I.
20. yüzyılın en önemli ve etkili filozoflarından biri Fransız Albert Camus‘dur (1913 – 1960). Camus, Ana temsilcileri Jean-Paul Sartre (1905-1980) ve hayat arkadaşı Simone de Beauvoir olan varoluşçuluk akımının önde gelen isimlerinden biri olarak kabul edilir. Varoluşçuluğun temel teorisi şuydu: İnsanın varlığı özünden önce gelir. Başka bir deyişle: İnsan kendini olduğu gibi bulur. Onun varlığı tesadüfidir. Korku, iğrenme, kötülükle karşılaşma gibi bireysel olarak uğraşmak zorunda olduğu pek çok sorunla birlikte yaşar. Bu şartlar altında kendi başınadır ve kendisi için en iyisini yapmak zorundadır. Bağlayıcı kurallar, önceden belirlenmiş bir ahlak ve hepsinden önemlisi ilahi irade yoktur. Çünkü hayat önceden belirlenmiş değildir. Belirli bir anlamı yoktur. İnsan kesinlikle özgürdür ve kendi varoluş biçimini kendi geliştirmelidir. Camus bir adım daha ileri gitti. Sartre’ın aksine varlığın ve özün yan yana gelişeceğine inanmasına rağmen, insan yaşamının koşullarının sadece anlamsız değil, aynı zamanda saçma, yani temelde anlamsız olduğunu düşündü. Bu tavrını özellikle romanlarda korumuştur. “Yabancı” isimli romanı, en iyi 100 roman arasında yer bulabilmektetir.
II.
“Başkaldıran Adam” 1951’de yayınlandı. İki dünya savaşı bitmiş, milyonlarca insan savaş meydanlarında ve toplama kamplarında katledilmiş, dünya soğuk savaş dönemine girmişti. Böyle bir iklimde Camus, insanlık adına dayanışma duygularını öne çıkaran bir isyan fikrini geliştirir. “İsyan ediyorum, öyleyse varız” diye yazar. Bu söz “Çevrecilik Hareketi”nden “Arap Baharı”na dek etkisini sürdürür. “Tek çıkış yolu” diyor Camus, “sürekli isyan ülküsüdür. Dolayısıyla benim için şiddet içeren devrim fikri değil, sürekli isyan kavramı geçerlidir. Çünkü bu hayatta her zaman değiştirmek istediğiniz bir şey olacaktır.” Camus’nün ilham kaynağı ve kendini bulduğu yer bu kavramdır. Camus, “Saçma Üzerine Deneme” altbaşlığı ile çıkan “Sisifos Efsanesi” ile durumlarının saçmalığına başkaldıran insanlar için bir rolmodel sunar: Yunan mitolojisindeki Sisifos. Taş yuvarlanmaya devam etse bile, sürekli olarak bir kayayı dağa yuvarlayan biri. “Bu taşın her bir tanesi, bu uykulu dağın her kıymığı, yalnızca onun için koca bir dünya demektir. Zirvelere karşı verilen mücadele bir insan kalbini doldurabilir. Sisifos’u mutlu bir adam olarak hayal etmeliyiz.” Bu, ekseriyetle her zaman başarı kutlayamayan toplumsal hareketlerin günlük yaşamını karakterize eder. Ve kişinin bunu yalnızca bir hayal kırıklığı olarak değil, maruz kaldığı, üstesinden gelmesi gereken, kaçınamadığı bir faaliyet olarak anlaması toplumsal hareketler için bir teşviktir. Güzel bir roman olan Veba’yı çoğunlukla gençlerin okuması tesadüf değil. Baskıcı bir rejime karşı demokratik tepkilerin bir alegorisi olarak “Veba”. “Veba” Nasyonal Sosyalizm, Stalinizm ve onun türevleridir. Özetle; Camus düşüncesini varoluşçuluğun kilit kavramlarından ‘saçma’ ve ‘başkaldırı’ üzerinde şekillendirmiştir.
Descartes’dan esinlenerek kendi felsefesini kısaca şöyle tanımlamıştır: “Başkaldırıyoruz, o hâlde varız.”
III.
Saçma ve sınır tanımaz bir dünyada hâlâ istikrar var mı? Evet, doğada ve onları belirleyen doğal ölçülerde. Camus’nün aklına temel oluşturan Akdeniz düşüncesi, insaniyet ve insanlık idealiyle bağ kurar ve hayatı doğrudan tecrübe etmek için çabalar. Akdeniz’e özgü düşünce tarzıyla Camus hayat ile barışır ve her türlü dogmatizm ile totaliterliği reddeder. Son eseri “İlk İnsan” ile Camus köklerine geri döner: toprağa ve sevgili annesine.
IV.
Çağdaş felsefe tarihinde en iyi bilinen kavgadır. Sartre ve Camus, 2. Dünya Savaşı sırasında hâlâ dostken, sömürgecilik yıllarında ve Soğuk Savaş döneminde birbirlerine düşman oldular. Sartre, özneye odaklanırken, Camus yüzünü dünyaya çevirdi, insanlığının sorunlarına yöneldi. Ancak Camus, “Yabancı” isimli romanında bariz bir şekilde sömürgeciliğe değinmemiştir. Bu onun ayıbı olarak kalmıştır. Cezayirli yazar Kamel Davud bu nedenle bir karşı-roman yazmıştır.
V.
Camus Cezayir’de büyümüştü. İşgal altındaki bir ülkede yaşamanın nasıl bir şey olduğunu biliyordu. Bu tecrübesini etkileyici biçimde edebi eserlerine aktardı. Batılı gövdesi “İlk Adam” Avrupalı işgalciler için tek kelime etmez ama bu suskunluk bile tek başına bir şeyler söyler. Camus, yerli halkın zekasından ve tartışılmaz cesaretinden bahseder. Onları güçlendiren ve işgalcileri muazzam kibirleriyle utandıran yaşam biçimleridir çünkü.
Camus önüne bir ölçü koymuştur. Bu ölçü, dünya ile insan ilişkisinin yönünü belirler. Modernite, insanın dünyanın önüne geçtiği, yani kendisinin özne ve dünyanın nesne olduğu, fikrine yerleşirken, ölçü ahlakı, insanı, kendi dünyasında ve onun bir parçası olarak görür. Bence bu, Camus için önemli bir vurgu sayılmalıdır. Ayrıca bu öngörülemeyen aidiyet ilkesini “sınır düşüncesi” olarak adlandırır. Derecesini bu sınıra göre çizer.
Camus, modern çağda insanın bu sınırı – yayılmacılık, kapitalist ihlaller ve savaş yoluyla – isteyerek aşmasını eleştirir. Camus, ölçü ahlakını da “Akdeniz düşüncesi” olarak tanımlar. Doğrusu, Osmanlının Akdenizli yanı bugüne kadar hiç araştırılmadı. Bana göre, Osmanlı tüm Akdeniz havzasında 20.yüzyılın son çeyreğine kadar geçerli olan bir “Nomos” ve “Ahlak Ölçüsü” geliştirmişti. Akdeniz ülkelerini gezin beni anlarsınız. Camus için de Akdeniz, tüm ölçülerini yitirmiş modernizme karşı zamansız bir referans alanı (karşı dünya) olmuştur. Ölçü ahlakı, eski fikirlerden yararlanır ve Akdeniz, deyim yerindeyse, çağlar arasında köprüler kurar. Akdeniz çevresinde yaşayan halklar, Camus’nün altını çizdiği gibi, eski yaşam biçiminin izlerini korumuşlardır. Ölçü ahlakı için esas olan, dünyayla uyum içinde yaşama anlayışıdır. Akdeniz ufuklu Camus, yaşam sevincinden, neşeden, ruh ve ışık ikizinden bahseder.
9 Aralık 1957’de Albert Camus, Nobel Edebiyat Ödülü’nü almak için Stockholm’e geldiğinde bir basın toplantısı yaptı. Son olarak, bir gazeteci ona “ruh eşi” hissettiği çağdaş yazarları sordu. Camus önce tereddüt etti. “Kendimi yakın hissettiğim çok kişi var,” dedi sonunda, ama sadece ikisini saydı. Birincisi, yakın arkadaşı olduğu şair René Char‘dı. Hiç tanışmadığı ikinci yazar ise Simone Weil. Belki de gazetecinin şaşkın bakışları altında yanıt veren Camus, “Bazen bir ölüye, yaşayan birine kendinizi yakın hissettiğiniz kadar yakın hissedersiniz” diye ekledi.
65 yıl sonra, son olaylar bizi hem Camus hem de Weil’e daha da yaklaştırıyor. Saldırgan Rusya’nın Ukrayna’ya karşı başlattığı savaş – artık mümkün olmadığını düşündüğümüz, kesinliklerimizi sarsan bir soykırım – 20. yüzyılın derinliklerine, Albert Camus ve Simone’un yalnızca düşüncelerinde değil, eylemlerinde de örnek oldukları bir zamana geri götürdü bizi. Yaşadıkları çağda verdikleri ahlaki, varoluşsal tepkiler belki mevcut karanlığımızı aydınlatmayabilir, ama en azından John Milton‘ın yazdığı gibi, onu daha görünür kılmaktadır.
VI.
1960’da arabası yoldan çıkıp kaza yapınca Camus’nün evrak çantası bir tarlaya savruldu. İçinden Nietzsche‘nin “Şen Bilim” kitabının yanı sıra henüz yayınlanmamış “İlk Adam” el yazması çıktı. Bu iki olay, aynı zamanda Camus için bir referans noktasıdır. Peki, bu ilişki neye benziyordu? Camus’te açık seçik Niçeci iki an vardır: Auschwitz’den önce, var olan her şeye katışıksız bir onay anı olan bir ilk; “Aydınlıkla Evlilik” anıdır; güneş, deniz, neşe, ışık ve kumsal ana kavramlardır. İkinci Niçeci an, yalnızca yaşamın onayladığı her şeyin onaylanması ve yaşamı yadsıyan her şeyin ret edilmesidir. Hayatı olumsuzlayanın olumsuzlanması, “Başkaldıran İnsan” duruşunun belkemiğini oluşturur.
“Başkaldıran İnsan” ölüme ve şiddete evet diyene “hayır” der. Nazi toplama kamplarında olan biteni öğrendiğinizde her şeye evet diyemezsiniz çünkü! Camus, sizi her şeye boyun eğmeye ve kaderinizi sevmeye davet eden bir Niçecilikten çok hayatın onayladığına evet ve reddettiğine hayır diyen bir Niçeizm’e çağırır. Nietzsche’nin ontolojisinde insanın hayır deme gücü yoktur, sadece aynının sürekli ve sonsuz tekrarı vardır. Sonsuza kadar tekrar edecek ve sonsuza kadar aynı kalacak bir şeyi değiştirmek zaten imkansızdır.
VII.
Başkaldıran İnsan’ın son bölümünde Camus “Akdeniz düşüncesi”nden bahsediyor. Bu onun ve bizim için ne anlama gelmektedir? Kesin olmak gerekirse, bu ifadeyi ilk Nietzsche’de bulmaktayız. Camus tarafından niçin kullanıldığını anlamak için onun Alman filozofla ilişkisine kısaca bakmak gerekir.
Alaattin DİKER
Son Yorumlar