defne Yolu’’ diyorlarmış. Defne yolunda sabunlara, esanslara, rengarenk takılara bakarken küçücük dükkanların birinden gelen kahvenin kokusu bizi kendine çekti. Bir yorgunluk kahvesi hiç de fena olmazdı hani. Kahvelerimizi yudumlarken az önce dilek hatırlatmasında bulunan köy ahalisi bize ulu ağacın hikâyesini anlatmaya başladı.
Rivayet o ki; Hz. Musa Hz. Hızır ile Samandağ’da buluşurlar ve dağa çıkarlar. Ağacın bulunduğu noktaya geldiklerinde çok susayan Hz. Musa elindeki asayı toprağa saplar ve hemen yakınındaki dereden su içer. Doğrulur, asasını alıp yola devam etmektir niyeti. Lakin asasının bir fidana dönüştüğünü görür. Halk bu suya Ab-ı Hayat suyu, asadan fidana dönüşen bu ağaca da Musa Ağacı der.
![]()
Kahvelerden sonra ab-ı hayat suyumuzu da içtik, yükseklere doğru yol aldık. Bir sonraki durağımız Vakıflı Köyü…
Ülkü OLCAY

Son Yorumlar