Ah O Mahalleler…

Bizim Mahalle diyerek sahiplendiğimiz, büyük küçük herkesin birbirini tanıdığı, evini bildiği acı ve tatlı günlerde ortak olduğu bir yaşam alanı vardı.

İllet gibi mahalle anlayışımız da hem modernleşme ve batılılaşma hastalığına yakalandı; hem de yanlış kentleşme ve yapılaşmaya! Belki de her yol ve şekille dayatılan karma ve bozuk kültür, kendi öz kültürümüze tercih edildi! Öyle ya da böyle maalesef aileden sonra toplumun en önemli temel taşı olan mahalleyi göz göre göre kaybettik. Ne mahalleli kaldı ne mahallenin namusu, ne mahallemizin büyüğü ne de mahallenin delisi

Laf değil, mahallenin kabadayısı bile olurdu da kendi mahallelisine yan bakmaz, yan bakana adeta duvar kesilirdi…

Günümüzde de mahalle bakkalı şurada burada varlığını sürdürmeye çalışsa da zorlandığı belli; ama mesela mahalle arkadaşlığı, o arkadaşlığın samimiyeti, bağlılığı, gerektiğinde ölümüne fedakârlığı bitti; büyük olana saygı, küçüğe sevgi ve koruma duygusu kaldı mı? Kardeş gibi birbirini sevip saydığı, koruyup gözettiği dostlar nerede?

İlimizde ilçemizde daha çok yerli insanlardan temin edilen, Osmanlıdan kalma mahalle bekçileri vardı; yatsı sonu ortalıktan el ayak çekilince çıkıp sabah namaz vaktine kadar sokak sokak mıntıkasını gezen; asayişi sağlayan, iki de bir öttürdükleri düdükleriyle kötü niyetlilere Ben buradayım haa diye korku salan Bekçi Babalar

Ne kadar mahalleli varsa her mahalleliyi ninesinden torununa, dayısından amcasına, yeğeninden farklı şehirdeki akrabalarına kadar tanır, bilirdi. Ne iş yaptığını, tahsilini, nerede yaşadığını, kiminle evli olduğunu, huyunu suyunu, içkisini, kumarını bilirdi. Büyüğünü sayar küçüğünü sever ve korurdu. Varsa birinin işlediği bir ayıbı ‘kol kırılır yen içinde kalır’ hesabı mahallenin sınırdan çıkarılmazdı; yeter ki mahallenin dedikoducusunun diline düşmesin. Çocukların kütü bir davranışını gören bir mahalleli ağabey veya amca onu azarlar hatta kulağını çekebilirdi.

Ayda, iki üç haftada bir kadınlar kızlar, hamama birlikte giderlerdi, düğüne, nikâha, ölen varsa taziyeye, eski yazı okumak için hocaya, pikniğe veya Sultan Nevruz, Hıdırellez veya leyleklerin gelişi (baharın gelişi) gibi kutlamalara da bir iki gün önceden anlaşarak birlikte giderlerdi. Oralarda ne yapılıp edileceklere ortak olurlardı; biri kilim götürürdü öteki perde, biri top, salıncak götürürdü öteki peçiç, şunlar dolma yapar sarma sarardı, bunlar içli köfte yapardı; bitişik komşunun biri de kısır için ne gerekirse tedarik ederek gelirdi…

Ramazanlar bir başka olurdu mahallelerde. İftar yaklaşınca hanımlar yemek ve sofra hazırlığı ile meşgul iken erkekler, büyük küçük çocukların ellerinde veya ceplerinde oruç açımlığı ile damlara çıkıp top atışını beklerlerdi. O anlarda damdan dama yapılan konuşmalar, şakalar, takılmalar komşuluğun, arkadaşlığın adeta perçini olurdu.

İlçelerde mesela Kızılcaoba Mahallesi Camii, Güneşli Mahallesi Camii gibi her mahallenin camisi ya da Camii Hatip Mahallesi, Ali Bey Camii Mahallesi gibi her caminin mahallesi vardı. Osmanlı hatta Selçuklu döneminden yirminci asrın ortalarına kadar birçok kasaba ve şehirde mahalleler daha çok camilerin adıyla anılırdı. O mahalleli cuma, bayram ve cenaze namazını hele de vakit namazlarını ille mahallesindeki camide kılardı. Orası bir yoklama alanıydı adeta. Aksatmadan devam ettiği halde birkaç öğün gelmeyen olursa hemen nedeni araştırılır, bir derdinin, sıkıntısının olup olmadığı öğrenilir ve ona göre hareket edilirdi.

Fakirler gözetilir, dul, yetim ve düşkünler adeta mahallelinin koruyup kollaması altındadır. Gerekli yardımlar usulünce yapılır, mahallenin imamı da elindeki listeye göre zekâtları, sadakaları, adakları veya bağışları belli bir düzen içinde onlara iletirdi. Mahalle camilerinde yabancı biri anında bilinir ve namaz sonrası cemaatin ileri gelenleri ilgilenerek, misafirse, yolcuysa, muhtaçsa ona göre yardımcı olmaya çalışılırdı.

Bayram namazı cemaati içinde mahalleli olmayanlar ille olurdu; zira köyünde cami olmayanlar veya camisi olduğu halde namaz kıldıracak imamı olmayanlar “hiç değilse bayram namazı” kılmak için ya imamı olan komşu köye gider ya da bağlı olduğu kasabaya/şehre gelirdi. Köyü fazla uzak değilse sabah namazına da yetişecek zamanı düşünüp atına, eşeğine birkaç kişilerse kağnıya binerek hatta yaya olarak yola çıkardı; köyü uzaksa, bir gün önceden şehre gelirler, handa ya da tanıdık birinin evinde yatıp sabah ezanıyla birlikte yakın bir camiye giderdi. Cami çıkışında garip olanlar asla yalnız bırakılmaz birileri koluna girerek Bayram yemeğinde soframızı şereflendirir misiniz ya da Buyurun bayram yemeğimizi birlikte yiyelim… türü gönül alıcı bir ifadeyle evlere davet edilirlerdi.

Teravih namazını mahalle camisinde kılmaya özen gösterilirdi. Kaytarmak isteyenler başka camilerde kılıyor havasını yayıp izini kaybettirseler de er geç gelen gelmeyen belli olurdu. Bununla birlikte Sevap olur, başka insanlarla tanışırız düşüncesiyle gerçekten şehirdeki camileri dolaşarak çoğunda hatta hepsinde teravih kılanlar da olurdu. İşin en güzel tarafı; ramazan boyunca, teravih namazı sırasında çocuklar, gençler hatta yetişkinler -bugün bile anlatılan; ayağının altını gıdıklamak, çorabını çıkartmak, secdeden kalkacağı zaman ayağını çekip düşürmek, çıkışta ayakkabısını saklamak gibi- nice şakaları yaparak adeta neşe kaynağı olurlardı.

Ramazandan bir hafta önce caminin imamı, bir namaz sonrası mahallenin iyiliksever hanımlarına, beyleri ile Şu gün öyle namazından sonra cami temizlenecek, halıları, kilimleri yıkanacak… haberini salardı. Kendi hanımı ve kızı ile haber saldığı hanımlar da olurdu. Onlar da günü gelince toplanıp gelirler ve el ele vererek ne varsa yıkar, temizler güneşe serip kurutulurdu. Onlar kururken de caminin camları, tabanı, avrat tahtası[¹], minberi, kürsüsü, mihrabı silinip süpürülerek temizlenirdi.

Dinî nikâhlar mahalle camiinde genellikle yatsı namazı sonrası cemaatin şahitliği ile kıyılır; bol bol dua alınır. Nikâh şerbeti de cami çıkışında dağıtılırdı. Dağıtacak olanlar bir iki düzine bardak getirirdi; ama bunların en fazla beş altısını kullanır, ötekileri de yedek olarak saklardı. Saklardı; zira nikâhlarda bardak çalmak adeta gelenek haline gelmişti. Kimse kınamazdı bu hırsızlığı! Çalanlar daha sonra “Ben bardak çaldım ha.. Ben iki bardak çaldım ha…” diye bir de övünürdü. İşin kötüsü, bardaklar hiç yıkanmaz, belki yüz veya iki yüz kişi beş on bardakla arka arkaya içerdi… En temiz olanlar çok içilmiş bardağı yanına koyduğu bir kova suyun içine eliyle birlikte batırıp şöyle bir sallayarak temizlenmiş olanlarıydı. Bol şeker ve tarçınla yapılan şerbetleri birkaç bardak içmek çoklarını kandırmazdı.

Nikâh, ölüm, doğum veya bir sebeple icap eden mevlitler mahalle camilerinde okunurdu. Kâğıt külahlara konmuş ve sepetlere doldurulmuş çerezleri, mevlidin başlamasından az sonra birkaç kişi safların arasında gezerek dağıtırdı. Açıkgöz genç ve çocuklar, onlara sezdirmeden bir sonraki safa kayarak almamış gibi durur ve ikinci hatta üçüncü külahı da alırdı.

Mevlit birkaç gün önce okuntu dağıtılarak herkese duyurulduğu için okunacak caminin cemaati o vakitte olağanüstü çoğalırdı. Bunu bilen, zengin veya hatırı sayılır aileler kendi mahallelerindeki cami küçükse dar geleceğini düşünerek genellikle Ulu Cami’yi seçerlerdi.

Tabutlar ve teneşir mahalle camilerinin göze az görünen dulda bir yerinde hazır bekletilirdi. Kimi çocuklar, gündüz bile korkudan onların yanından geçemezdi; ama kimileri de saklambaç oynarken tabutların içine yatarak kendini gizleyebilirdi…

Mahallenin camisi olur da mahallenin imamı olmaz mı? O da vardı ve nikâhlarda, cenaze işlerinde, çocukları okutmada, küskünleri barıştırmada, ihtilafları çözmede, mahallenin arzu halini makamlara iletmede öne geçerdi. Yemekli davetlerin de önde gelen misafirlerinden olurdu bu durumda; kutlamalarda, gezilerde bile yer alırdı çoğu zaman, Yağmur Duası daha ehil, daha âlim bir muhterem yoksa onun önderliğinde yapılırdı…

Birçok mahallenin Hoca Hanımı vardı; kızlara ve kadınlara eski yazı okumayı öğretirlerdi. Ayrıca cenazesi olan evlerde taziye için gelen hanımların oturacağı yere üç gün sabah gelip akşam sonrası giderek Kur’an okurdu.

Mahallenin büyükleri olurdu, herkesin sayıp sevdiği, nikâh ve düğünlerde öne alınan; bayramlarda ziyaret edilip eli öpülen, ihtilaf veya şahitlik gerektirecek işlerde heyeti oluşturan…

Mahalle mektepleri vardı Osmanlıda uygulanan anlayışla okullar, bir ya da birkaç mahallenin çocuklarına hitap edecek şekilde yapılmıştı. Bu sebeple bunlara mahallenin mektebi olarak bakılırdı.

Mahallenin oyun yerleri bile vardı. O mahallenin çocukları genellikle oralarda oynarlardı. Anne babalar, oynamaya giden çocuğunu ararsa orada bulurdu. Çelik burada oynanır, maç burada yapılır; Abudamya, Löttük, Minevara (Mullavara), Nesi var, Süleke, Köşe Kapmaca, Saklambaç, Mık, Gosguç buralarda oynanırdı. Nevruz veya Hıdırellez’de ateş yakılacaksa bu alanın ortasına yakılırdı. Elbette mahallenin şurasında burasında oynanan oyunlar da oynayanlar da çoktu.

Mahalle çeşmeleri vardı ki renk katardı, büyüklerin ve küçüklerin hayatına hatta soluk aldırırdı birçok kadına kıza. Gelinler kızlar, kollarına takıp getirdikleri bir çüt/çift satırı/kovayı sıra kapma derdine düşmeden doldururlarken ‘iki çüt’ de laf ederek mahallede olup biteni birbirine aktarırdı. Böyle çene çalmaya tutulanlar, sırasını birkaç kere başkasına gönüllü verirdi.

Mahalleli anlayışı vardı. Herkes herkesi tanır, huyunu, suyunu, karakterini bilirdi. Mahallenin bir sokağından yabancı bir kadın veya erkek birkaç kere gelip geçerse öyle bir teh düşülürdü/ dikkatle izlenirdi ki ilk hatasında, ilk yan bakışında mahallenin namusu zedelenir mi veya bundan dolayı mahalleli biri sıkıntıya düşer mi kaygısıyla ya mahallenin kabadayısı ya da mahallenin ileri gelenlerinden biri makul bir şekilde ikaz eder, uzaklaştırır, varsa gerçekten bir derdi çözülür; buna rağmen o kişi gelip gitmede, kadına kıza bakmada ısrar ederse bir güzel mahalle dayağı yiyebilirdi…

Mahallenin delisi de olurdu. Hepsinde olmasa da bazı mahallelerde vardı. Onları herkes tanır ve zarar gelmeyeceğini bilir, korur, sever, ihtiyacını karşılar, asla alay etmez, oynatmaz ve başkalarının zarar vermesine mani olurdu. E zaten o ‘deli’ mahallede birbirine ya akraba, ya arkadaş ya da komşu olan bir avuç insandan birinin amcası, halası, oğlu, kızı, dayısı, teyzesidir. O da mahallelileri biri ve onlardan kendine bir zarar gelmeyeceğinden emin olurdu…

Mahallelerde evlerin çoğu birbirine sırt vererek bir dayanışma içine girdiklerini ilan eder gibi bitişikti. Aradaki sokakların çoğu iki kolun yanlara açılmasından biraz geniş olurdu. İkisinin üçünün penceresi bir avluya bakabilirdi. Bunun sebebi, yakın akraba/kardeş olmanın dışında yirminci asrın ilk çeyreğine kadar hüküm süren eşkıya korkusudur.

Yakın veya bitişik komşu anlamında Kapı komşusu kavramı vardı. Ya evleri bir iki ev ötede ya bitişik ya da karşı karşıyadır. Bitişik olanlara Him/temel komşusu da denirdi. Aynı zamanda çay-kahve, eğlence, dedikodu sohbet, sır, oyun ve gezme arkadaşı olarak en yakın olanları en önderdir…

Bu mahalle anlayışı kendiliğinden farklı bir komşuluk meydana getirirdi. Akraba olmasa da akraba kadar, hatta akrabadan da öte dost, arkadaş ve güvenilir insan olan bir komşuluktu… Cenaze olur koşarlar; sofralı gelirler, taziye boyunca her türlü yardımı yaparlar. Düğünde davette, eğlencenin de zahmetinin de en önündedirler. Birbirini ailenin ferdi saymasa da o kadar yakın bilir, değer verir hatırını sayar, dayanışma içine girer, çocuklarını çocuklarından ayırmazdı.

Mahalleli/komşu hakkı gözetilirdi; ekmek edilirken, kavurma yapılırken, diş hediği pişirilince, kurban kesilince, bulgur kaynatılırken, peynir basılırken ille yakın komşulara sonra az ötedeki komşuya tadımlık verilirdi. Böylece onların Bereketli olsun, Allah kabul etsin duası alınırdı. Bu paylaşım aynı zamanda Komşular gözünüz bizde kalmasın, kaygılanmanıza gerek yok; bakın biz bu, bu, bu ihtiyaçlarımızı gideriyoruz… demek olduğu kadar Komşular, bakın bizde bunlar bunlar var, aman sizde olmayanını istemekten çekinmeyin… demekti. Biterse, gerçekten de çıra, turşu, salça, ateş, kibrit, yoğurt, süt, sirke, nişe gibi birçok şey çekinmeden istenirdi.

Şimdi mahalle şöyle dursun aynı apartmanda karşı karşıya veya altlı üstlü oturanların pek çoğu birbirini tanımıyor bile. Nasıl ve neden tanısınlar? Yirmi yıl, otuz yıl, hatta elli, altmış yıl hiç görüp tanımadığı insanlarla birdenbire ‘komşu’ olmuşlar. Dedesinden beri hatta daha üst atalardan beri iliğine kadar tanıdığı, birlikte oynadığı, okuduğu, şakalaştığı, dövüştüğü, güreştiği, cangamalaştığı, acı tatlı günleri, sayısız derdi veya mutluluğu paylaştığı; sevdiği, hısım-akraba olduğu, birlikte kar kürediği, mahallelerini savunduğu, gezmeye, düğüne, bayrama, camiye, suya, pazara,  hamama, işe birlikte gittiği, yardımlaştığı, it boğuşturduğu insanların komşuluğu nerede, daha dün birbirini görüp aynı binada oturarak ‘komşu gibi olma’ nerede?

Anlatacak daha çok farklılıklar var; ama dedik ya Mahalleyi yitirdik. Mahalle ile birlikte mahalleli anlayışımızı, değerlerimizi, kültürümüzü ve nice insani duygularımızı da yitirdik. Maalesef ki  bunların kıymetini bilenler çok azaldı…

Şimdi, bir mahalle kelimesi, bir de mahalle muhtarları kaldı yadigâr…

Arif BİLGİN

……………………………………………………………………

[¹] Avrat Tahtası: Hanımların da teravih namazı kılmaları için genellikle büyük camilerin girişinin sağ ve sol taraftaki köşelere bir iki basamakla çıkılacak yükseklikte, camiye bakan tarafları perde ile çevrilerek oluşturulan alanlardır. Elbistan’daki Ulu ve Çarşı Atik Camilerinde olduğu gibi bazı tarihi camilerde bu köşeler odun koymak için derince kazılır, sonra üstüne Avrat Tahtası yapılırdı.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir