The Forest Passage

I

Resmi açıklamalar nedeniyle, evimin penceresinden düşünmeksizin olabildiğince bakma ihtiyacım son haftalarda katlanarak arttı. Bugün pencerenin ötesine bile geçtim…

Şehir Ormanı’nda, kucağımda, sayfaları açık, yeni bir kitapla oturuyorum. Yeni Homeoffice’mde sanki kendimi bir ozan gibi hissediyorum. Elimde bir tek saz eksik. Yapraklar arasından akan bulutlara bakıyor ve cıvıldaşan kuşları dinliyorum. Yağmur yağmaya başlarsa hava daha güzel mi olur? Böylece günlerdir ekran ışınlarıyla kirlenen yüzüm temizlenir belki. Bunun dışında, yaz yine sıcak geçiyor ve aşırı ısınan bedenim orman yangını riskini daha çok artırıyor.

Doğrusu; pek emin değilim, çünkü ormanda içtenlikle yürümedim, hayır, bedenimi hareket ettirmek istedim sadece. Kafamın içinde yer etmiş “evde kal” çağrısına en sonunda isyan etmek zorunda kaldım. Ama şimdi burada, ormanda, kendimi evimde hissediyorum! Aniden yaslandığım ağacın fısıltısı kulağıma geliyor:

“Burada oturmanız için iyi bir gerekçeniz olmasını umuyorum. Değilse, hemen evinize geri dönün! “

Tuhaf bir durum! Halbuki orman yürüyüşünün beni sakinleştireceğini düşünüyordum. Ama zor zamanlarda nasıl davranacağımla ilgili alacağım her ipucu, her öğüt muhtemelen ayaklarımı yerden kesecektir. Peki, bu zor zamanlar ne anlama geliyor? Olağanüstü hâl ne ola ki? Zamandan bol bir şeyimiz yok şu günlerde. Acaba ilerde ben de diğerleri gibi bir türlü geçmeyen zaman yüzünden sızlanır mıyım? Güncel haber tüketimini artırmam duyarlılığımı da artırdı. Onu çok iyi biliyorum…

Ama hayır! Sadece içimi açmak, sadece kendimi dinlemek için burada değilim. Tam da işte bundan kaçtım; umutlarım tükendi, hayallerim yıkıldı, beklentilerim boşa çıktı.

Acaba yeryüzünde hâlâ bir fikri olmayan ve bunu ifade etmeyen insanlar var mıdır? Neyi savunacağım, nasıl düşüneceğim, neler konuşacağım sosyal medyaya yoğun ilgimden ötürü olabilir. Şu anda, doğa ile uyumlu giyinmiş bir kadın, sanki bir uçangöz tarafından takip edildiğinin farkında olarak amaçsızca yürüyor. Ve bir cam arı kitabımın üzerine konuyor. Sanırım onun ne söylediğini duyuyorum:

“Ben kendi hikâyesi olan yapay bir hayvanım. Şimdi beni iyi dinle! “

Cam arıyı kurşun kalemimle kovalamaya çalıştığımda, hızla yanımdan uzaklaşıyor. Kendini aydın ilan eden binlerce kişiden kurtulmak acaba bu kadar kolay olur mu? Ancak kanıtlanmış bilgi bile çoğu zaman bireyi aptallığa karşı koruyamaz. Birçok insan için, işler ve anlayışlar daha da zorlaşır. Bazen kendi yetersizliğimizi hatırlamak gerekir. Bununla birlikte, uzman olmayan kişi için, örneğin salgınla mücadele konusunda ‘zamanında hareket etmek’ ile ‘hızlı hareket etmek’ arasında çok önemli bir fark olduğu da açıktır. Buhran günlerinde özgür ve bağımsız kalarak iletişim kuran kişi, artık egemen olmaktan uzaktır. Tamam! Bunları düşünmek için ormana gelmedim. Tanpınar’ın dediği gibi: “Başım sükûtu öğüten/Uçsuz, bucaksız değirmen”. Yalnızca dikkatimi dağıtmak için buradayım! Uyanmak, güç ve ağaçları kutlamak istiyorum.

Anlaşılan son zamanlarda her şeyi kafaya takıyorum. Çok şükür, mutfakta elma soyarken parmaklarımı kesmiyor olsam da  komşularım kapımı çalmaktan üşenmiyor ve karaborsaya düşen bir dezenfektan ödünç verip veremeyeceğimi soruyorlar. Kapı zili on dakika sonra yine uzun uzun çaldığında ve komşu çocukları bana acil şifalar  dilediğinde, kalbim aniden hızlı bir şekilde atmaya başlıyor. Sanırım günlerce dışarı çıkmamamı yanlış yorumlamışlar…

Şimdi Şehir Ormanı’nda bir bankta oturuyorum ve tepemde uçan cam arıların virüs taşıyıp taşımadığını merak ediyorum? Dizüstü bilgisayarımı her açtığımda dezenfekte etmem gerekiyor mu? Kendime gülüyorum, kitabımı kapatıyorum ve yapraklar arasından mavi gökyüzünü izliyorum, açıkça yapamayacağım bir şey istiyorum, kısaca düşünmemeye çalışıyorum. En sonunda, bir an için hiçbir şey düşünmemenin nasıl bir şey olduğunu hayal etmeyi başaracağım galiba.

“Cam Arılar” yazarı Ernst Jünger, bir kahin sanki! 1957’de yayımladığı bu romanda, olacak şekilde yaratılacak büyük büyütücüler, robotların egemen olduğu yapay bir anlatımmış. “İnsani mükemmellik ve teknik kusursuzluk bir arada düşünülemez. birini istiyorsak, diğerini kurban etmeye mecburuz ve hangi kararı alırsak alalım, bir yol ayırımına mutlaka geleceğiz.” kısaca; teknoloji hesaplanabilir olanın, insan ise asla hesaplanamayacak hayallerin peşindedir bu dünyada. Teknolojinin hızına yetişilemeyen bir dünyada “atlarımızdan inmek zorundaydık” Hayatı kolaylaştıran yenilikler süvarileri değersiz kılmıştı artık. Çocuklar uyuduklarında rüyalarda bulunurlardı. Cam Arılar, geçmiş ve geleceğin çatışması, karşılaştırmaların buluşması ve kuşaklar arasında ortak bir çözüm bulmak gibi.

Akşam olmak üzere. Saatime bakıyorum ve bu gece saatimi bir saat ileri mi yoksa geri mi almam gerektiği konusunda tereddüde düştüğümü hatırlıyorum. Ancak o günden beri belirsizlikler azalmadı, aksine çoğaldıkça çoğaldı…

II

Ertesi gün tekrar ormanda yürüyüşe çıkıyorum. Kuşlar yine kutlanması gerekenleri kutluyor, rüzgar dallar arasından akıp gidiyor ve mavi huzur ağaçlardan damlıyor – ama biraz kendime kızgınım. Neden? Sanırım, düştüğüm tembellik zindanından henüz kurtulamadım.

Bir saat önce çalışma odamı terk ettim. Toplumsal veya siyasal düzenlere duyduğum ilgisizliğimle ilgili birkaç satır yazmak için son keşfim olan bir Cafe’de oturuyorum. Şehir ormanının hemen yanı başındaki gölün kenarında yeni açılmış bir mekân. Endişelenmeyin, beyaz kağıdın büyüsünden bahsetmeyeceğim bugün. Keyfim o kadar kötü değil… Virüslerden  hiçbir yere kaçamayacağımı ve tıbbi gelişmelerden yeterince haberdar olmadığımı bildiğim için birkaç haftadır gergindim sadece.

Başka sorunlardan bahsetmek gerekirse; diğer tüm sorunlar birden nereye uçup gittiler? Uzaydaki karadelikte mi kayboldular? Yasaklar gevşetildikten sonra nereye baksam itiş kakış hâkim. Bu nedenle, ilk gün balkona çıkıp tüm hekimleri alkışladım. Gözümden yaşlar dökerek; tüylerim diken diken olmuş vaziyette “Vay canına!” diyerek içerlendim. Ve bir gün bir komşunun yaşadığım metafizik gerilimi gizlice cep telefonuyla çekerek sosyal medyada paylaşacağı ve ünlü olacağım o günün gelmesini heyecanla bekliyorum. Hayır, hiç zahmete girmeyin, hepinize teşekkür ederim!

Ancak, metafizik gerilim yalnızca içinde bulunduğumuz durum veya koşula bağlı değildir, çünkü metafizik aynı zamanda bir tabiat davasıdır. Tabiatı her şeyden önce orman temsil eder. Orman bozgunda bir varoluş rüyasıdır, çünkü ormanın sessiz yalnızlığında düşüneceğiniz bir çözüm, asayiş ve düzeni bozmadan uygulanamaz.

Buna karşın “orman yürüyüşüne çıkan kişinin direnci mutlaktır, tarafsızlık bağışlanmaz bir suçtur […] Orman yürüyüşçüsü yalnız kalmayı bilir, onunla birlikte şeytani bir şekilde zuhur etmiş birçok kötülük başına gelir: Tarihe yeni bir unsur sokan değil ama yeni olgular getiren, bilim ve mühendislik ile kurulan bağdır bu.” (Jünger, Der Waldgang, s.26).

Orman Yürüyüşü’ne çıkan Jünger, bireysel özgürlüklerin tehlikeye düşmesi sorunu ile yakından ilgilenir. Kafasına takılan kilit soru şu: “İnsan, bir felaket karşısında ve içinde nasıl davranmalıdır?” Mesele kitapta şöyle açıklanıyor:

Ama biz, orman yürüyüşçüsünü, uzun süren bir yolculuğun sonunda, evsiz ve barksız kalmış, en sonunda yok oluşa teslim olmuş kişi olarak adlandırıyoruz. Bu sonuç aslında birçok insanın, belki herkesin kaderi olabilir. Bu yüzden hayatta başarılı olmak için kesin bir kararlılık söz konusu olmalıdır. Bunun nedeni, orman yürüyüşçüsünün direnmeye veya umutsuz bir mücadele sürdürmeye karar vermiş olmasıdır. Bu nedenle o, özgürlükle özgün bir ilişkisi olan, sürüleşmiş bir topluluk ile birlikte hareket etmeyen ve bu yaklaşımın sonucu olarak yazgısını kendi çizmek isteyen kişidir.

Devlet burada ‘Leviathan’ olarak karşımıza çıkıyor. Çünkü Orman Yürüyüşçüsü sürüye katılmayan, özgür iradesine el konulmasına izin vermeyen bir azınlığı temsil etmektedir. Ayrıca – günümüz jargonu ile konuşursak – kendi değerleri temelinde ana akıma karşı itiraz etmektedir. Ancak bu onurlu duruş geniş kitleler için söz konusu ol(a)maz. Neden? “Asıl sorun büyük çoğunluğun özgürlük istememesi, ondan korkmasıdır” diye yazıyor Jünger.

Eserin savaş sonrasında Almanya’da gelişmeye başlayan kapitalizmi hedef aldığı hemen anlaşılıyor. Genç kuşak açısından bu gelişme; nihilist sapmalar, teknolojik üstünlük ve metafizik kaybını içermektedir. Orman Yürüyüşçüsü ise yalnızca o çizgiyi değil ve kendi içindeki nihilizmi de aşmıştır; tepkisi asla bir kaçış eğilimi değildir, çok daha fazlasıdır: ruhun ruhsuzluğa, özün özsüzlüğe, bireyin topluma karşı isyan etmesidir. Modern insanın karşı karşıya geldiği güçler ile liberal özgürlük kavramından daha şiddetli esen bir rüzgar başa çıkılabilir ancak. Gerçek özgürlük; sevgi, dil ve sanatta tezahür eden ve mülkiyet esasına dayanan bir içsellik olabilir ancak. Bu yüzden ‘orman’ kavramı aynı zamanda çağın ruhunun ötesine geçen ve getirdiği kısıtlamaları dinlemeyen bir düşüncenin şifredir.

Kitabı okurken şu anki güncel duruma da atıf yapılabilir: “Sigortalar, aşılar, abartılı hijyen, yüksek ortalama yaş dünyasında gerçek bir kazanç var mıdır?” Ve bir tespit daha güncellik kazanıyor: “Bugün yaygın olarak görülen panik zaten boşa harcanmış bir ruhun ifadesidir, aktif olan hayata meydan okuyan pasif bir nihilizm. Elbette, geçici görünüm silinince her şeyin biteceğine inanan birini korkutmak en kolay olanıdır. Yeni köle sahipleri bu gerçeği iyi biliyor ve onlar açısından materyalist öğretilerin önemi ona dayanıyor.”

Ve kitabı dolduran harfler birden ayaklanıyor. “Bu altı çizili satırlar ile ne anlatmak istiyorsun?” diyerek tepemdeki ağaçtan aşağı sarkan bir sincap sordu. “Tam olarak ben de bilmiyorum, belki geçmiş ve gelecek arasında bir köprü kurmaya çalışıyorum.” Aşmak istediğim şey soruluyor bu kez. Bunu uzun düşünerek ve biraz da sıkılarak yanıtlıyorum: “Belki kendimi?” Küçük hayvan bana bunun ne anlama geldiğini soruyor. “Bilmiyorum…” Şimdi daha çok utanıyorum. Başını sallayarak ağacın tepesine doğru hızla kayboluyor. Evet, başarısız olmasak ne olurduk?

Ansızın aklıma geldi. Dün evimin önünde iki kız çocuğu hemşire bebekleriyle oynuyorlardı. Çakıllar virüse karşı ilaç olurmuş. Pencereden “Emin misiniz?” diye sorduğumda gözlerini hışımla büzdüler ve birlikte bağırdılar: “Bu bir oyun!” Tamam, şimdi yenilgiyi kabul ettim.

Tatlı bir hatıra ile yatışmış vaziyette evin yolunu tutuyorum. Belki bu akşam çakıl taşlı bir yemek pişireceğim. Topladığım karahindiba çiçekleri bağışıklığı güçlendiriyormuş. Hemen bir çay demlemeliyim. Denemeye değer. Yoksa bir şeyi yine mi yanlış anladım?

III

Şafak vakti; bu bahar ilk kez ormanda guguk kuşu sesleri duyuyorum. Guguk kuşu sevimli bir kuş değil, ötüşlerinde alaycı bir tavır var. Ernst Jünger de hiç  sevmezmiş, mezarda yatan ölüleri uyandırmak isteyen bir kuş olduğuna inanırmış. Kuşu kovmak için kulaklığımı çıkartıp Mozart’ın Flüt ve Arp Konçertosu’nun sesini açıyorum. Arkamda aniden bir çatırtı duyuluyor. Geriye dönmek istediğimde, sanki orman yürüyor, zemin sallanıyor! Başıma ne gelecek hiç farkında değilim. Tiz bir erkek sesi işitiyorum sadece: “Mozart’ın en beğendiğim eseri.” Etrafıma bakıyor ve şaşkınlıkla bağırıyorum: “Bay Jünger! Siz yaşıyorsunuz?!”

Sağ omzuyla kayın ağacına yaslanmış vaziyette aklımdan geçeni okuyor ve bana gülümsüyor. “Hayır, ben bilge bir kimse değilim!” Kekeliyorum: “Ama, uzun zaman geçti…” Sözümü ortasında kesiyor: “Ernst Jünger olmaktan bıktım, bir süre ortadan kayboldum. Şimdi tekrar evimdeyim. Ve ormanda yürüyorum. Bu sizin için bir sorun oluşturur mu?” “Hayır, hayır! Ama, sadece merak ettim işte…” “Alaattin, anlamadığın şeyi eleştirme, çünkü sen hiçbir zaman ne okuyucum ne de hayranım oldun. Şair İsmet Özel yıllar önce ‘İşçi’ kitabımı çevirmeni istedi, onu bile kabul etmedin..”

Yazara doğru adım atmak istediğimde orman tekrar harekete geçer ve ben yere yüzüstü kapaklanırım. Başımın üzerinde ebemkuşağı açar. Bilge adam tekrar kayıplara karışır…

Kafamı ellerim arasında tutarak yürüyorum. Beyaz bir gölge çalılar arasında bir gözüküyor, bir kayboluyor. Ürkerek hemen bir kenara çekiliyorum. Bir astronot beliriyor ve önümde duruyor. “Aman Allah’ım, bugün neler oluyor?” “Bana  bir tuzak mı kurdu orman?” diye düşünmekten kendimi alamıyorum.

Kaskını yavaşça çıkaran ve sakin bir şekilde konuşan astronot bir dişi: “Merhaba yabancı, korkma, ben de dünyalıyım, barıştan yanayım.”

Huzursuz oluşumu çabuk belli ettim: “Neden benimle düzgün Almanca konuşmuyorsun? Şimdi buradayız. Almanya’da bulunuyoruz. Köln Şehir Ormanı’nda. Anlıyor musun?”

“Affedersiniz, bir karışıklık oldu sanırım” açıklamasıyla birlikte astronot gözden kayboluyor. Aynı istikamette yürümeye devam ediyorum, bastonlarını yere vurarak takip eden yaşlı bir çift bana doğru ilerliyor. Ben yalnızca ağaçlara odaklanmaya çalışıyorum. Korkum ağaçların tekrar yürümeye başlamaları… Yol üzerindeki çatalda, takım elbiseli bir adam, yanımdan geçerken selam vermek için hafifçe fötr şapkasını eliyle havaya kaldırıyor. Yüzüne bakakalıyorum:

“Siz, Bay Heidegger değil misiniz?”

“Ahh, lütfen bana Martin de.” Benimle son derece rahat konuşuyor. İnsanları huzursuz etmekten hoşlanan birinden hiç beklemezdim böyle bir rahatlık.

“Ben… Dostunuz Bay Jünger ile irtibatı 1945’de kestiniz sanıyordum! Onunla buluşmak için mi buradasınız?”

“Ah, o mu?” Soğuk bir şekilde gülümser.  “Almanya işgal edilince aydınlar olarak bir yol ayrımına geldik. O mecburi istikamet yönüne saptı. Ben kendi yolumda yürüdüm.”

“Evet, ‘Orman Yolları’ kitabınız her şeyi açıklıyor” diye şüpheyle karışık bir cevap veriyorum. Birbirimize gülümsüyor ve yolumuza devam ediyoruz. Birkaç adım sonra tekrar duruyorum:

“Ormanda bugün neler oluyor? Yoksa orman değil mi burası? Bir eğitim sürecinden geçtiğim halde bir akıl oyunu mu oynanıyor? Uzun yıllar önce mekteplerde yontulmadım mı?” Kütük üstüne oturup nefesleniyorum biraz. Son zamanlarda komplo teorileri hakkında çok haber izlemiştim. Mesajlar dolaylı olarak zihnimi işgal etmiş olabilir tabii. Halbuki ormanda yürümek insanın kalp gözünü açmalıdır. Görkemli ağaçlar ve kabukların alımlı kahverengisi ve yeşilin her tonunda mavi gökyüzüne diklenen yapraklar… Tanımlanması zor orman kokusu ve ağaç tepelerinde ıslık çalan rüzgar sesi… Bu mekâna dikkat kesilen herkes ormanı deneyimleyebilir. Hiç kuşkunuz olmasın! “Ancak günde birkaç kez haber alma ihtiyacı duymak bir korku belirtisidir; giderek bireyin hayal gücü büyür ve deveran arttıkça felç olur.” (Der Waldgang, s.13)

Sosyal medya çağında telaşlı koşturmacalar ve mağaradan dışarıya atılan ürkek bakışlar çoğaldı ve neredeyse nevroza dönüştü. Hayat yolcusu, her an -eğlence ve boş zaman için fırsat kollarken-  iletişim silahını çekiyor. Bu gelişmeleri izlemek dehşet verici olduğu kadar büyüleyicidir.

Bu kafa karıştırıcı ve gergin iklimde nasıl şeffaf veya düzgün bakış elde edebilir ki insan? İlk adım sakinleşmek, kendi düşüncelerimize alan açmaktır. Kulağımıza sürekli bir haber üflenirken bu pek mümkün olmaz. Mevcut sosyal eğilimlerden veya özentilerden uzak durmak da bir gerekliliktir. Zaman akışında verilen aralıklar kişiye her zaman yardımcı olur, ancak bu durum pratik bir yaklaşım değildir. Bununla birlikte, güncel olayları daha geniş tarihsel bağlama yerleştirerek kendinizi şimdiki zamandan zihinsel olarak uzaklaştırmak pekâlâ mümkündür. Ne önemli, ne önemsiz? Amaç, günümüze geleceğin dikiz aynasından bakmak olmalıdır.

Bu konuda Ernst Jünger şunları kaydediyor:

“İnsan, bir düzen üzerine inşa etme ya da kendi kaynaklarını kullanabileceği bir alanda o düzenden uzaklaşma eğilimindedir. Bu eğilim hayal gücü eksikliğinden kaynaklanır. Kişi, özgür iradesinin satın alınmasına izin vermeyeceği noktaları iyi bilmelidir. İşler yolunda gittiği sürece su akacak ve elektrik yanacaktır. Eğer can ve mal tehlikesi varsa, itfaiye ve polis bir alarm ile yardıma çağrılır. Asıl büyük tehlike, insanların bu yardımlara çok güvenmeleri ve o yardımın ulaşmadığı yerlerde çaresiz kalmalarıdır. Elbette her refahın bir bedeli vardır, ve ödenmesi gerekir. Evcil hayvanın konumu, kesilen hayvanın yerini takip eder. Felaketler, bireylerin ve toplumların hâlâ ne ölçüde özüne bağlı kaldığını sınar. En azından toprağa kök salıp salmadığını anlar ki beka ve istiklâli –  medeniyetin  sağladığı güvencenin ötesinde – ona bağlıdır. Bu, kurulu düzen ve yapılar, sadece insanları hayal kırıklığına uğratmakla kalmaz. Aynı zamanda – umursamaz göründükleri – onları değiştiren yoğun tehdit aşamalarında acılar çekebilirler.” (S.11) “Bir felaketin eşiğinden dönen kişi, bunu, öfke ve nefret söylemlerinin etkisine girmeyen sıradan insanların yardımseverliğine borçlu olduğunu bilir. Çünkü onlar, şeytani propaganda ve dedikodulara karşı dik durmuşlardır.” (S.48)

Peki, Orman Yürüyüşcüsü bu azmi nereden alıyor? Modern toplumlarda kapısına kilit vurulmuş metafizik ambarından. Ezeli ve ebedi bir güce yapılacak atıf, çağın güç odaklarına karşı toplumu seferber edebilir. Ancak Jünger, özgürlük ilişkisini ve onu koruma arzusunu geniş kesimlerde aramaz. Örneğin, ormancılar ağzı var, dili yok kimselerdir. Çünkü ormanda çok konuşmak rahatsızlık doğurur. Sürekli komik fıkralar anlatan ormancılar sadece öykülerde görülür. Orman, aynı zamanda,  insanların mizacını düzeltir: Yaz aylarında daha serin ve kışın aylarında daha sıcak kanlı olurlar. Bu dönüşüm ancak ormanda kazanılacak bir tecrübedir.

O anda bir sincap önümde durdu ve patisini uzattı: “Gün boyu ormanda seni aradım, ateşini ölçebilir miyim?” “Bırak sincap, beni rahat bırak! Bana hiçbir şey söyleme, git, tilkiye salgın hastalık çıkmadığını söyle. Veya ormanın kasıtlı olarak yok edilmesine karşı böcekler ile birlik olup gösteri düzenleyin.”

“Beni küçümsüyorsun!” diyerek sızlandı Sincap. “Hayır, zihinlerini tehlikeli ölçüde basit açıklamalarla uyuşturan insanlardan bıktım artık.”

“Her zaman doğru tarafta bulunduklarından emin ve her zaman kesin şekilde kimin iyi veya kimin mutlak kötü olduğunu bilen sincaplardan da ben bıktım.” Boyumdan büyük laf ettim galiba. Bunu gelen tepkiden anlıyorum: “Ben sincap değilim! Tek boynuzlu atım, sen ise yalancı bir yazarsın!” “Ne olursanız olun, ama zehirli atık sular içtiniz! Yaşam alanınızı kirletenleri alkışladınız. Sonra, seni neden kandırmak isteyeyim? Tilki Dünya Hükümeti, yeraltında gizli bir laboratuvarda, gizli bir dehlizde bir virüs geliştirdi; böylece tüm sincapları zorla aşılayacak ve üzerinizde denetim kuracak. Böylece yönetimi tamamen ele geçirecek?!” Diye yüzüne bağırdım. Hayvan pis pis kıkırdadı ve tıslayarak ortadan kayboldu…

IV

Geçenlerde kimsenin artık bir fikri olmadığını hayal ettim. Bu rüya hakkında ne düşüneceğimi doğrusu bilmiyorum. Bilinçaltım bir şekilde beni belli bir yöne mi çekmek istedi? Onu da bilmiyorum. Amacı otosansüre doğru itmek olabilir mi? Belki de kafa karıştıran yanılsamalardan kurtulmak için rüya avcısı olmalıydım. Uyanıkken, dünya işleri yeterince kafa karıştırıyor zaten…

Şimdi ormanın ortasında bir ağaç gövdesi üzerinde oturuyorum. Burada, tüm ağaçların bir fikirleri olsaydı, aynı anda yüksek sesle nasıl beyan edeceklerini düşünüyorum. Korkunç bir fikir. Sanırım, her kafadan çıkan aykırı sesler yüzünden ormanı tanıyamazdım. Güç, bir anda zafiyete dönüşürdü mutlaka…

Orman Yürüyüşü’nde güç ile aşkınlık arasındaki irtibat özellikle öne çıkıyor. Siyasal sağ ve sol rejimler altındaki tecrübeler ve Batılı toplumların materyalizm akımından üçüncü bir totaliterlik  doğurma yeteneği üzerine görüşler açıklanıyor. Jünger, dünyanın ilerde daha büyük buhranlar ve felaketler ile karşılaşmasını bekliyor bir bakıma. Onun bu gelişmeye verdiği tepki dervişlerin savaşçı ruhu olacaktır.

“Orman Yürüyüşü” metaforuyla Jünger, modern dünyanın bilgi temelinde maneviyattan ayrıldığını ve bu gidişatın felaketle sonuçlanmaya mahkum olduğunu anlatıyor. Metafor aynı zamanda, insanın Tanrı tarafından gözetlendiğini vurguluyor.

Orman ona göre, insanın Tanrı ile buluştuğu anlar için bir simgedir. Orman “ilahi kelam” ve/veya “ilahi güç” ile karşılaştığı iç mekandır. Burada “insan, herhangi bir dünyevi güç tarafından erişilemez, bozulamaz, yıkılamaz”. Yazarın “orman” olarak tanımladığı alan,  – büyük ölçüde – tasavvufun “ruh zemini” olarak adlandırdığı şeye tekabül eder. Burası, ilâhi iklimin insan ruhuna sindiği ve insanın, Tanrı ile vuslata erdiği yerdir. Başka dinlerde bu mekân ‘dağ’ yada ‘çöl’ olarak karşımıza çıkar.

Orman Yürüyüşçüsü’nün Varlık aleminin ilk sahibine ve dinlerin ilk kaynağına yönelmesine neyin yol açtığına değinir. Ki o noktada kişi “rahmetin kaynaklarına” ve “varlık hazinelerine” erişir. İlahiyatçı, “bitmez tükenmez ve her zaman yakin” olan “ebedi kaynakların sırrına” eren kişi olmalıdır. Eğer insan “takdir edilemez anlar için bile o iklime girmeyi başarırsa, koruyucu bir zırha bürünür” ve onun gözünde zaman, tehditkâr cibilliyetini yitirir.

İnsanlığın yeryüzünde kurduğu uygarlıklar, onları yaratan asıl güçle karşılaştırıldığında önemsiz kalır. Beşeri kültürler, coşkulu akan büyük bir nehrin geride bıraktığı midyeler gibidirler. Bu nehir kurumamış, aksine yeraltında akmaya devam etmektedir. Modern insan kendi iç dünyasına bakarsa ancak onu keşfedebilir:

“Sembollerini bulanlar için her yerde muazzam bir hayat var. Musa, asası ile kayaya dokundu ve oradan ab-ı hayat fışkırdı. İşte öyle bir an binlerce yıl [insanlık için] yeterli olmuştur.”

Jünger’e göre “rahmet kapıda” beklemektedir ve onu ancak arayan toplumlar bulacaktır. Ayrıca Orman Yürüyüşü dini bir deneyimdir ve onu başaran birey yada toplum “kelimeler, kavramlar, ideolojiler, mezhepler ile çizilen sınırları çoktan geçmiştir”. Bugün bile, “şifa o sırdan gelir” ve “insanın, onun tarafından yönlendirilmesine, en azından onu sezmesine, izin vermesi önemlidir”. Öte yandan, “bu kaynaklara uzanan yolu şaşıran” ve onları aramaktan vazgeçen kişi kaybolur gider.

Jünger, tüm çağdaş ideolojilere karşı derin bir şüphecilik ile yaklaşıyor. Aralarındaki farklar “siyasi-teknik ön planlar” sayılmalıdır ve birbirlerine o kadar çok benzerdirler ki “aynı zihniyetin kılık değiştirmiş şekli olduğu kolayca tahmin edilebilir”.

Modern düşünce materyalisttir, manevi olan her şeyi reddeder ve insanları yalnızca “zoolojik bir varlık” olarak görür. Bu materyalizm nihayetinde barbarlığa ve zulme yol açmıştır. Jünger, moderniteyi, “büyük boşluk” ve “büyüyen çöl” olarak tanımlar. Modern dünya, buzdağı ile çarpışan Titanik gibidir. Gemideki hiçbir yolcu bu felaketten kurtulamaz. Her yolcu “soğuk suda bir süre kalmaya” hazırlıklı olmalıdır.

Materyalist ideolojilerin kuralı, insanın yalnızca maddi bir yönü olduğu ve “geçici görünümü silerseniz her şeyin biteceği” yalanına dayanır. Bu düşünceden etkilenen kişi her zaman itaatkar bir köle olmaya adaydır, çünkü onun için kendi hayatını adayacak hiçbir ülkü olmaz. İdeolojilerin insan ruhuna yönelik saldırısı “dipsiz uçurumlarda” gerçekleşir. “Sanki kamulaştırma veya tasfiye dışında başka bir saldırı hazırlanmamıştır” ve “insanların kendilerini dokunulmaz ve dolayısıyla korkusuz hissettikleri yapay sığınaklar olmamalıdır.”

Peki, buhran günlerinde kendimle ilgili sorun ne olabilir? Bu, aslında her aydının kendisine sorması gereken bir soru. Örneğin ben, son birkaç hafta içinde kamuoyu oluşturmak amaçlı yazılmış çok sayıda metin okudum; özellikle yıllardır tekrarlanan söylemler ve yazdıkları her konu hakkında ne söyleyecekleri tahmin edilebilecekler!  Kısa ve yüzeysel yazılar, bildik en yaygın söylem, benzer sözcük dağarcığı ve her zaman aynı dil kurgusu. Özgüveni yüksek özçekim gazeteciliği sayılır bu yaklaşım. Aşırı gazetecilik de denilebilir belki. Yalnızca kendi bakış açılarını doğrulayan haberleri okuyan insanlar için kaleme alınmıştır. İnsanlar her yerde eleştirel, hoşgörülü ve iletişime açık olduklarını beyan ediyorlar. Bu harikulâde bir tavır; ama sosyal medyada farklı düşünen insanları engelliyorsanız veya mantıklı eleştiri yapan kişilere dolaylı veya doğrudan hakaret ediyorsanız, o da bir hoşgörüsüzlük belirtisidir.

Lütfen olayı kendinize yansıtmayın. Sonuçta, hepimiz her zaman doğru tarafta durmaktayız.

V

Affedersiniz! Ben sadece kızgınım. Belki sorunu biraz abarttım, ama son aylarda işittiklerim ve gördüklerim yüzünden karamsarlığa düşmedim değil. Örneğin; bir yazar ne kadar nesnel, olgusal ve akl-ı selim kalıyorsa veya duygu ve önyargısına kapılmıyorsa, ona o kadar az önem veriyoruz. Tam tersini  söylesek bile.. Düşüncesizce ilkin en çok beğenilen veya en çok yorum yapılan makaleleri tıklıyoruz. Ve bunlar genellikle bizi nadiren yeni bilgiler aktaran tarafgir ya da muhalif metinlerdir. Ne diyordu Sezai Karakoç, ”Seni yok sayacaklar, sen daha çok var olacaksın.”

Gözlerim ekrana yansıyan son dakika alt yazısında geziniyor. Bazılarının akıllı telefon olmadan yaşayamayacaklarını sandıkları bir devirde eskimez yeniye ulaşıyorum. Kim bilir, evime geri dönüyorum: Şiir ve Şair. Sezai Karakoç’un “Gün Doğmadan” şiirini yüksek sesle okumayı deniyorum:

“Belki de konuşan bir akşam ışığıydı
Güneşten gözüme gelen bir göç kırışığıydı
Güneşse Kapalıçarşı’da batmıştı Kapalıçarşı’da batmıştı
Sahaflar yanmıştı bütün kitaplar ıslanmıştı
Çınar ve mermer kuru şadırvan ve güvercin
Yanmıştı için için
Çökmüştü ufkumuza bir ateş keskin keskin
Ve bulmuştu yepyeni bir cebir yarasalar
Artık batı yok eden sayılar
Artık doğu tükenen rakamlar”

Tekrar tekrar okudum, kendi yüzüme ayna tuttum. Yeni bakış açıları öğreniyorum, beni tökezleten dilbilimsel ifadelerle, acul tepkilerden kaçınan çizgilerle karşılaşıyorum. Kısaca; derinden okumayı yeniden öğreniyorum. Ve aniden edebiyat ve sanat alanında neyin eksik olduğunu fark ediyorum. Umarım şimdi ilginç bir kişilik olduğumu düşünmüyorsunuzdur. Ormanda başkaldırı şiirleri mi okunur diyorsunuz? Yoksa ben de mi şairleştim? Hayır, hayır..

Heidegger, Der Spiegel dergisi yayın yönetmeni Rudolf Augstein ile röportaj sonrası(1967)

İnanç, en güçlü dünya görüşünden bile daha büyük bir güce sahiptir, insanlar inanç yolunda ölmekten korkmazlar çünkü. Totaliter ideolojiler ve baskıcı rejimler inancın bu gücünü biliyor ve bu nedenle mustarip din âlimlerine bile zulmediyorlardı”. Ölümsüzlüğün olduğu yerde, “evet, sadece imanın olduğu yerde” dünyevi hiç bir güç insanı esir alamaz. Ruhun ölümsüzlüğüne inanan kişi “inkar edebileceği, ancak hiç bir dünyevi gücün ona galebe çalamayacağı ebedi bir yaşamın olduğunu, keşfedilmemiş ve henüz yerleşik olmayan ebedi bir ülke bulunduğunu” kabul eder.

İnsanlığın bu bilgiye erişimi yeniden sağlanmalıdır. “Çoğu insan açısından bu erişim, yüzyıllardır üzeri taş yığınlarıyla örtülmüş bir su kuyusu gibidir”. Taşları oradan kaldırırsanız, “yalnızca kaynağı değil, eski anlatıları da bulursunuz”. İnsanın elindeki servet “tahmininden sonsuz ve  daha büyüktür”. Çünkü insan Tanrı katında muhteremdir. Hatasıyla sevabıyla muhterem! Tövbe, istiğfar, dua, niyaz ve iltica gibi nice sığınağı vardır.

“Kimsenin çalamayacağı ve zaman içinde, özellikle de acılar derinlik kazandığında, tekrar yer üstüne fışkıracak” bir servettir. O yüzden ‘insan’ azaltılmamalı aksine çoğaltılmalıdır. Tahkir ve tezyif diliyle tüketilmemelidir.

Bugün modern insan “uçurumun eşiğine” gelip dayanmıştır. Bu tehlikenin farkına varmak için; insanın “zihnini arındırırken ruhunu dinlendirmesi” elzemdir, çünkü insan bu eylem ile Rabb’i ile baş başa kalır ve “sonsuz kudreti olan güce yaklaşır.” “Korkular” aslında “uyarı çağrıları” ve “iletişimin koptuğu öte dünyaya bir gönderme” sayılmalıdır.“ Neleri yitirdiğimizi keskin bir dille açıklamak” insanların materyalizm çukurundan kurtulmasına ve Tanrı’nın onları esirgemesine sebep olabilir. İnsan kendisini neyin beklediğini ve bunun sebebinin ne olduğunun ne kadar çabuk farkına varırsa, “ilahi nizama duyulan özlem o kadar yoğun olur.”

Jünger, betimlediği inancın izlerinin “av oyunları ile avcı barınakları dolayımında görülebileceğini” vurgular. Söylence sanılan “gün gelir bir kaynak gibi yer üstüne” çıkar. Onunla “en büyük tehlikenin etki alanında” tanışırsın. İşte tam o noktada “kurtarıcıya el açılır ve yardım beklenir”. Jünger, bu deneyimi yeniden doğuşla eş tutar. İnsanın içine düştüğü kötü vaziyetin en dibinde “şüphenin gücü kırılır.” Onu “korkulardan kurtulmak duygusu” takip eder ve insanların ruhuna “çağın egemen güçlerinin önünde duramayacağı” bir erk salınır.

Yaklaşan felaketler ayrıca bir “olgunluk sınavı” yerine geçer, çünkü “insanların ve toplumların ne ölçüde özlerine bağlı kaldıkları” ve “toprağa kök salıp salmadıkları” ortaya çıkar. “Bu sınırlar geçilirken ayrıca teoloji sınavına girilir”. Bu, “zamanı tedirgin etmeyen unsurların içinde kalıp kalmadığını” gösterir. Öyleyse eğer, kişi her türlü fedakarlığı yapmaya hazırdır ve “mücadele başlayabilir.”

Orman yürüyüşü öncelikle “ölümün kıyısına götüren bir eylemdir”; “evet, gerekirse, serden geçilir.” Peygamberler bunu yaptılar ve kanlarıyla “tarih yazdılar”. Onları, Sezarlardan daha kahraman olan şehitler ordusu izledi. “Aydınlık ve karanlık arasındaki farka benzeyen ebediyete uzanan şehadet ile zillete düşen esaret arasında bir seçim yaptılar.” Zor günlerde insanlar “oyunu bırakıp bırakmayacakları ya da kendi içsel güçleriyle kavgayı sürdürüp sürdürmeyecekleri” seçeneğine sahiptirler. Yıkılmamış ve iman ateşiyle ayakta duran insan harekete geçme gereği duyar ve orman yürüyüşleri başlatmaya karar verir. “Zamana karşı direniş” “belki umutsuz mücadeleye” dönüşecektir. Ama “sadece çağın araçlarını ve fikirlerini kullanarak değil, aynı zamanda çağın egemen güçleriyle iletişimi kesmeden kendini savunmayı amaçlamalıdır.” Orman Yürüyüşçüsü, modern dünyanın çöllerinde vahalar yaratır. O yalnızca siyasi bir muhalif ya da aynı zamanda içine kapanan ve huzurunu bozmamaya çalışan bir muhacir değildir. “Bodrum katında insanların canı çıkarken üst katta hak ve batılı ayırt etmekle yetinen biri [de] değildir.”

İmanı sayesinde hayatın kurbanı olmaktan kurtulan kişi özgürdür ve zamana bağlı olarak hareket etmez: “Zira diktatörlükler eninde sonunda toza bulanırlar. İşte sadece bizim değil, bütün  zamanların işlenmemiş rezervleri burada yatıyor […] Devler ve titanlar daima aynı cesametle ortaya çıkarlar. Özgür kimse onları devirebilir ama o her zaman bir soylu olmak zorunda değildir. Bir çoban sapanından atılan taş, bir genç kızın elinde tuttuğu bayrak ve göğsünü siper eden bir genç çoğu kez yeterli olmuştur. ”

Daha önceki felaketlerin kurbanı olanlar “rasyonalist ve materyalist sistemlerin çorak topraklarında” hapsolmuş insanlara yardım etmek zorundadırlar. Tüm insanlara orman yürüyüşçüsü olmaları için gerekli irade ve karar verme yeteneği Tanrı tarafından verilmiştir zaten. “İşlerin sapa sardığı zor zamanlarda belki her 100 kişiden biri orman yürüyüşü başlatabilir”, ancak önemli olan kemiyet değil, keyfiyettir. Her yeni oluşum insanları orman müdavimi olmaya teşvik etmeli ve “materyalist ideolojilerle, nihilizmi kendisine bir uğraşı alanı seçen ve onu varlığın bir yansıması gören manevi bir hareket olarak, mücadele etmelidir”.

Der Waldgang kitabı şu cümle ile biter: “Kim daha derine inerse, her çölde su taşıyan iyi bir katmana mutlaka ulaşır. Su ile birlikte verimlilik artar.”

Geçen geçmiştir artık; ân-ı müstakbelse mübhemdir;
Hayatından nasibin: Bir şu geçmek isteyen demdir. *

*Mehmet Akif Ersoy

Alaattin DİKER

Not: Ernst Jünger‘in Der Waldgang,( 1951 ) isimli kitabı esas alınarak kaleme alınmıştır.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *