Geçtiğimiz Ekim ayında, Türk Dünyası Yörük Türkmen Birliği tarafından 2025 yılı 2.Türk Dünyası Bilim Ödülleri kapsamında tarafıma tevdi edilen Biruni Tıp Ödülü’nü aldıktan sonra düzenlenen gala yemeğinde, ödül alanlar sırasıyla kısa birer konuşma yaptılar. Sıra bana geldiğinde anlattığım kısa anekdot katılanlar tarafından büyük bir tezahüratla alkışlandı ve benden o konuşmayı yazarak yayınlamam istendi.
İşte o konuşmanın yazıya dökülmüş hali:
“Türk beklenendir” diye bir söz var. Ünlü çağdaş tarihçimizden Prof. Dr. Tufan Gündüz tarafından literatüre kazandırılan bu söz ile ilgili pek çok hikâye anlatılır. Sosyal medya ile ilgiliyseniz bunlardan bazılarını ya okumuş, ya da seyretmişsinizdir. Okurken veya dinlerken, Tufan hoca gibi anlatanlarla birlikte bir duygu seline kapılır dolan gözlerimizi silmeye, boğazımızda düğümlenen yumruyu yutkunmaya çalışırız. Çünkü bunların hemen hepsi, eskiden bizim egemenliğimiz altında olup da 1. Dünya Savaşından sonra sınırlarımız dışında kalan bölgelerdeki Müslüman, hatta Müslüman olmayan halklar ile ilişkili ve duygu yoğunluğu fazlaca olan hikâyelerdir.
Adeta, kadim kültürümüzün “cesaret, bilgelik ve erdem” genlerinin küllerinden yeniden doğuşunun ümidini yaşatır bu hikâyeler bize. Tanrı tarafından, tüm insanlığa kağan olarak gönderildiğine inanan “kutlu” atalarımızı hatırlatır.
“Gök çadırımız, güneş de bayrağımız olsun!” diyen Oğuz Kağan ile başlayan yazılı tarihimiz, Gök tanrı lütfettiği ve kendi kaderi olduğu için hakan olarak tahta oturduğunu söyleyen Bilge Kağan ile devam eder, Kutadgu Bilig’de kemâlini bulur.
Atalarımıza göre Tanrı gök kubbeyi, yeri ve ikisi arasındaki insanoğlunu yarattıktan sonra onlara hükmetmek için kut vererek görevlendirilmiştir onları. Bunu “cesaret, bilgelik ve erdem” sahibi olmaları nedeniyle hak ettiklerine inanmışlardır.
“Kut, töre ve devlet” onların vazgeçilmez değerleridir. Bunlar adeta âlemin üzerinde durduğu üç ayaklı bir kaide gibidir. Bu ayaklar sağlam olduğu müddetçe insanlık mutlu yaşayacaktır.
Bu anlayışa göre; Tanrı’dan gelen hak edilmiş “kut” onların cesaret ve bilgeliğini taçlandırır. O yetki ile buyurdukları “töre” olur. O töreye uyanlar da “törük”, yani “töreli”, yani “Türk” olurlar. Kutsanmış cesur, bilge ve erdemli kağan o töre ile “devlet” kurar. Onlar için devlet töreye uyan tüm insanlığın üzerini örten gök kubbedir. Töre de o kubbenin direğidir ve erdem ile ayakta durur. Bir başka deyişle, devletin kanunları erdem sahibi yöneticiler tarafından uygulanırsa devlet yaşar.
Erdem kavramı çok önemli. Sözlükte iyi ahlak, akıl ve ruh olgunluğu anlamına karşılık geliyor. Kutadgu Bilig’de anlatılanlardan, erdemin üç ayaklı iktidar tahtının da kavramsal karşılığı olduğu anlaşılıyor;
- Tahtın birinci ayağındaki “kılıç”, devleti yöneten hakanın “dosdoğru” olması gerektiğinin ifadesi. Yani erdemli lider güvenilir olmalıdır ki budun arkasında yürüsün.
- Tahtın ikinci ayağındaki “şeker” ise merhametin sembolü. Erdemli hakan zulmetmez. Kararlarında merhametlidir. Öncelikle halkının refah ve mutluluğunu gözetir.
- Üçüncü ayaktaki “acı ot” da adaleti sembolize eder. Kutsal töreyi uygulayan erdem sahibi yönetici adil olmak zorundadır. Hakkı hak edene verir. Cezayı da mükafatı da hak edene çekinmeden, hızlıca uygular.
11. yüzyılda, Karahanlı döneminde yaşamış ünlü Türk düşünürü Yusuf Has Hacip’in meşhur Kutadgu Bilig eserinde tarif ettiği bu üç ayaklı iktidar tahtı, kutlu Türk devletinin nasıl bir denge üzerine kurulu olduğunun ifadesidir. Üç ayaklı bir sacayağın her yüzeyde yıkılmadan durabilmesi gibi, bu üçlü devletin direği olan kutlu törenin üç temel prensibini oluşturur.
Bu arada ayrıca belirtmek gerekiyor ki, gerek Orhun Yazıtları, gerek Kutadgu Bilig ve gerekse bilinen diğer yazılı-sözlü tarih kaynaklarına göre kut, sadece ona layık olunduğu sürece sahip olunan bir güçtür. İktidar tahtının ayaklardan birinin zayıf olması, özellikle adaletin eksik olması, kağanın kutunu kaybederek tahttan inmesine, akabinde de yeni bir liderin kut alarak devletin başına geçmesine neden olur. Türk tarihinin, bu bağlamda bir tekerrürden ibaret olduğunu söylemek büyük bir yanlış olmayacaktır.
Kim böyle “adaleti ve merhameti önceleyen” bir devlet çatısı altında yaşamak istemez ki?
İşte budur o “beklenen Türk” hikâyelerinin de kaynağı. Özlenen aslında, Türk’ün tarihte birçok örneğini yaşattığı bu mükemmel hakimiyet anlayışı ile mazlumların merhamet özlemi, zalimlerin ise korkulu rüyası olmalardır.
Tüm dünyanın gözünde Türk olmak, kısaca insanlığın adalet timsali olmaktır.
18. yüzyılda İngiltere başbakanlık yapan William Pitt Türklerin tek şiarının hak ve hakikat olduğunu ve hiçbir haksızlık yapmadıkları halde biteviye haksızlığa uğradıklarını ifade eder.
Napoleon’a göre Türklerin erkeğin cesur, kadını namuslu ve gerektiğinde tereddüt etmeden canını feda edebilecek kadar vatanına bağlıdırlar. Bu nedenle öldürülebilir, ancak mağlup edilemezler.
Alman yazar Fritz Neumark’ın yazdığına göre Türkler’in pek farkında olmadığı ama “Avrupalıların iyi bildiği bir gerçek” vardır; Tarihten Türkler çıkarılırsa ortada tarih diye bir şey kalmaz.
Türk Eğerinin Anatomi Bilimindeki Yeri
Şimdi gelelim bu işin benim uzmanlık alanım olan İnsan Anatomisi ile bağlantısına.
Anatomi bilimi, sağlıklı bir insan vücudunu gözle görülebilen en ince ayrıntısına kadar tarif eden bilim dalıdır ve tıp bilimlerinin temeli olarak kabul edilir.
Bu bilim disiplininde tüm dünya anatomistlerinin kullandığı Latince anatomi terimleri vardır. Bu terimler, kısa adı FCAT olan Federative Committee on Anatomical Terminology tarafından standardize edilerek, listelenmiş, yayınlanmış ve 1895 yılından beri güncellenerek kullanılmaktadır. Bu terimler, hani o doktorların kendi aralarında kolayca anlaştıkları ama hastalar tarafından pek anlaşılmayan özel tıp dilinin de iskeletini oluşturur.
Nomina Anatomica (NA) adıyla bilinen bu listede 7600’den fazla, tamamı Latince olan anatomik terim arasında bir tanesi, evet sadece bir tanesi, Türk kimliğine atfedilmiştir; Sella turcica, yani Türk eyeri.

Sella turcica terimi ile isimlendirilen yer, beynin üzerine oturduğu kafatası tabanının tam ortasında bulunan ve eyere benzeyen sığ bir çukurluğun adıdır. Burası ilk defa anatomist Adrianus Spigelius (1578-1625) tarafından De Corpora Humanis Fabrica isimli kitabında sella turcica olarak isimlendirilmiş ve diğer anatomistler tarafından hiç itiraz edilmeden kullanılmaya devam edilerek, resmi bir anatomik terim olarak Nomina’daki yerini almış. Açıklamalarda şeklinin Türklerin at üstünde oturdukları eyere benzetildiği için bu terimin kullanıldığı yazıyor.
Neden başka kültürlerin değil de Türklerin eyerine benzetildiği pek tartışılmamış, nedense. Öyle ya, bu terimi uygun görenlerin övünerek methiyeler dizdiği o şanlı haçlı şövalyeleri de eyerlenmiş ata biniyorlardı. Neden kendi şövalyelerinin eyerine değil de, düşman bildikleri Türklerin eyerine benzetmişler?
Bu sorunun cevabı tıp tarihi boyunca sadece şekil benzerliği ile açıklana gelmiş olsa da, 40 yıla yakın anatomi hocalığı deneyimime ve tarih merakıma dayanarak, biraz daha derin bir analize ihtiyaç duyduğu kanaatindeyim.
Şimdi bunu biraz bunu yapalım.
Sella turcica’nın içinde Hipofiz bezi oturmuş durumda. Bu organın çok ilginç bir özelliği var; Tüm vücudu etkileyen hormonal faaliyetlerini organize ediyor. Salgıladığı hormonlarla büyümenin yanında metabolizmayı düzenleyen tiroid bezinden tutun da, kan basıncını kontrol eden böbreküstü bezine, üreme hücrelerini yapan ve cinsel faaliyetlerimizi idare eden kadındaki yumurtalık ve erkekteki testislere kadar vücudumuzun tüm faaliyetlerini sanki bir orkestra şefi gibi hep hipofiz bezi idare ediyor.
Hipofiz bezi az çalışan organlara daha çok çalışmaları için uyarı gönderirken, fazla salgı yapıp vücudun ahengini bozanlara yavaşlamaları için emirler gönderiyor. Kimin nasıl çalışması gerekiyorsa ona göre hükmediyor. Kusursuz bir adaletle.
Bu yüzden ben derslerimde ona “maestro” diyorum.
Ve, vücudumuzun tüm enstrümanlarına hükmeden bu orkestra şefi Türk eyerinin üzerinde oturarak yapıyor. Tıpkı eyerlerinin üzerinde rüzgar gibi at koştururken dört bir yana dönerek kahramanca savaşmış, üç kıtada fetihler yapmış ve dünyayı yönetmiş atalarımız gibi…
İlginç bir diğer nokta da, hipofiz bezinin hükmünü kendiliğinden değil, ince bir sap ile bağlı olduğu üst tarafında bulunan ve hipotalamus adındaki beyin bölümünden aldığı üst emirlerle uyarak icra ediyor olması. Sizce de bu durum, tıpkı Türk kağanlarının Tanrı’dan aldıkları “kut” ile dünyaya hükmetmelerine benzemiyor mu?
Şimdi final sorumuzu soralım; Sizce de “Batı” medeniyetinin vücudun maestrosunun oturduğu çukura “Türk eyeri” adının vermesi, modern bilime yön veren “Avrupalıların iyi bildiği” o gerçeğin, ister-istemez dışa yansıması olamaz mı? Türkler gittikleri yerlerde hiç zulmetmemiş, aman dileyene kılıç kaldırmamış, sadece toprakları değil gönülleri de fethetmiş, insanları dillerinde, dinlerinde özgür bırakmış, merhametli ve adaletli atalarımızın batı medeniyetinde bıraktığı silinmez izlerin tezahürü olamaz mı?
Mazlumların merhametini, zalimlerin ise korku ile adaletini bekledikleri için, Tufan Gündüz hocanın dediği “Türk beklenendir” sözü buradan bakınca daha derin bir anlama kavuşmuyor mu sizce de?
Açıkçası, bendenize hoş geliyor. Yorulduğum zamanlarda heyecanımı, enerjimi tazeliyor.
Sözü “tarihçilerin kutbu” olarak nitelenen Prof. Halil İnalcık hocamızın, kariyeri boyunca verdiği eserlerin adeta bir tek cümlede ifade edilişi olduğunu düşündüğüm sözü ile bitirelim; “Türklerin övünülecek bir tarihleri var. Tarih bilirseniz, ancak o zaman “Ne mutlu Türk’üm diyene” sözünün bir manası olur.”
Ne mutlu bize ki, göğsümüzü gere gere “Türküm” diyebiliyoruz.
Bilime yön veren eserlerin, tarihte olduğu gibi, yeniden bunu diyebilenler tarafından yazıldığını görebilmek dileğiyle…
Prof. Dr. Ahmet SINAV

Son Yorumlar