Başkumandan’ın İfadeleriyle Büyük Taarruz’dan Mudanya Mütârekesi’ne

Bu harekâtı yapan bir ordunun babalarından ve analarından ibaret olan milletimiz bütün cihana karşı en yüksek saygı ve onur mevkiini kazanmıştır. Milletimiz çekinmeden [kendisiyle] iftihar edebilir. Bu, en kuvvetli şartlarla hakkıdır ve [ben de] böyle bir [yüce] milletin âciz bir ferdi olarak en büyük mutluluğu hissediyorum. Bu muharebe meydanlarında, emsâlsiz kahramanlıklar ve yiğitlik göstermiş olan subaylarımızın, askerlerimizin ve kumandanlarımızın her biri ayrı ayrı bir menkıbe, bir destan oluşturan hareketlerini büyük bir yüceltme, saygı ve takdirle anıyorum. Ve bu yiğitlik meydanlarında Rahmet-i Rahman’a kavuşan şehitlerimizin aziz ruhlarına hep beraber fâtihâlar gönderelim.”

 Gazi ve Müşir Başkumandan Mustafa Kemâl

 

 GENEL

Bu makalede / yazıda, Gazi ve Müşir (Mareşal) Başkumandan Mustafa Kemâl Paşa tarafından Büyük Taarruz ve Başkumandan (Dumlupınar) Meydan Muharebesi hakkında 4 Ekim 1922 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde yaptığı konuşma paylaşılacaktır. Bahse konu konuşmanın okuyucu  nezdinde anlaşılırlığı için konuşma metni, makale yazarı / yazar tarafından mümkün mertebe sadeleştirilmiş, yer yer de yay ve köşeli parantezlerle bilgi ilave edilmiştir.

BÜYÜK TAARRUZ VE BAŞKUMANDAN MEYDAN MUHAREBESİ [1] HAKKINDA TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ’NDE YAPTIĞI KONUŞMA

Arkadaşlar!

[Batı Anadolu’daki Yunan kuvvetlerini vatanımızdan söküp atmak üzere 1921 yılı güzünden beri icrasını planladığımız harekâtı icrâ etmek üzere 19 Ağustos 1922 tarihinde Akşehir üzerinden cepheye gitmiş olmamdan bu yana] Kalbimde derin bir özlem meydana getirmiş olan bu ayrılıktan sonra [bu harekatın parlak bir başarıyla sona ermesinin ardından]  tekrar size kavuştuğumdan dolayı, pek mesudum. Yüce Allah’a hamd eylerim ki, ordularımızın silahlarına emânet ettiğiniz aziz ve mübarek maksat, [olan aziz vatanın kurtarılması, 26 Ağustos’ta Afyon güneyinden başlayan Büyük Taarruz, 30 Ağustos’ta gerçekleşen Dumlupınar Zaferi ve 2 Eylül’de başlatılan Takip Harekâtının ardından 17 Eylül’de Anadolu’nun  işgâlci Yunan kuvvetlerinden tamamen temizlenmesi sonucu] arzu ettiğiniz yönden emniyet ve itimadınıza yönelik olarak sarf edilmiş olduğunu gösteren mutlu bir sonuca ulaştı.

En karanlık ve en talihsiz günlerimizde Meclisimizin sarp ve yalçın bir kaya gibi azim ve imanı, talihin bu parlak gelişimine erişmek için, lazım gelen imkânı daima saklı tuttu. [Aziz vatanın kurtuluşu için] Millî gayretlerimizde şaşmaz bir akl-ı selimle daima doğruyu ve daima iyiyi bulan ve ayırdeden Meclisimizin bu sonuçlara ermekten dolayı duyduğu mutluluk kadar hak edilmiş ne düşünebilir? Milletin geleceğini doğrudan doğruya üstlenerek yeis yerine ümit, perişanlık yerine intizam, tereddüt yerine azim ve iman koyan ve yokluktan koskoca bir varlık çıkaran Meclisimizin, civanmert ve kahraman ordularının başında bir asker sadâkat ve itaatiyle emirlerinizi yerine getirmiş olduğumdan dolayı, bir insan kalbinin nâdiren duyabileceği bir memnuniyet içindeyim. Kalbim bu özlemle dolu olarak, pek aziz ve muhterem arkadaşlarımı, bütün dünyaya karşı temsil ettikleri hürriyet ve istiklâl fikrinin zaferinden dolayı tebrik ediyorum.

Arkadaşlar!

Tebrik etmek mutluluğuna mazhar olduğum bu zafer, kolaylıkla  izah edilebilir değildir. Bunu anlamak, bugün değil, belki yarın tarih sayfalarında geniş ve derin olarak incelendikten sonra mümkün olacaktır. Fakat hissediyorum ki, benim ağzımdan buna dair bazı sözler işitmek istiyorsunuz. Bu arzularınızı tatmin etmek için, mühim bazı levhalar ve mühim bazı hatlar üzerinde maruzatta bulunacağım.

Arkadaşlar!

Geçen yılın Ağustos’un -hâtıramda aldanmıyorsam- beşinci günü [5 Ağustos 1921 tarihinde], bu kürsüden, beni “başkumandan” [olarak] tayin etmiş olduğunuz zaman arz-ı teşekkür ederken demiştim ki: “Memleketimizi çiğnemek üzere, memleketimize giren Yunan ordusunu harim-i ismetimizde (kutsal vatan topraklarında) boğacağız.”

Bu sözümde hata etmemiş olduğumu olaylar ispat etti zannederim. Hakikaten Yunan [Küçük Asya] Ordusu [2] harim-i ismetimizde tamamen boğulmuştur.

Arkadaşlar!

O gün, [5 Ağustos 1921 tarihinde] bu kürsüyü terk ettikten sonra [10-25 Temmuz 1921 döneminde gerçekleşen ve Kütahya, Afyon ve Eskişehir’in kaybedilmesiyle sonuçlanan Kütahya-Eskişehir Muharebeleri’nin ardından] Sakarya [Nehri] gerilerine kadar çekilmiş olan TBMM Batı Ordularına [“başkumandan” olarak] katılmıştım. Hepinizin hatırındadır ki, [23.08-13.09.1921 tarihleri arasında] yirmi bir gün ve yirmi bir gece devam eden Sakarya Meydan Muharebesi’nin son günlerinde [10.09.1921] ordumuz, düşmanın sol cenahına karşı taarruza geçti ve bunun neticesinde  çok kuvvetli bir şekilde teçhiz edilmiş olan Yunan Ordusu mağlup olarak ben çekilmeye mecbur oldu,  ondan sonra tekrar bu kürsüye [TBMM Başkanlık kürsüsüne] geldim ve [Yüce Meclise] dedim ki: “Kararımız, en son düşman neferini vatanımızdan kovuncaya kadar taarruza devam etmektir, düşmanı takip ve tazyik eylemektir. Bu sözümü harfiyen takip ve tatbik etmiş olduğumu yaşanan olaylar ispat ettiği gibi, şimdi belirteceğim mâruzatımla da izah etmiş olacağım.”

Gerçekten o gün için, düşman ordusunu takip etmek konusunda  verilen karar, bu zamana kadar saklı kalmıştır. Fakat arkadaşlar! Şunu itiraf etmek mecburiyetindeyiz ki, ordumuzun o günkü hâli, vaziyeti, şartları ve vasıtâlârı hemen uzun mesafeler üzerinde serî harekât yapılmasına uygun değildi. Bu sebeple ihtiyaç duyulan eksiklikleri tamamlamak ve hazırlıkları tamamlamak için, bir zaman sarf edilecekti. Ve bu zaman da tabiatıyla sarf edildi.

Fakat kesin bir gerçek olarak, herkesin [de] bilmesi gerekir ki, bu yılın ortalarında ordumuz, düşman ordusunu mağlup ve bozguna uğratmak için gereken kuvvet ve kudrete sahip olmuş bulunuyordu. Fakat bütün milletimizin ve onun gerçek temsilcilerinden oluşan Meclisimizin hedefi, kan dökmeden millî maksadımızın gerçekleşmesine (vatanın kurtarılmasına) yönelik olduğunu pek güzel anlıyordum. Bundan dolayı Efendiler, askerî kuvvetlerimizi kullanmadan önce kan dökmeye sebebiyet vermeksizin meseleyi (düşmanın vatanımızı terk etmesini) barış yoluyla çözmek için girişimde bulunmak da ayrıca bir vazife idi. Bu vazifeyi ifâ etmek için, her türlü tedbirlere başvuruldu. Her türlü siyasî teşebbüsler yapıldı. Bu hususta, en kıymetli arkadaşlarımızdan incelemesine ve isabetli görüşlerine fevkalâde emniyet ve itimat ettiğimiz hükümetimizin önde gelen üyelerinden biri olan Fethi [Okyar] Beyefendi Hazretlerini Londra’ya kadar göndermiştik. Fethi Bey gerek Londra’da ve gerek diğer büyük devletler başkentlerinde önde gelen tüm siyasî zevat ile görüşmek ve müzâkerelere girişmek ve barışın tesisi konusunda her şeyi yapmak için tam yetkiye sahip bulunuyordu.

Fakat Efendiler!

Fethi Bey’in Londra’daki kabul şekli ve özellikle o günlerde [İngiltere Başbakanı] Bay [David] Lloyd George’un parlâmento kürsüsünde verdiği nutuk gösteriyordu ki, bütün bu teşebbüslerimiz aksi bir şekilde yanlış anlaşılmıştır. Gerçekten insanî duygularımızın gereği olarak yapmış olduğumuz bu girişime İngiliz hükûmetinin vermiş olduğu mânâ, barış teşebbüslerimizin bizim şahsımızla yorumlanmasından ibaretti. Zannettiler ki, ordumuz zayıftır. Zannettiler ki, ordumuz taarruz ve takip etmek değil, yerinden kıpırdamayacak bir hâlde bulunuyor. Zannettiler ki, Meclisimiz ve hükûmetimiz zayıftır ve ümitsizdir. Şüphe yok, bütün bu noktalarda [onlar] en büyük hataya sapmış oluyorlardı, en derin gaflet içerisinde bulunuyorlardı. Ve belki bazı vaziyetler ve bazı manzaralar düşmanlarımıza bu ümidi vermiş olabilirdi. Fakat ben, düşmanlarımızın bu şekilde aldanmış olmasına üzülmüş değilim. Arzu etmiş olsaydım, o anda onların bu algılarını açıklığa kavuştururdum. Fakat Efendiler, onların bu bu hatalı algılarının açıklığa kavuşturulmasını sözle değil, fiilen yapmayı tercih ettim. Bundan dolayı Fethi Beyefendi kesin kanaatini hükûmete bir raporla bildirdi ve dedi ki: “Millî amaçlarımızın gerçekleşmesi, ancak askerî faaliyetle mümkün olabilecektir. Başka incelemeye, başka yoruma gerek yoktur.”

Doğal olarak Fethi Beyefendi’nin bu sözüne ve bu kanaatine katılmak gerekiyordu. Aynı zamanda Avrupa’da bulunan tüm temsilcilerimizden ve diğer siyasî memurlarımızdan gelen raporların içeriği de Fethi Beyefendi’nin sözünü ve kanaatini doğruluyor ve destekliyordu. Artık anlamıştık ki askerî harekât bir zorunluluk hâline gelmişti. Bunun üzerine Başkumandanlık, barış girişimleri ve siyasî girişimlerin gereği olarak, uygulamaya koymayı ertelediği taarruz kararını fiilen uygulamaya ve planlanan taarruzu yapmaya karar verdi. Ordumuzun kabiliyet ve kudreti hakkında ve hazırlığı derecesine dair güvenimiz mükemmeldi. Fakat bir kez daha Genelkurmay Başkanı [Fevzi]  Paşa Hazretleri cepheye gitti. Ben de cepheye gittim ve baştan sona kadar ordumuzu tekrar gözden geçirdik. Düşman mevzileri [ve], düşman ordusu incelendi. Bu son teftişimizin sonucu da mevcut olan kanaat ve imanımızı takviye etti ve o zaman kesin olarak taarruz hazırlığı için emir verdim.

Efendiler!

Taarruzumuz, öteden beri Genelkurmay Başkanı [Fevzi] Paşa Hazretlerinin pek derin ilme ve yetkinliğe ve pek derin feyiz ve tecrübelerine istinâden ortaya koyduğu plan dâhilinde uygulanacaktı. Bu plan, düşman ordusunu kaçırmak için değil, fakat tutup boğmak esasını içeren bir plandı. Bu plan dâhilinde hazırlık emri verdikten sonra, doğal olarak maksadımızı gizlemekte fay da görüyorduk. Onun için önce Genelkurmay Başkanı ve sonra Başkumandan tekrar Ankara’ya döndü. Ankara’ya döndüğümde Vekiller Heyeti’ndeki saygıdeğer arkadaşlarla beraber vaziyeti bir kez daha değerlendirdik. Genel durumu, özellikle de siyasî durumu  tahlil eyledik ve gördüm ki, bu arkadaşlar da bütün kalpleriyle, bütün kanaatleriyle Başkumandanlığın kararını tasvip ve takviye ediyorlar. Bilhassa Maliye Vekili Beyefendi’nin göstermiş olduğu kolaylık, Başkumandanlığın icraatında ayrıca bir kuvvet oluşturmuştur. Bundan dolayı, kendilerine bu kürsüden teşekkür etmeyi ayrıca bir görev addederim. Vekiller Heyetindeki arkadaşlarımdan ayrıldıktan sonra, [19 Ağustos 1922 tarihinde gizlice tekrar] Ankara’dan ayrıldım. Konya üzerinden Batı Cephesi karargâhının bulunduğu Akşehir’e gittim. Son incelemelerde artık düşmanı mağlup etmek için her şey hazır olmuştu ve ara vermeden düşmanın İzmir’e kadar takibi için gereken tüm tedbirler alınmıştı. Bunun üzerine 25 Ağustos’ta taarruz için emir verdim.

26 Ağustos günü başlattığımız taaruzî harekâtı kolaylıkla kavrayabilmek için, arzu ederseniz, o tarihteki düşman ordusunun durumunu birkaç kelime ile ifade edeyim. Dört-beş  tümenden ibaret olan [Tümgeneral Trikupis [3] komutasındaki 1. Yunan Kolordusu olarak bilinen] Yunan kuvveti, Afyonkarahisar’da bulunuyordu. Afyonkarahisar’ın doğusunda ve güneyinde olmak üzere yaklaşık 90-100 kilometrelik bir hat üzerinde tahkimat yapılmıştı. Fakat Efendiler, bu tahkimat sıradan bir tahkimât değildi. Yunanlar [Sakarya Muharebesi sonucunda aldıkları yenilgiden beri]   bir yıl sürekli askerleri ve halkı çalıştırmak suretiyle çabalamışlar ve teknolojinin tüm kolaylıklarını da orada uygulamışlardı. Bahsettiğim [bu savunma] hat[tı], birçok kuvvetli gizli savunma tedbirlerini, derinliğine savunmayı ve savunma hattını içermekteydi. Yani bu mevziler tam anlamıyla, son dönemin bir kalesi addedilebilecek bir hâldeydi. Bundan başka düşmanın üç tümenden oluşan [Tümgeneral Petros Sumilas komutasındaki [4] 3. Yunan Kolordusu olarak bilinen] bir kuvveti de Eskişehir’de ve Seyitgazi’de bulunuyordu. Eskişehir ve Seyitgazi’nin kuzeyi, doğusu ve güneyi de tıpkı Afyonkarahisar’da olduğu gibi aynı araçlarla; aynı teçhizatla müstahkem ve teçhiz edilmiş  bir hâle dönüştürülmüş bulunuyordu. Bu iki grubun arasında da trenlerle ve araçlarla süratle ve kolaylıkla her tarafa gidebilecek hâlde, [Afyon’un kuzeyinde yer alan İhsaniye ilçesine bağlı] Döğer’de de düşmanın üç tümenden oluşan bir kuvveti vardı. Özetle düşman aslî kuvvetinin yönlerini  iki kaleye dayamış, orta yerinde [Afyon’da] kuvvetli bir ihtiyat grubuna sahip, bir konuş hâlindeydi. Bu konuş ve tertiplenmenin uzak yönlerine de bakmak istersek, Gemlik (Bursa) ve İznik Gölü civarında da düşmanın iki tümene yaklaşan bir kuvveti vardı. Eğer güneye bakacak olursak, Afyonkarahisar’dan sonra bütün Menderes [vadisi] boyunca denize kadar düşmanın 2. Tümenini de içermek üzere, birçok bağımsız alayları ve süvarileri de vardı.

Biliyorsunuz ki, Efendiler, Batı Cephesi denildiği zaman orada bizim iki ordumuz vardı, orada bizim diğer kuvvetlerimiz de vardı. Bundan dolayı [Nureddin Paşa komutasında] 1. Ordu, Afyonkarahisar’ın doğusunda Akarçay’dan batıya doğru Dumlupınar arasında bulunan düşman mevzileri karşısında konuşlanacaktı. Burada doğal olarak takviye edilmiş olan bu ordumuz, düşmanı mağlup ederek, kuzeye atmak vazifesini aldı.…

[Yakup Şevki Paşa komutasındaki kuzeydeki] 2. Ordumuz bu [Afyon’un doğusundaki ilçelerden Bolvadin’in güneydoğu ve Çay’ın da kuzeydoğusunda bulunan] Akarçay’dan kuzeye doğru Porsuk (çayı) vardır, biliyorsunuz, işte onun kuzeyinde Sakarya kısmı vardır. Oraya kadar olan cephede düşmana taarruz edecekti. Düşmanın Eskişehir’de bulunan üç tümeni, Döğer’de bulunan üç tümeni ve Afyonkarahisar doğusunda bulunan iki tümeni ki toplam olarak sekiz tümeni kendi karşısında tespit edecekti. Kocaeli bölgesinde bulunan kuvvetlerimiz de (Kocaeli Grubu da) karşısında bulunan düşman kuvvetlerine taarruz edecek ve bu kuvvetlerin güneye inmesine engel olacaktı. Menderes bölgesinde de biri süvari tümeni olmak üzere kuvvetlerimiz vardı. Bunlar da güneyden kuzeye doğru önündeki düşmana taarruz edecek ve o kuvvetlerin [Afyon bölgesinde alınmasını planladığımız] kesin sonucun yerine gelmesine engel olacak ve aynı zamanda düşmanın İzmir’le olan ulaşım hatlarını keseceklerdi.

İşte bu ince esaslar üzerine bütün tedbirler ve tertibat yapılmış ve hazırlık tamamlanmış olduğu hâlde 26 Ağustos günü taarruzumuz başlatılmıştır.

Bu harekâtı yakından sevk ve idare etmek doğal olarak istenildiğinden ve gerekli görüldüğünden Başkumandanlık, Genelkurmay Başkanlığı ve Batı Cephesi Komutanlığı gündoğumuyla  beraber, 1. Ordu’nun gözlem noktası olan Kocatepe’de hazırdılar. Kocatepe, bilenlerce malumdur ki ve harita üzerinde inceleyecek olanlarca da anlaşılabileceği üzere düşmanın güney cephesine ve güney cephesindeki önemli noktalara o kadar yakındır ki mevzileri incelemek ve harekâtı sevk ve idare etmek için hatta dürbün kullanılmasına bile gerek yoktur.

1. Ordu, Akarçay’dan Dumlupınar’a kadar olan tüm düşman mevzilerine taarruz edecekti. [Fahrettin (Altay) Paşa komutasındaki 5.] Süvari Kolordumuz bu taarruz grubunun sol cenahında bulunduğu boşluktan içeri girecek ve düşman ordusunun arkasında faaliyet icra edecekti…

Gerçi ordularla bütün cephe üzerinde taarruz olunacaktı. Fakat ilk anda şu önemli noktalar düşünüldü: Afyonkarahisar’ın batısındaki Kaleciksivrisi vardır ve onun kuzeyinde 1.310 rakımlı Erkmentepe vardır. Bu mevziler gayet önemli olup ondan başka bütün mevzilerin kilidi durumunda olan ikinci bir önemli mevki daha vardı ki ona “Tınaztepe” namı veriliyor. Bu Kaleciksivrisi’nin on iki kilometre kadar batısında olup bu silsilenin en önemli bir noktasıdır. Burasını susturmak istiyorduk. Bir de bu iki grubun arasında bir tepe vardır ki [ona da] “Belentepe” deniliyor. Afyonkarahisar güneyindeki düşmanın aslî mevzisi başlıca bu noktalara dayanıyordu. Bundan dolayı bütün topçularımız ve ağır topçularımız bu üç noktayı ateş altına alabilecek mevzilere konuşlanmıştı.

Arkadaşlar!

Topçularımız bu mevzilere gece geldiler ve karanlık içinde mevzi aldılar ve gündoğumuyla beraber ateşe başladılar. Yüksek takdir ve saygıyla bunu belirtmek isterim ki, topçularımızın o gün göstermiş olduğu mahâret ve yetkinlik, bütün dünya topçuları için örnek olacak nitelikteydi. Askerî hayatımda  bu kadar mükemmel bir topçu ve bu kadar mükemmel idare edilmiş bir topçu ateşi nâdiren gördüm. Topçularımız saat 04.30’da top atışına başladılar; bilirsiniz ki, topçulukta evvela ateş tanzim etmek için atış yapılır. Yarım saat zarfında bütün bu cephe üstünde atış tanzimi yapılmış  ve saat beşte yani yarım saat sonra, bu saydığım hassas hedefler üzerine şiddetle tesir atışına başlamıştır. Bu mevziler çok ve çok sağlamdı. Bu mevzilerin savunma gücünü en son inceleyen bir İngiliz kurmay subayının verdiği raporda, “Eğer Türkler, bu mevzileri dört-beş ayda ele geçirilirse, bir günde ele geçirdiklerini iddia edebilirler. Fakat Türklere, bu mevziler ele geçirmek için üç-dört ay değil, bir gün de değil, sadece bir saat kâfi gelmişti!” Saat altıda Tınaztepe’ye taarruz vaziyetinde, taarruz mesafesine yaklaşmış bulunan piyadelerimiz önündeki tel örgüleri kesmeye ve bertaraf etmeğe gerek görmeyerek; ayağını kaldırıp tel örgüsünden bacağını aşırarak atladı ve orada bulunan Yunan neferlerini süngüleriyle tamamen tepeledikten sonra, Tınaztepe’yi işgâl etti. Ve ben bu manzarayı seyrederken, bir suale bir cevap vermeyi hatırladım: “Bu tel örgüsünü nasıl geçebilirsiniz?” diyorlardı. Oradakilerine dedim ki: “İşte böyle ayağını kaldırır ve geçerler.” Bunun ardından Efendiler, saat dokuzda Belentepe düştü. Ve onun ardından  Kaleciksivrisi düştü. Fakat bunun daha kuzeyinde 1.310 rakımlı Erkmentepe hâlâ direniyordu. Bunun sebebini açıklayayayım:

Biz, ağır topçularımızı mevzilere getirebilmek için yollar yapmaya mecbur olmuştuk. Bu bölgeyi bilenlerce malumdur ki, burası tekerlekli araçların hareketine uygun olmayan bir yer olup yol da yoktur. Bundan dolayı ondan daha ilerisine yol yapabilmek için mutlak düşmanla çarpışmak gerekiyordu. Sonuncu 1.310 rakımlı tepe, topçu ateşimizin tesirinden uzaktaydı. Orada taarruzlarımız tekerlek geçmediği için sadece dağ toplarıyla desteklenmek zorundaydı. Onun için bu tepenin ele geçirilmesi diğerlerinden biraz daha uzun sürdü.

Bu nokta, o kadar çok önemlidir ki: düşman, bütün kuvvetiyle ve bütün araçlarıyla orasını elde tutmaya çalışıyordu. Tınaztepe mevziinin batısında taarruz eden birliklerimiz de bazı önemli noktalara ve mevzilere dâhil olmuşlardı.

Bu taarruz gününde, en sol cenahta bir tümenimiz -57. Tümen- taarruzlarını sürdürürken tevcih kuvvetlerini biraz bir diğerinden uzakça bulundurmuştu. Bu itibarla düşman üzerinde etkili bir baskı yapamıyordu. O tümenin kumandanı Reşat [Çiğiltepe] Bey namında bir zâttı. Bu zâtı çok eskiden tanıyorum. [1916 yılında] Muş’ta [onunla] beraber [Ruslara karşı] çarpışmış, Suriye’de [de 1918 yılında İngilizlere karşı bir] çok muharebeler yapmıştık. Çok kıymetli bir askerdi, şahsen bana çok muhabbeti ve güveni vardı. Telefonla sordum: “Niçin hedefinizi ele geçiremediniz?” dedim. Cevaben dedi ki, “Yarım saat sonra bu hedeflere ulaşacağız.” Oysa maalesef yarım saatte bu hedefler ele geçirilememişti. Tekrar sorduğum zaman telefonda Reşat Bey’in son bir veda mektubu okudular, orada diyordu ki: “Yarım saat zarfında size o mevzileri almak için söz verdiğim hâlde, sözümü yapamamış olduğumdan dolayı yaşayamam.”

Bu örneği, Reşat Bey’in o hareketini takdir etmek için söylemiyorum. Tabii öyle bir muamele ve öyle bir hareket bizce kabul edilebilir değildir. Sadece ordumuzda subaylarının, kumandanların kendilerine verilen vazifeyi ifâda gösterdiği iştiyak ve namus duygusunu göstermek isterim.

Gerçekten ordumuzdaki subaylar ve aslî komuta heyeti bir diğerine karşı böyle bir muhabbetle, hürmetle, emniyet ve itimatla bağlıdır ve üstten aldıkları emri de bir namus addederek ifâ ederler.

Efendiler!

Düşman, yakın takviye birliklerini birinci hatta kaydırdı ve Balmahmut üzerinden ve Afyon’dan da bazı takviye birlikleri getirmiş, ayrıca otomobillerle nakledilebilen toplar getirmiş ve bizim elimize geçen noktaları tekrar ele geçirmek için karşı taarruza geçmişti. Tınaztepe’nin batısında elde edilmiş olan mevzilerin hemen hemen çoğu düşman tarafından ele geçirildi ve Tınaztepe üzerine yönelttiği taarruzlar da başlangıçta askerlerimizin çok fazla direnmesi ve özellikle Belentepe’ye giren kuvvetlerimizin yandan, piyade ve topçu ateşleri sayesinde bir an için başarılarak durdurulabildi. Fakat düşman tekrar takviye birlikleri alınca akşam üzeri Tınaztepe büyük ölçüde tekrar düşmanın eline geçti ve 1.310 rakımlı tepe [ise] direnişi sebatla sürdürdü. Aynı zamanda düşman, Kaleciksivrisi ile Akarçay arasında Afyon güneyinde, bir karşı taarruz hazırlığına kalkıştı zannedilebilirdi. Gerçekten [düşman] orada bazı kuvvetler topladı ve bütün bu cephe üzerinde Işıklar istikâmetinden gayet yoğun bir topçu hazırlığına başladı. Düşmanın böyle bir hareketi çok mâkul ve çok muhtemeldi. O kadar muhtemel idi ki biz bu harekâta başlamadan önce düşmanın bizim üzerimizde yapabileceği en etkili bir hareket olarak bunu varsaymıştık.

Doğrusu düşman, böyle [Afyon]Karahisar’dan Akşehir genel istikâmetine yapılan bir taarruzda başarılı olduğu takdirde aslî kuvvetimiz batıda  kalmış ve diğer kuvvetlerden ayrılmış olacaktı. Düşmanın bu kadar çok önemli olan teşebbüsünü daha önceden düşünmüş olduğumuzdan başarısızlığa sürüklenmemek için, gereken her türlü tedbir de alınmıştı.

Bu nedenle düşmanın bu teşebbüsü bizi ürkütmedi. Yine de bu cephe üzerine ve bütün cephe üzerine yönelen askerlerimizin şiddetli ve kahramanca taarruzları, düşmanın bu harekete girişmesini engellemesi sonucu düşman böyle bir şey yapmaya cesaret edemedi.

Tınaztepe’de düşman tamamen hâkim olduktan sonra orada bulunan kuvvetlerden ismini saygıyla ve takdirle yâd etmek istediğim 57. Alay, düşmana ateş etmeye gerek görmeksizin süngüsünü taktı ve düşman cephesine girdi. Bunun sonucu olarak çok derin ve sağlam savunma mevzilerine sahip olan Tınaztepe geceleyin tamamen baştan elimize geçti.

26 Ağustos akşamına kadar bu cephe üzerinde cereyan eden olaylar bundan ibarettir. Yani Akarçay’dan Tınaztepe’ye kadar uzayan mevziler üzerinde Kaleciksivrisi, Belentepe ve Tınaztepe elimize geçmişti.

Oradan sonraki mevzilere kuvvetlerimiz [henüz] dâhil olamamışlardı. Bunun batısında faaliyet icra edecek olan süvari kolordumuz, bildiğiniz gibi Afyon’un batısındaki Çayhisar’a kadar geldi. Daha ileriye çok kuvvet geçirilmesine henüz zaman pek elvermiyordu. Fakat süvari birliklerimizin burada görünmesi derhâl düşmanın dikkatini çekmiş ve düşman buna karşı Ayvalı-Karka hattının kuzeyinden güneye doğru, batıya yönelik bir cephe almağa mecbur olmuştur. Harita üzerinde vaziyet değerlendirildiği zaman kolaylıkla görülecektir ki, bu durum, düşman kuşatmasının başlangıcıdır. [Böylece] Düşman, doğuya ve güneye yöneldiği gibi İzmir’e karşı, batıda da bir cephe almağa mecbur edilmişti. Bu vaziyetle düşman kendi kendini bir kale içerisine koymuştu.

Diğer cephelerde, Afyon’un doğusundaki düşman mevzilerine de kuvvetlerimiz taarruz etmiş ve orada bulunan düşman kuvvetlerinin, güneye gelip oradaki düşman kuvvetlerine yardım etmelerini engellemeyi başarmıştır. Onun daha kuzeyinde düşman için fevkâlâde öneme sahip olan Kazuçuran adında kuvvetli bir savunma mevzii vardı. Oraya bizim bir tümenimiz taarruz ederek ele geçirmiştir. Fakat düşman bu noktaya çok önem verdiğinden birliklerini tekrar takviye ederek karşı taarruz yapmış ve bizim tümeni oradan püskürtmüştür. Fakat aynı tümenimiz tekrar şiddetle taarruz ederek aynı mevzii tekrar zapt etmiştir. Bunun daha kuzeyinde hareket eden bir süvari tümenimiz mevcut olup bu da Döğer genel istikâmetinde ilerlemiş, her önüne gelen düşman birliklerine taarruz etmiş ve bu sayede Döğer civarında bulunan üç tümen ihtiyat kuvveti yerinden kıpırdayamamıştır. Bunun daha kuzeyinde Seyitgazi’ye yakın Hüsrevpaşa mıntıkası vardır. O mıntıkada bulunan düşman kuvvetlerine taarruz eden birliklerimiz ile Eskişehir doğu cephesine taarruz eden birliklerimiz düşmanın üç tümenini tespite muvaffak olmuştur. Bu kuvvetlerimiz oradaki düşmana nazaran dörtte bir nispetindeydi.

Kocaeli Grubunda da taarruz başlamıştı. Birliklerimiz verilen vazifeyi başarıyla ifâ ediyorlardı. Menderes havâlisindeki bütün birlikler de verilen vazifeyi başarıyla yapıyorlardı. Orada bir süvari tümenimiz Uşak’ın batısına kadar ilerleyerek düşman ulaşım hatlarını kat etmeye başlıyordu. 26 Ağustos akşamı vaziyet bu idi. Eğer incelenecek olursa bu netice memnuniyet vericiydi ve Başkumandanlıkça da memnuniyet verici olarak  görüldü… Çünkü kuzeyde ve Menderes’te düşman kuvvetlerini, tam düşündüğümüz gibi bulunduğu yerlerde tespit ettik ve sonra Afyonkarahisar batısındaki çok müstahkem bir hattın da en önemli savunma mevzilerinden üç yer elimize geçti.

27 Ağustos için yapılacak yeni bir şey yoktu. Birlikler daha önce almış oldukları hedeflere bir an önce ulaşmak için, taaruzlarına devam edecekti. Nitekim öyle oldu. 27 Ağustos sabahı 1.310 rakımlı tepeye karşı doğrudan doğruya 4. Kolordu Kumandanı Kemalettin (Sami Gökçen) Bey’in [6] komutasında gayet başarılı bir taarruz yapıldı ve bunun sonucu 1.310 rakımlı Erkmentepe düşmandan alındı ve buradaki düşman mağlup ve perişan bir şekilde kuzeye ve kuzeybatıya doğru atıldı. Böylece Kaleciksivrisi’nden Tınaztepe’ye kadar olan iki kilometrelik bir gedik açılmış bulunuyordu. Düşman cephesi burada yarılmıştır. Bunun ardından, bu gedikten geçerek, düşmanı[n peşini] bırakmamak ve tekrar taarruz etmek üzere hareket edildi. Aynı zamanda diğer düşman mevzilerine karşı da yöneltilmiş olan taarruzlar yenilenmiş ve bu netice ile artık düşman tarafından, savunma hatlarının emniyetle muhafaza edilmemesi durumu meydana gelmiştir. Gerçi biraz sonra bir diğerinin ardından Tınaztepe’nin batısında bulunan mevziler de birer birer sükût  etmeğe başlamış, Kaleciksivrisi cephesi de sükût etmiti. Gerek bu vaziyetten gerek Afyonkarahisar’ın doğusuna yöneltilen taarruzların etkisinden dolayı orada bulunan düşman tümenleri bile mevzilerini terk ederek, batıya ve kuzeybatıya  doğru çekilmeye mecbur olmuşlardı. 27 Ağustos günü öğleden sonra saat beşte 8. Tümenimiz muzafferen Afyonkarahisarı’na girdi. Burada 20-22 kadar [düşmanın geride bıraktığı] muhtelif cins top [ganimet olarak] alınmıştır. [Afyon]Karahisar’da da belki, henüz kesin hesabı bitmemiş olan mühimmat, silah ve ağır malzeme ele geçirilmiştir. Ancak düşman, [Afyon]Karahisar’da ve ondan sonra her yerde yaptığı gibi, geri çekilirken şehri ateşe vermişti. Birliklerimizin hızla yetişmesi sayesinde yangının yayılmasına meydan verilmemiş ve yanmaya devam yerler de söndürülmüştür. O gün, düşman, önemli savunma mevzilerinden atılmış ve artık meydan muharebesine mecbur edilmişti.

27 Ağustos akşamı vaziyeti şöyle değerlendirdik: Düşmanın Eskişehir grubu (Tümgeneral Ptros Sumilas komutasındaki Yunan 2. Kolordusu) henüz yerinde olup Döğer’deki düşmanın ihtiyat tümenleri henüz tamamen kullanılmamıştı. Diğer cephedeki [Eskişehir bölgesindeki] düşmanın [bu kuvveti tamamen duruyordu. O hâlde Afyon bölgesinde mağlup ettiğimiz düşmanın (Tümgeneral Trikupis komutasındaki Yunan 1. Kolordusunun) kuvveti dört-beş tümenden ibaretti.

Bundan dolayı düşman tekrar sol cenahını Eskişehir’e dayamıştı. Onun güneyinde Döğer ve daha güneye ininiz; Resulbaba sırtları vardır. Oradan batıya gidiniz, burada Dumlupınar mevzileri var; daha sonra Toklusivrisi mevzileri vardır ki düşman bu hat üzerinde çekilen kuvvetleriyle tekrar savunma yapabilirdi. Zaten bu mevzilerde daha önce inşâ ve hazır edilmiş ve tel örgülerle takviye olunmuş hemen hemen Afyon doğusunda ve güneyindeki tahkimata benzer kuvvetli tahkimatı vardı. Bu nedenle düşman için en mâkul ve muhtemel olan hareket [tarzı] bu idi. Bundan dolayı, düşmanı bu mevzide de mağlup etmek için, güneyde bulunan 1. Ordu, düşmanı sol cenahından kuşatarak İzmir’e gitmesini engelleyecek şekilde taarruza devam edecekti. 2. Ordu, kuzeyden düşmanı kavrayarak, kuzeye, Kütahya üzerine gitmesine engel olacak şekilde taarruz edecekti. Artık ileriye geçmiş olan [5.] Süvari Kolordumuz da düşman kuvvetinin [Yunan 1. Kolordusunun – Yunan Afyon Grubunun] tamamen arkasında faaliyet icrâ edecekti. O gece düşündüklerimizi ertesi gün Allah’ın yardımıyla ve tamamen düşündüğümüz gibi noktası noktasına uygulamak nasip oldu.

1. Ordu birlikleri kuzeye hareketinde, düşmana birçok yerlerde karşılaştı ve her karşılaştığı yerde çok kanlı muharebeler gerçekleşti. Mesela: Balmahmut kuzeydoğusunda Köprülü vardır; bir tümenimiz, düşmanın orada bir tümenini yakalamıştı. Gayet seri bir hareket edilmesi sponucu, düşman tümeni mağlup edilerek, bütün silahları ve otomobilleri ile taşınan üç ağır topunu terke mecbur edildi ve perişan bir şekilde Cankuyusu istikâmetinde geri çekildi. Ondan sonra, Balmahmut istasyonunda yine bir tümenimiz, düşmanın bir tümeniyle muharebe ederek onu mağlup etmiş, kuzeye atmış, ondan sonra Oğlanmezarı, Başkilise, Kumari Çiftliği, Akçaşehir, Bakırcık, Tazılar güneybatısı ve Toklusivrisi’nde düşmanla temas gerçekleşti ve buralarda ciddî ve önemli muharebeler olmuş ve fakat bazı düşman tümenleri direnmesine rağmen sonunda mağlup edilerek kuzeye atılmıştı. Sadece Toklusivrisi’nde bulunan düşman direnmeyi sürdürüyordu.

2. Ordu da cephede batıya doğru yürüyüşüne devam ediyor ve düşmanla muharebe etmek üzere temas arıyordu.

Bütün bu muharebeler olurken, süvarilerimiz tamamen düşman birliklerinin gerilerinde olmak üzere hareket ediyordu. Mesela: Olucak’ta ve Başkilise’de bazen piyade gibi ateş muharebesi yapmış ve fakat çoğu kılıcını çekerek dörtnala düşman safları içerisine girmişti.

Arkadaşlar!

Süvarilerimizin burada gösterdiği kahramanlık, düşünülenin üzerinde ve tasviri de de mümkün değildir. Henüz muharebeye girmiş yeni düşman tümenlerini görür görmez süvarilerimiz tahammül edemiyorlardı, bunları tutmaya imkân yoktu ve derhâl kılıcını çekiyor ve düşmanın içerisine dalıyorlardı ve hakikaten bu kahramanlık sayesinde batıya çekilmek isteyen düşman birlikleri durmağa ve vaziyet almağa mecbur edilmiş ve o esnada bir taraftan piyadelerimiz ve topçularımız yetişmiş ve düşmanı tekrar muharebeye mecbur etmiştik. 28 Ağustos günü, bu dediğim muhtelif muharebelerle geçmişti.

Bunun neticesinde yani 28 [Ağustos] akşamı biz vaziyeti şöyle değerlendirdik: Artık düşmanın bu pek müsait olan mevzide savunmadan ziyâde arka yollardan saparak, Dumlupınar mevziine gitmesi ya da oradan Uşak mevzilerini tutmak istemesi gerekir.

Arkadaşlar, burada düşmanın 4., 5., 9., 12., 13., 1. ve 7. Tümenleri vardı; yani toplam olarak yedi tümeni vardı.

Bu meydan muharebesi esnasında, sadece 1. ve 7. Yunan Tümenleri mağlup bir hâlde, Dumlupınar batısına çekilebilmişlerdi. Diğer beş tümeni bu dediğim çerçevenin içerisinde kaldı. Dumlupınar’a geçen bu iki tümen, henüz düşmanın batıda taze bir hâlde bulunan 2. [Yunan] Tümeni ile birleşti ve bir kuvvet oldu.

Bundan dolayı artık yapılacak şey, düşman kuvvetlerinin büyük kısmının İzmir’e çekilmekten, kuzeye ve hiçbir yere gitmesini engellemek gerekirdi. Bunun için, verilen emre göre, 1. Ordu artık tüm birlikleriyle batıya yönelecek, düşmandan önce Dumlupınar mevzilerini tutacak ve batıya çekilmek isteyen düşmana taarruz edecekti. 2. Ordu da kuzeyden aynı düşmana taarruz etmek üzere, ilerleyecek ve süvari tümenleri Muratdağı ile Kütahya, Gediz şosesi mıntıkasına toplanacak, düşmanın kuzeybatıya çekilmesine engel olmak vazifesine devam edecekti. Döğer istikâmetinde faaliyet icra etmekte olan süvari tümenimizi söylemiştim. O da Altıntaş’a gönderilmiş, diğer cephelerde, Eskişehir’de ve diğer yerlerde bütün birlikler verilen vazifenin ifasına devam edeceklerdi. Yani taarruzlarına devam ederek, düşman tespit edilecekti.

29 Ağustos’ta 1. Ordu Olucak, Hamurköy, Çalköyü, Aslıhanlar üzerinden Dumlupınar’a gitmek isteyen beş düşman tümenine temas etmiş ve güneyden taarruza başlamıştı. Dumlupınar doğusunda Kızılcaköy’den Murat Dağları üzerinde, Hasandede istikâmetine giden tümenimiz de düşmanın Aslıhanlara gelmiş olan iki tümenine tesadüf etmiş ve derhâl bu iki tümene taarruz etmişti. Bunun üzerine düşmanın Dumlupınar yolu engellenmiş oldu. 2. Ordu da artık [düşmanla] muharebe temasına gelmişti. Ağustos’un 29. günü bu harekâta devam ile geçti.

30 Ağustos’ta vaziyet şöyle idi: Artık düşmanın beş tümeninin Dumlupınar’a gitmesi de engellenmişti. Kütahya istikâmetinde kuzeye gitmesi de engellenmişti. Sadece kendisi için, bir kurtuluş noktası kalmıştı ki o da Muratdağı kuzeyindeki Kızıltaş deresi idi. Bu dere ve bu derenin içinde sarp patikalar vardı. Yani hareket zordu ve bunun da karşısında [5.] Süvari Kolordumuz bulunuyordu. Bundan dolayı düşmanın beş tümeni artık tamamen kuşatılmıştı.

Ağustos’un otuzuncu günü bu kuşatma harekâtını kesin bir sonuç ile tamamlamış olmak için, muharebeleri yakından izlemek, sevk ve idare etmek uygun görüldü. Bunun üzerine Genelkurmay Başkanımız [Fevzi] Paşa Hazretleri bizzat kuzeye, 2. Ordu yönüne ve süvari kolordusu nezdine gitti, ben de aynı zamanda güneyde 1. Ordu nezdine gittim. 1. Ordu karargâhında, genel durumu, gerekenlere izah ettim ve bütün birlikleri serî bir taarruza teşvik ettim ve oradan da 4. Kolordu Kumandanının (Albay Kemâlettin Sami Bey’in) yanına gittim. Vaziyet o kadar cazipti  ki daha ileriye kadar gitmekten kendimi alamadım. Çalköyü yakınında bir yere gittim. Burası düşmanın mevzi almak üzere bulunduğu bir yerdi. Oradan gözlediklerime göre; Uşak’a dönen düşman kuvvetleri doğrudan doğruya Yunan [1. Kolordu] Başkumandanı Trikopis’in emrinde olarak, Çalköy batısında Aydemir-Adatepe-Ağaçköy mevkilerinin oluşturduğu bir daire hâlinde olup arkasını da Kızıltaş deresine vermişti. 1. Ordu birlikleri de bu daireyi doğudan ve güneyden sarmış bulunuyordu, 2. Ordu kuzeyden Çalköyü, Kırkpınar ve onun daha batısından sarmış bulunuyor ve süvarilerimize de oradan bu kuşatma hareketini yapmış olan birliklerle beraber sıkıştırma görevine emrolundu ve artık hiçbir şeyden kaçınmaya gerek kalmamıştı. Tüm topçuların mümkün olduğu kadar yakından ve hatta açık mevziden ateş etmelerini emrettim. Ve gerçekte öğleden sonra bu düşman ateşten bir daire içine alınmıştı ve gözlerimle görüyordum ki düşman şaşkınlık emâreleri gösteriyordu. Kuzeye, batıya, güneye doğru geri çekilmeye çalışıyordu. Her taraf ateşle  kapanmıştı, aynı zamanda piyadelerimiz ateş etmeye gerek görmeyerek süngülerini takarak bir an önce düşman mevzilerine girmek için taarruz ettiler.

Bu son vaziyetten iki buçuk saat sonra süngülerimiz düşman göğsüne girmiş ve mesele halledilmiş bulunuyordu. Aynı zamanda gece başlıyordu ve sanki gecenin karanlığı pek fecî olan bu manzarayı dünyanın nazarından saklamak için acele ediyordu.

Arkadaşlar, bu harp cephesini ertesi günü gezdiğim zaman üzüntüden kendimi alamadım. Bir asker için ve herhangi bir asker için, bu vaziyet üzüntü sebebidir. Fakat Allah’ın bunlara bunu mukadder etmiş olmasına göre; burada bu vaziyete girenler asker değildir. Bunlar her hâlde câniler ve katillerdir.

Artık düşmanın beş tümeni, tabii pek çok zâyiâta uğradıktan sonra kalanları teslim olmaya başlamıştı. Bu durum birkaç gün devam etmiş ve sonunda şuraya buraya başvurup kurtulmak imkânını bulamayan [Yunan 1. Kolordusu] Başkumandan[ı] Trikopis de kılıç artıkları  ile birlikte teslim olacak adam arıyordu. Tesadüfen  oralarda bir istihkâm teğmenimiz vardı. Ona haber göndermiş, teğmen efendi “buyursun” demiş ve derhâl atına binmiş birkaç neferle beraber, dereye inmiş orada harp düzeninde safta bekleyen ordu bakiyesini görmüştür. Bunlar, derhâl generalleri ve subayları ve askerleri ile beraber bu subayımızı selamladılar ve teslim oldular.

Arkadaşlar!

Bu muharebe, bu son safha cereyan ederken; kuzeyden Eskişehir, Seyitgazi tarafından bir düşman tümeninin güneye doğru gelmekte olduğunu gördük, bu durum o kadar heyecan verici ve müthiş idi ki bu tümenin görülmesi bizi biraz heveslendirdi ve derhâl gelmesini temenni ettik. Ancak bu tümen durumu anlamış olacak ki, istikâmetini değiştirerek kayboldu. Sonra anladık ki, bu tümen Kütahya istikâmetine gitmiş ve fakat sonra da anladık ki oradan Gediz istikâmetine yönelmiş, çünkü her tarafta askerlerimize tesadüf eylemiş ve askerlerimizin taarruzuna maruz kalmıştır. Biraz orada ve biraz burada mağlup olduktan sonra Gediz istikâmetine gelmiş ve birliklerimiz tarafından yakalanarak, bertaraf edilmiştir. Bu birlik, düşmanın 15. Tümeniydi. 30 Ağustos günü Toklusivrisi’nde bulunan düşman, oraya taarruz eden birliklerimiz tarafından  çıkarılmış, Toklusivrisi ve onun civarında ve batısındaki mevziler elimize geçmişti. Fakat biraz önce izah ettiğim gibi, düşmanın o civarda bulunan 2. Tümeni batıya çekilebilen 1. ve 7. Yunan Tümenleri ile de birleşerek, tekrar karşı taarruza geçmiştir. Orada zayıf bulduğu birliklerimizi biraz da geri sürmüştü. Fakat buradaki birliklerimiz takviye edilerek, ertesi gün bu üç düşman tümeni tekrar mağlup edilmiş ve Uşak istikâmetine atılmıştır. [Bu gelişmelerle eşzamanlı olarak düşmanın] Eskişehir’de de geri çekilme emâreleri görünmeye başlamıştı.

Bundan dolayı 31 Ağustos sabahı durum şöyle değerlendirildi: Düşmanın burada beş tümeni imhâ veya esir edildiği gibi, düşmanın mağlup üç tümeni İzmir genel istikâmetinde geri çekiliyor, Eskişehir’deki düşman grubu bir tümeni ayrılmış olduğu hâlde, geri çekilme emâreleri gösteriyordu. Bu nedenle meydan muharebesi sona ermişti. Gerçekte, 26 Ağustos sabahı başlayan ve beş gün beş gece devam eden Afyonkarahisar ve Dumlupınar Meydan Muharebesi son bulmuş ve düşman aslî kuvvetleri imha edilmişti.

Arkadaşlar!

Bu meydan muharebesi esnasında topçularımızın, piyadelerimizin, süvarilerimizin, makineli tüfeklerimizin, pilotlarımızın ve her sınıf askerlerimizin gösterdikleri gayret ve kahramanlık her türlü takdirlerin üzerinde olup özellikle askerlerimizin Yunan ordusunun kalb ve vicdanına verdiği dehşet büyük öneme sahiptir. O korku ve dehşet buradaki mahvolmuş ve hezimete uğramış olan birliklerden başka bütün Yunan ordusuna sirâyet etmiş bulunuyordu. [Dumlupınar Meydan Muharebesi] Sonra[sın]ki harekât [da] bunun kesin şâhidi olmuştur.

Sonuç olarak arkadaşlar, Yunan ordusunun vicdanında, fikrinde meydana gelen olan bu korku ve endişe bütün Yunan milletine intikal etmişti. O kadar ki, adalarda bulunan Yunanlar, “Türk ordusu geliyor” diye kaçmaya yelteniyorlardı. Arada deniz olduğunu unutuyorlardı ve firar edemediğinden ve firar edemeyeceğini anladığından dolayı cinnet geçirenler vardı. Bundan dolayı bu meydan muharebesi gerçekten düşmanlarımız için çok kahredici ve korku ve endişe verici olmuştur. Bu muharebenin neticesi, Yunanların ve Rumların kalbini sindirmiştir. Bundan dolayı bu muharebeye Rum Sındığı Meydan Muharebesi demek çok uygun olur. Böylece Afyonkarahisar’dan İzmir’e kadar dört yüz küsur kilometrelik mesafe, değişik meydan muharebeleri de dâhil olduğu hâlde, ordularımız tarafından on beş günde kat edilmiş ve millî ordunun bu müstesnâ kudret ve hareketi özellikle hatırlanmaya değer bulunmuştur.

[Dumlupınar] Meydan Muharebesi’nin bitmesinden sonra vaziyeti şöyle değerlendirdik: Düşmanın İzmir istikâmetinde çekilebilen üç tümeni vardı. 1., 2. ve 7. Tümenler… Eskişehir’de ve Kocaeli Grubumuzun karşısında üç, dört tümen kadar vardı. Bu tümenlerin süratle çekilmesi ve Mudanya’dan vapurlara bindirilip İzmir’e götürülmeleri pek mümkün ve muhtemeldi. Düşman için en doğru hareket buydu. Trakya’da ve şurada, burada bulunan kuvvetlerden de derhâl İzmir’e getirmek mümkündü.

Şöyle-böyle düşman belki bu suretle sekiz-on tümeni İzmir’in doğusunda toplayabilirdi ve İzmir’in doğusunda da gerçekten dar, sarp ve kuvvetli arazi vardı. Bu kuvvetlerle böyle bir mevzii savunabilir ve böyle yapmaları gerekirdi.

Akıl ve öngörünün gerektirdiği bu şeyi Yunanların yapacağını da kabul etmek gerekirdi ve artık ordularımızı bu bakış açısına göre sevk ve idare ediyorduk. Yani 1. ve 2. Ordular, aslî kuvvetleriyle ve [5.] Süvari Kolordusu [da] durmaksızın İzmir’e kadar takip harekâtına devam edecek, düşmanın durmasına ve tertibât almasına vakit bırakmayacaktı ve bu harekât, bütün ordu ile ve bütün ağır topçusuyla ve bütün araçlarıyla birlikte yapılacaktı.

Ordu, düşmana her nerede ve herhangi bir yerde tesadüf ederse, mutlaka ve derhâl vuracak ve mağlup edecekti. Ordu, bu emre göre yürüdü. Diğer taraftan da Eskişehir’den ve Kocaeli Grubumuzun karşısından kurtulmuş olan düşmanın dahi geri çekilmesini imhâya dönüştürmek arzu ediliyordu. Bunun için zaten Eskişehir’den taarruz ve düşmanı takip eden kuvvetlerimizi, Kütahya üzerinden gönderdiğimiz süvari ve piyade kuvvetleriyle takviye ettik. Bu kuvvetler; doğrudan doğruya İnönü’ne yöneldi ve ve aslında, orada, Eskişehir’den çekilen düşmanla temas etmiş, gerçekleşen muharebede düşman mağlup olmuş ve Bursa genel istikâmetinde geri çekilmeye başlamıştı.

Daha kuzeyde de anılmaya değer bir hareket mevcut olup Kocaeli Grubu Kumandanı [Albay Halit (Karsıalan) Bey], bizzat idare etmek üzere tertip ettiği bir müfreze ile Gemlik, İznik arasındaki dar ve çok kuvvetli düşman mevziine atılmış ve bu mevziiyi parçalamıştı. [Bu durum ise] Doğrudan doğruya Eskişehir’den çekilen düşman kuvvetlerinin geri çekilme hattı üzerinde en önemli ve ve kesin tesiri icra etmişti. Bu harekâta karşı Eskişehir istikâmetinden gelen düşman, çekilmekten başka bir şey düşünmüyordu. Sadece çekilirken büsbütün mahvolmamak üzere şurada, burada bilhassa Keşişdağı ile İznik Gölü arasında, yıllardan beri mevcut olan ve her yıl biraz daha takviye ettiği mevzilerine çekilmiş, orada durmuş ve Gemlik ile İznik arasındaki cepheyi derhâl takviye etmişti.

Arkadaşlar!

Birçok detayla  sizi yormamak için İzmir istikâmetindeki genel taarruzun bütün detayını söylemeyeceğim. Sadece düşman; Dumlupınar’dan sonra Uşak istikâmetinde, Alaşehir’de, Salihli ve Ahmetli’de ve Kasaba’da ve en nihâyet İzmir’in doğusunda Nif’te durmaya teşebbüs ederken, bir taraftan da İzmir’e dışarıdan birlikler getiriliyordu. Fakat her durma teşebbüsü, arz ettiğim tertibatımız sayesinde, devam eden taarruzumuzla karşılanmış, düşman her durma teşebbüsünde, bir kez daha mağlup edilerek, [planlı geri] çekilmesi engellenmiştir. Yani düşman ordusu [planlı bir şekilde geri] çekilememiştir.

Arkadaşlar!

Muharebeyi kabul eden düşman birlikleri sağa-sola dağılmıştır; [Düşman kuvvetlerinden planlı bir işekilde geri] Çekilen birlik yoktur, sadece birtakım firariler vardır. Nihayet, ordularımız 9 Eylül’de İzmir’e yaklaşmış ve o gün öğleden önce saat onda süvari ve piyadelerimiz aynı zamanda İzmir’e girmiştir. Biz bu manzarayı İzmir’in doğusunda bir Belkahve vardır, belki içinizde bilenler bulunur, oradan İzmir Körfezi’nin yüzeyine yansıyan bir resim hâlinde seyrediyorduk. Ertesi gün doğrudan doğruya İzmir’e girdik ve hükûmet konağına yerleştik.

Diğer taraftan Bursa istikâmetinde çekilen ve Keşişdağı ile İznik arasında tutunmak isteyen düşman da mağlup edilmiş ve Bursa istikâmetinde takip edilmiştir. Orada da 9 Eylül akşamı, Bursa doğusunda savunma yapmak isteyen düşman artçıları da atıldıktan sonra birliklerimiz  Bursa’ya girmiş bulunuyordu. Burada iki bağımsız piyade alayıyla takviye edilmiş ve mağlup olan durumdaki 11. Yunan Tümeni,  bir de 10. ve 3. Yunan Tümenleri  vardı. Biraz önce arz ettiğim gibi düşmanın kuzey grubuna (Yunan 2. Kolordusuna) mensup 15. Tümeni aşağıda, Gediz (Kütahya) havâlisinde perişan olmuştu.

İzmir’e girdikten birkaç saat sonra, yeni bir faaliyetin temasına girdiğimizi anladık. Gerçekten Menderes civarındaki iki alay kadar düşman birliği, İzmir’in akıbetinden habersiz olacaklar ki Seydiköyü üzerinden güneyden İzmir’e geliyorlardı. Bunun arkasından da bizim 3. Süvari Tümenimiz takip ediyordu. Nihayet İzmir’in civar mahâllelerine girdikten sonra bizim orada olduğumuzu haber almış ve derhâl karşılamak için gönderilen piyade ve süvari birliklerimizle kısa bir muharebenin ardından bu iki alay olduğu gibi teslim olmayı tercih etmişti. 

Biraz önce de arz ettiğim gibi kıta hâlinde çekilen düşman yoktur, sadece firar eden düşman askerleri vardır. Firariler İzmir’e geldikleri vakit oradaki vapurlar-vapurun içerisindekilerin heyecanı ile olacaktır ki- durmaya gerek görmeyerek çekilip gitmişlerdir. Bundan bu zavallılar Urla yarımadasına yönelmeye mecbur olmuşlar ve bunun için de Urla’yı ve Çeşme’yi [düşmandan firarîlerinden] temizlemek üzere bazı birlikleri görevlendirildik. Çekilen bu perişan [hâldeki] Yunan kılıç artıklarının, denizden Yunan donanması tarafından himâye edilmesi üzerine bazı yerlerde durur gibi oldular, bunlar tekrar parçalanarak, nihayet 16 Eylül’de bu istikâmette en son Yunan firarileri, Yunan neferleri kendilerini ya denize ya vapura veya sandala atmak suretiyle memleketimizden çekilmiş oldular.

Kuzeydeki harekât ise şu şekilde gelişiyordu: 9-10 Eylül’den sonra düşman doğrudan doğruya Bursa üzerinden takibat harekâtında bulunan birliklerimizle baskılanıyordu. İznik Gölünün batısında Mudanya istikâmetinde yürüyen kuvvetlerimiz düşmanın orada bulunan 11. Tümeni ile 55. ve 47. Bağımsız Piyade Alaylarına temas etmişti. Bu düşman, vapurlara binmenin mümkün olmadığına kani olacak ki başında tümen kumandanı olduğu hâlde 202 subay ve 6.000 asker ve tüm bataryaları ve bütün depolarıyla beraber teslim olmuştu. Ondan sonra birliklerimiz, kurtulabilen 3. ve 10. Yunan Tümenlerinin peşine düşmüş ve Bandırma istikâmetinde takip etmişti. Bu taarruzumuzu durdurmak etmek için [bahse konu Yunan tümenleri] önce Bandırma doğusunda teşebbüs ettiği savunmayı başaramamış, mağlup olmuş ve büyük zayiat vermişti. Sonunda [Bandırma kuzeyindeki] Kapıdağ yarımadasının içine girmekle kendilerini kurtaracaklarını zannetmişti. Bununla beraber takip harekâtımız sonucunda pek azı bunu başarabilmişti. Ayın on sekizinde bu tümenlerden sadece iki piyade alayı oradaki vapurlara binebilmiştir. O hâlde düşmanın 3., 10. ve 11. [Yunan] Tümenlerinin de akıbeti anlaşılıyordu. 15. [Yunan] Tümenin akıbetini gördük, diğer beş tümenin mâcerâsını da gördük; diğer üç tümeninkini de gördük. Arkadaşlar, bunları toplarsanız, on iki eder. Zaten Anadolu’da bulunan Yunan tümenlerinin adedi de on ikiden ibarettir.

[Zamanınızı almamak için]  Harekâtın ayrıntı ve detaylarını göz ardı ettim, fakat bir şeyi tekrar etmek gerekir. O da şudur: Bu düşman çekilirken, uğradığı her yeri yakmış, yıkmış ve âciz, savunmasız halkı, kadın ve çocukları öldürmüş ve yakmıştır. Bu müthiş faciâyı en yüksek lânet ve nefretle belirtmek gerekir.

Arkadaşlar!

Biz, bu harekâtı, sonucunu tamamen bilerek yaptık, bütün bunlar belki bütün dünyaya hayret verecek mâhiyettedir. Bu nedenle ordumuzun kudretini anlamayan veya anlamaktan âciz olanlar bu muazzam eseri bir tesadüf eseri gibi göstermek istiyorlar. Fakat hiçbir zaman öyle değildir. Harekât bütün detaylarına kadar tamamen düşünülmüş, tespit edilmiş, hazırlanmış ihzar, idare edilmiş ve sonuçlandırılmıştır.  

Düşman ordusu, taarruzumuz karşısında, bu felâkete mâruz kalmamak için ne yapmak lazım gelirse hepsini yapmaktan geri durmamıştır. Gerçekten ordumuzun öyle hareket edeceğine ve böyle kahredici bir netice alacağına benim kanaatim vardı. Yüksek bir saygı ve yüceltmeyle belirtemek mecburiyetindeyim ki, doğrudan doğruya askerî harekât ile ilgili ve bunu hazırlama ve idareye memur olan her üç zât da benimle tamamen hem fikirdeydiler. Belirtmek mecburiyetindeyim ki aynı kuvvet ve kanaatle bana katılan bu zevattan birisi muhterem Genelkurmay Başkanı  Fevzi Paşa Hazretleridir. Diğeri Garp Cephesi Kumandanı İsmet Paşa ve üçüncüsü de Millî Müdâfaa Vekili Kâzım [Özalp] Paşa [5]  hazretleridir.

Ordu kumandanları, paşalar hazretleri ile kolordu ve tümen kumandanları harekâtı büyük bir cesaret ve mahâretle idare etmişler ve diğer bütün birlik kumandanları da gıptaya ve özgüye değer bir fedâkarlık hissiyle  vazifelerinin  ifâ etmişlerdir.

Bu harekete başlamadan evvel, yani en son gün, başta bulunan zevatla birbirimize dedik ki: Taarruz edeceğiz, aralıksız takip edeceğiz ve düşmanı imhâ ederek, sonunda mutlaka muvaffak olacağız.

Bu kanaate sahip olmayanlar da vardı. Arkadaşlar, bu kanaate sahip olmayanlar değil; ordumuzun yerinden kımıldayamayacağı ve taarruz kabiliyetinden mahrum olduğu sanısına kapılan bazı kimseler de vardı, belki de bu sanı ve bu sözlerin telaffuz edilmiş olması düşmanlarımızı çok ümitlendirdi. Belki de isâbet oldu. Fakat bugün gerçekleşen sonucun tarihimize kuvvetle şeref verici olmasına delâlet etmiş olduklarından dolayı onlara da ayrıca teşekkür etmek gerekir.

Arkadaşlar!

Biraz önce de arz ettiğim gibi, [Büyük Taarruz öncesinde Batılı ülkeler nezdinde Yunanların ülkemizi boşaltmaları konusunda sonuç alamadığımız] siyasî girişimlerimizde son noktaya geldiğimize kânî olduktan sonra bu harekâta [Büyük Taarruz’a) başladık. İzmir’e kurtarmamızın ardından ordu tekrar siyasete temas etti. Arzu buyurursanız -tabii esası Dışişleri Bakanlığına ait meselelerdendir- sadece orduya temas eden noktayı izah edeyim. İzmir’e girdiğimiz zaman orada bir İngiliz amiralinin kumandasında olan bir İtilaf donanması vardı. Bunlar benimle temasa gelmediler ve gelmek de istemediler. Sadece orada bulunan 1. Kolordu Kumandanı [Mirliva İzzettin (Çalışlar) Paşa] ile temas etmiş olup bu temaslarının içeriği de şu idi: İzmir’de bunların doğal tebaaları vardı. Onlar hakkında bir güvenlik sağlamak istiyorlardı. Ancak İngiliz amiralinin 1. Ordu Kumandanı’yla yaptığı mülakat belki [İngilizler ile] siyasî ilişkinin başlangıcı olarak anlaşılabilir. Bu amiral, 1. Ordu Kumandanı’na şu soruyu sormuştur: “Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmeti’nin, İngiltere Hükûmeti’ne karşı vaziyeti nedir? Yani harp hâlinde mi mi? Barış hâlinde mi kabul ediliyor?” Bunun üzerine kumandanımız [İzzettin Paşa] da şu şekilde karşılık vermiştir: “Bu soruya cevap verebilmek için önce; Büyük Britanya Hükûmeti’nin Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmeti hakkında vaziyeti nedir? Bizimle barış hâlinde mi yoksa harp hâlinde midir?” Amiral “Siyasî ilişkilerin mevcut olmadığını ve bunun iadesi lazım geldiğini” söylemiş, kumandanımız [İzzettin Paşa] da “Evet; siyasî ilişkilerin arzu edildiğini, fakat bunun iadesi için özel şeklin bulunduğunu -yani formalite- ve bunların ise ancak iki hükûmet arasında yapılabileceğini” söylemiştir. İyi niyetle gerçekleşmiş olan bu görüşme sonucunda fiilen harp hâlinde olmadığımız fikri, [İngiltere] tarafınca kabul edilmiş oluyor. Fakat onun ardından  orada bulunan ve vaktiyle konsolos olan bir İngiliz, beni görmek istemişti. Elbette konsolosların işlemleriyle veya konsolos gibi vazife yaptığını iddia edenler ile orada vazife yapan valimiz görüşebilirdi. Fakat bu zât mutlaka beni görmek istemişti. Ben de en sonunda kabul ettim. Kendisi bazı teminat istemeğe kalkıştı ve aşırı bir şekilde bazı tekliflerde bulunuyordu. Tabii kendisini iddia ettiği gibi, tanımakta mâzurdum, zira hakkında Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından tanınmış bir muamele cârî değildi, o bütün bunlardan kırılmış ve bana dedi ki: “Siz, İngiltere Hükûmeti’ne harp mi ilan ediyorsunuz?” Siyasî ilişkiler iade edilmiş değildi ki yeniden harp ilan edilsin! Bununla beraber  bu sözlerin teâtisi bir yanlış anlama meydana getirdi. Ve bu zât bunun üzerine şuna-buna gitmiş ve özellikle amirallere de harp ilanından bahsetmiştir. Bunun ardından, İngiliz amiralinden bir mektup aldım. [İngiliz amirali bahse konu mektubunda] Diyordu ki:  “Konsolosumuzu kabul etmiş ve kendisine harbe dair sözler söylemişsiniz. Oysa 1. Ordu Kumandanı ile aramızda buna dair bir kelime ifade edilmemiştir. [Bu duruma ilişkin] Gerçek fikrinizi öğrenirsem hükûmetime bildireceğim.”

Ben [de] buna cevaben “1. Ordu Kumandanı ile amiral arasında cereyan eden konuşmaya benim de katıldığımı” söyledim. Yani aramızda siyasî ilişki yoktur ama olması ise arzu edilir. Bu fikre katıldığımı belirttim. Benim bu cevabım, İngiliz amiralince memnuniyet verici olarak görülmüş, sadece, ben onun mektubunu özel addettiğim için özel cevap vermiştim. O ise, mektubunun özel olmadığını ve İtilaf Devletleri namına olduğunu mektubumu götüren subaya söylemiş ve ilaveten demiş ki: “Bunu ilgili devletlere yazacağım, alacağım cevabı [size] bildiririm.”

Ondan sonra idi ki, [İstanbul’daki Fransız Yüksek Komiseri] General Pelle, [7]  benimle görüşmek etmek istedi ve İzmir’e geldi. General Pelle yarı resmî bir vaziyette geliyordu. Fakat tabii [ki] hükûmeti tarafından gönderilmiş olduğuna [da] şüphe yoktur. Özellikle “[Büyük Zafer sonrasında devam eden] askerî harekâtımızın, Çanakkale ve İstanbul istikâmetlerinde, kendilerince tarafsız kabul ettikleri bir bölgeye girmemesini” söyledi. Oysa şimdiye kadar Hükûmetimize tarafsız bölgeden bahsedilmemiş ve Hükûmetimizce [de] böyle bir bölge sınırı kabul edilmiş değildi. Bu itibarla ben, kendisine “Öyle bir bölgeye hakkında bilgimiz olmadığını belirterek düşmanı takip için harekâtı sürdürmeye mecbur olduğumuzu” söyledim. Bunun üzerine General Pelle; “Bay  Franklin Bouillon’dan [8]  özel bir telgraf aldığını, Bay Bouillon’un kendisinin [Gazi Paşa’nın] şahsî arkadaşı olduğunu ve o sıfatla kendisi [Gazi Paşa] ile görüşmek istediğini” bildirdi. Ben de General Pelle’ye, “[Ziyaretime gelecek olan] Bay Bouillon’u İzmir’de görebileceğimi” cevâben bildirdim. Bay Bouillon daha sonra İzmir’e eldikten sonra anlaşıldı ki, kendisi , Fransa Hükûmeti tarafından ve İngiltere ve İtalya Hükûmetleri’nin de uygun bulmasıyla benimle mülakat etmeğe gelmişti.

Bu esnada arkadaşlar yani ordularımız İstanbul ve Çanakkale üzerinden geçerek, Trakya’da da düşmanı takip etmek,  mağlup etmek ve millî sınırımızın sonuna kadar ulaşmakla meşgul iken Hükûmetimize ulaştırılmak üzere, bir sureti Dışişlerine, bir sureti de Başkumandanlığa verilen ve içeriği tabii Meclisin de bildiği nota geldi. Bu nota, esaslı olarak, iki noktayı içermekteydi. Biri, [devam eden] askerî harekâtı[mızı]n durdurulmasına yönelik yani sırf askerî harekâta aitti. Diğeri [ise] barışa, [barış] konferans[ın]a aittir. Ben, [bu notanın] sadece askerî tarafında karşılık gelen noktasına temas edeceğim. Tabii Hükûmetimiz bu notaya cevap verecektir. [Notanın] Askerî kısmında talep olunan şey, [devam eden] askerî harekâtı[mızın]n durdurulmasına aitti. Oysa biz millî sınırlarımıza kadar ülkemizin topraklarını düşmandan temizlemek zorundayız. Fakat bunu [da] mutlaka harp ve şiddet ile yapmağa heveskâr değiliz. Meclisinizin ve Hükûmetinizin bakış açısı mutlaka muharebe etmek, mutlaka kan dökmek ve millî amaçlarımızı süngü ile gerçekleştirmek değildir. Bundan dolayı 1914 sınır[lar]ımıza kadar [olan bölgede] Trakya’daki düşman birlikleri çıkarılırsa fazla bir harekât yapmağa ihtiyaç kalmaz. Boğazlar Meselesine gelince: Misak-ı Millî’mizde açıklığa kavuşturulduğu gibi Boğazların serbestîsini talep edenlerden birisi ve belki de birincisi biziz. Bundan dolayı Boğazların da serbestîsini ihlâl etmek için bir düşüncemiz mevcut değildir, işte bu düşüncelere istinaden notada bahsedilen askerî konferansı Başkumandanlık uygun görmüştür. Bu Mudanya Konferansı’nda [9]  tespit olunacak hususlar, [biraz önce de] arz ettiğim gibi Trakya’nın [Yunan kuvvetlerinden]  tahliye olunup bize devir ve teslim edilmesidir. Buna karşın biz de ordularımızı Boğazlardan uzak bulunduracağız. Bunun şekil ve detayı Başkumandanlık namına oğanüstü yetkiye sahip olarak Mudanya’da ateşkes görüşmelerine gitmiş olan Batı Cephesi Orduları Kumandanı İsmet Paşa ile diğer generaller tarafından tespit olunacaktır. Her hâlükârda Trakya’nın bir an önce [Yunan kuvvetleri tarafından] tahliye edilmesi lazımdır. Çünkü Yunanlar, Anadolu’da tahliye ettikleri yerlerde olduğu gibi orada da [halka] mezâlim yapıyorlar, katiamlar yapıyorlar ve tahribat icra ediyorlar.

Bildiğiniz gibi, son günlerde [İzmir’in kurtarılmasının ardından] Yunanistan’da ihtilâl, isyan çıkmıştır. [10] Bu ülke [bu nedenle] karmakarışıktır ve kaos vardır. Bundan dolayı [da Yunan işgâli altındaki Doğu Trakya’daki] dindaşlarımızı bir an önce kurtarmak mecburiyetindeyiz. Doğu Trakya’nın bizlere derhâl teslim edilmesi Mudanya’daki [henüz başlamış olan] mütâreke [11]  müzâkerelerin olumlu sonuçlanması adına acil bir tedbir olup bu konuda Müttefik Devletlerin de bize yardım etmesini ve bu meselenin bir karara bağlanmasını ve kolaylaştırılmasını kendilerinden rica ettik. Bu esaslar üzerine dünden [3 Ekim 1922 tarihinden] beri Mudanya’da [mütâreke için] müzâkereler gerçekleştirilmektedir. Neticesini [yakında] anlayacağız.

Arkadaşlar!

Üç yıldır yolunda çalıştığımız ulvî ve mukaddes maksat, milletin genel ve ortak gayret ve çabasıyla Allah’a çok şükür gerçekleşiyor. İstediklerimizi engelleyecek ortada hiçbir engel kalmamıştır. Detaylı olarak bahsettiğim üzere, Yunan ordusu büyük ölçüde imhâ edilmiştir. Yunan ordusunun en son neferinden dahi Anadolumuz temizlenmiştir. Kahraman askerimizin süngülerinden canlarını kurtaranlar, cihana ebediyen utanılacak bir süratle ancak firar etmişlerdir. Bu firariler, asker değil haydutlar ve canilerdir. Biraz önce de arz ettiğim gibi, [bu haydutlar ve caniler] her geçtikleri yerde savunmasız bir hâlde bulunan kadınlarımızı, çocuklarımızı ve ihtiyarlarımızı kesmişler ve yakmışlar. Mâmur hâldeki bir çok bina, yapı ve yerleşim merkezini  ateşlere vermişler ve harâbe hâline çevirmişlerdir. Bu zulüm ve vahşetin etkisini bütün insanlık âlemi ve medenî dünya ümit ederim ki hissedecektir.

Arkadaşlar!

Yunanistan Kralı Konstantin’in [12]  ülkemizin en zengin ve en mâmur yerlerine dikilen gözleri bugün yine -kendi cânî askerleri tarafından atıldığı hapishânesinde- kan ağlıyor. Sevgili milletimizin hiçbir zaman zincir altına girmeyecek olan hürriyet ve istiklâline göz diken, suikast etmek isteyen Yunan milleti; bugün baştan aşağıya kadar isyan ateşi içinde matem saatleri yaşıyor ve bireysel endişe ile perişan bir hâldedir. Görüyorsunuz ki, bize yapmak istedikleri bütün felâketleri Cenab-ı Hakk onların başına yöneltti. Cenab-ı Hakk’ın adaletinin bu kadar açık tecellisine hep beraber, hamd ü sena edelim.

Arkadaşlar!

Bu Anadolu zaferi, tarihte, bir millet tarafından tamamen benimsenen bir fikrin ne kadar kudretli ve ne kadar canlandırıcı bir kuvvet olduğunun en güzel bir örneği olarak kalacaktır. Önümüze dikilen bütün engeller birer birer yıkıp aşıldıktan sonra bugün artık Misak-ı Millî’nin çizdiği sınırlar dâhilinde, mesut, müreffeh ve hür yaşamak için, her ne lazımsa, bunların hepsini yapacağız. Düşman elleriyle viran olmuş ve milletimiz tarafından her köşesini kurtarmak için seve seve can verilmiş ve çocuklarımızın kanıyla sulanmış olan yurdumuzun ufkunda artık barışın tatlı güneşi gecikmeyecektir.

Arkadaşlar!

Milletimiz, tek bir şahıs gibi, gösterdiği sarsılmaz birlik ve gayret sayesinde bu başarısını elde etmiştir. Milletimizin barış işlerinde de barıştan sonraki işlerde de aynı çaba, gayret ve birliği göstererek; bu zaferi tamamlayacağına şüphe yoktur. Bu zafer, bize bir imkân bahşediyor. Biz, bu imkânı memleketimizin, milletimizin aydınlık, mesut ve müreffeh geleceği için kullanacağız.

Arkadaşlar!

Sözlerime son vermeden önce büyük bir iftiharla şunu arz edeyim: Bu harekâtı yapan bir ordunun babalarından ve analarından ibaret olan milletimiz bütün cihana karşı en yüksek saygı ve onur mevkiini kazanmıştır. Milletimiz çekinmeden [kendisiyle] iftihar edebilir. Bu, en kuvvetli şartlarla hakkıdır ve [ben de] böyle bir [yüce] milletin âciz bir ferdi olarak en büyük mutluluğu hissediyorum. Bu muharebe meydanlarında, emsâlsiz kahramanlıklar ve yiğitlik göstermiş olan subaylarımızın, askerlerimizin ve kumandanlarımızın her biri ayrı, ayrı bir menkıbe, bir destan oluşturan hareketlerini büyük bir yüceltme, saygı ve takdirle anıyorum. Ve bu yiğitlik meydanlarında Rahmet-i Rahmana kavuşan şehitlerimizin aziz ruhlarına hep beraber fâtihâlar gönderelim.

Arkadaşlar!

En son sözüm şudur; yiğitlik meydanında ölenlerin analarına ve babalarına tâziyelerimizi değil tebrikâtımızı ulaştıralım.

DEĞERLENDİRME VE SONUÇ

Kriz ve harp gibi olağanüstü dönemlerde politik ve askerî liderliğin dirâyet ve yetkinliği bu dönemde başarılı olunması bakımından son derece belirleyicidir. Ümide hiç de imkânın olmadığı, son derece elverişsiz şartlarda başlatılan ve sürdürülen Şanlı Millî Mücadelenin zaferle sonuçlanmasında siyasî ve askerî liderliğin aynı şahısta ve dirâyetle yürütülmüş olması son derece belirleyici olmuştur. Mustafa Kemâl Paşa, Millî Mücadele döneminde  Sakarya Muharebesi öncesine dek sürdürdüğü bu kutlu mücadelenin siyasî liderliğini Sakarya Muharebesi öncesinden itibaren aynı zamanda (Cumhuriyet ilan edilene dek) “askerî lider-Başkumandan” olarak da sürdürmeye başlamıştır. Eşzamanlı olarak hasım durumundaki Yunanistan’da politik çalkantılar ve istikrarsızlık ve bu durumun “Küçük Asya Seferi” adı altında Batı Anadolu’yu istilâ etmeye yeltenen Yunan Küçük Asya Ordusuna etkisi ise gerek komuta kademesinin istikrarı gerekse bu ordunun moral yapısı bakımından son derece olumsuz ve yıkıcı olmuştur.

Mustafa Kemâl Paşa’nın siyasî ve askerî önderliğinde yürütülen Şanlı Millî Mücadelenin son safhası olan Büyük Taarruz’dan Mudanya Mütârekesinin başlangıcına kadar olan dönemi içeren safahata ilişkin kendisi tarafından 4 Ekim 1922 tarihinde TBMM’de yapmış olduğu o dönemdeki yüce Meclis’i bilgilendirme konuşması, geçmişten bugüne dek muhataplarına bu kutlu mücadelenin dirâyetli önderinin ne denli askerî ve siyasî bir yetkinliğe sahip olduğunu da son derece açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Gazi ve Müşir Başkumandan’ın moral değeri pek yüksek olan TBMM’de 4 Ekim 1922 tarihinde gerçekleşen bu tarihî konuşması; Meclis üyelerinin anlayacağı kapsam, seviye ve açıklıkta olmuş, Türk milleti, onun temsilcilerinden oluşan Yüce Meclis ve Şanlı Zaferin cephedeki faili olan komuta kademesinden neferine kadar Türk ordusunu  fevkalade yüceltici mâhiyette olmuştur.

Kezâ… Bu kutlu zaferin mimarı kendisi olmasına rağmen bahse konu konuşmasında büyük bir tevâzû örneği sergileyerek kendisini kesinlikle ön plana çıkarmadığı gibi konuşmasının sonlarındaki “Milletimiz çekinmeden [kendisiyle] iftihar edebilir. Bu, en kuvvetli şartlarla hakkıdır ve [ben de] böyle bir [yüce] milletin âciz bir ferdi olarak en büyük mutluluğu  hissediyorum.” ifadeleriyle de bu kutlu zaferin ardından yüce Türk milletinin aciz bir ferdi olmakla en büyük saadeti hissettiğini belirtmiştir.

Bu tarihî konuşmanın yıldönümünde Şanlı Millî Mücâdele’nin dirâyetli siyasî ve askerî lideri Mustafa Kemâl Paşa’nın değerli şahsında bu kutlu zaferde canı, kanı, malı ve teri olan cümle paydaşları saygı, rahmet, şükran ve minnetle yâd ederim.

Dr. İrfan PAKSOY
Emekli Hava Kurmay Albay, tarih doktoru, yazar ve akademisyen (Ankara Üniversitesi).

© 2025. Bu makalenin / yazının içeriğinin telif hakları yazarına ait olup, 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu gereği kaynak gösterilerek yapılacak kısa alıntılar ve yararlanma dışında, hiçbir şekilde önceden izin alınmaksızın kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayımlanamaz ve dağıtılamaz.

SONNOTLAR

[1] 30 Ağustos 1922 tarihinde gerçekleşen ve TBMM Ordusunun Yunan Küçük Asya Ordusuna karşı ezici zaferiyle sonuçlanan Dumlupınar Meydan Muharebesi.

[2] Yunan Küçük Asya Ordusu, Kurtuluş Savaşı’nda Batı Anadolu’da Türk kuvvetlerine karşı savaşmış  Yunan ordusudur. Bu ordunun büyük bölümü 26.08-18.09.1922 tarihlerindeki Büyük Taarruz’da TBMM Orduları tarafından imhâ edilmiştir. İzmir’in 15 Mayıs 1919 tarihinde Yunanlar tarafından işgâlinden itibaren bu orduda başkomutanlık yapanlar  tarih sırasına göre şu şekildeydi:  Albay Nikolau Zafiriu (15.05-02.06.1919), Tümgeneral Nider (02.06-Aralık 1919), Tümgeneral Komnimos Miliotis (Aralık 1919 – Eylül 1920), Korgeneral Leonidas Paraskevopoulos (Eylül 1920 – 03.11.1920), Korgeneral Anastasios Papoulas (03.11. 1920 – 19.05.1922), Korgeneral Georgios Hacıanesti (19.05-28.08.1922), Tümgeneral Nikolas Trikupis (28.08-02.05.1922),  Tümgeneral Polimenakos (05-19.09.1922).

[3] Nikolas Trikupis (1868-1959), Yunan  asker, kara subayı ve tümgeneralidir. Yunan Harp Okulundan 1888 yılında topçu subayı olarak mezun olmuş, 1897 Türk-Yunan Savaşına, I. ve II. Balkan Savaşı’na katılmış, I. Dünya Savaşı’nda 1917 yılından savaşın sonunda dek  Makedonya Cephesinde görev yapmıştır. 1918 yılında tümgeneralliğe terfî etmiş, Yunan kuvvetlerinin 19 Mayıs 1919 tarihinde İzmir’e çıkmasından sonra başlayan Türk-Yunan Savaşı’nın ilk yıllarında  3. Yunan Tümenine komuta etmiş,  Ocak ve Mart 1921 aylarında gerçekleşen I. ve II. İnönü Muharebelerinde görev almış, 1921 yazında yapılan Yunan taarruzu öncesinde Eskişehir’i ele geçirmekle görevli Yunan Kuzey Grubu’na komuta etmiş ve Temmuz ayında Afyon’daki Güney Grubuna atanmış, Eylül ayında da 2. Kolordu Komutanlığına, Aralık  ayında  da  1. Kolordu Komutanlığına atanmıştır.  26 Ağustos 1922 tarihinde Afyon’un güneyinden Trikupis kuvvetleri üzerine yapılmış olan Büyük Taarruza hazırlıksız yakalanmış ve cephenin çökmesini de önleyememiştir. 30 Ağustos’ta gerçekleşen ve Yunan kuvvetlerinin ezici yenilgisiyle sonuçlanan Dumlupınar Muharebesi’nin ardından emrindeki bakiye birlikler geri çekilmeye başlamış, 2 Eylül’ade Uşak  yakınlarındaki Göğem köyü civarında maiyetindeki kuvvetle birlikte esir edilmiş, 3 Eylül’de Uşak’ta Başkumandan Mustafa Kemâl Paşa’nın huzuruna çıkarılmış, 1923 yılında gerçekleşen savaş esirleri mübadelesi gereği 1926 yılında Yunanistan’a dönmüş, Yunanistan’da düzenlenen bir mahkeme olan ve Türk kuvvetlerinin 9 Eylül’de İzmir’e girmesinden sonra Anadolu’yu terk eden Yunan askerlerinin başına geçen 5. Efzun Alayı Komutanı Albay Nikolaos Plastiras, Albay Stilianos Gonatas ve Limni zırhlısı komutanı Yarbay Dimitrios Fokas’ın birlikte 11 Eylül 1922 tarihinde başlattığı ayaklanma üzerine 27 Eylül’de Kral I. Konstantin tahtı oğlu II. Georgios’a bırakmış, ancak halktan ve ordudan gelen baskı sonucu genç kral sonunda halkı yatıştırmak için bu hezimetin suçlularını yargı önüne çıkardı. “Altılar Davası” olarak bilinen duruşmalar sonucu 28 Kasım’da aralarında Georgos Hacıanesti, Başbakan Dimitrios GunarisGeorgios Baltacis, Nikolaos Stratos, Nikolaos TheotokisPetros Protopapadakis başta olmak üzere altı kişi Anadolu’daki yenilgiler nedeniyle idama mahkûm edilmiş ve kurşuna dizilmiştir. Ancak Trikupis 1926 yılında Türkiye’den ülkesine geri döndüğünde “Küçük Asya Felâketi” gerekçesiyle hiçbir zaman yargılanmamış, askerlik görevine devam etmiş, 1927 yılında emekliye ayrılmadan önce korgeneralliğe terfî etmiş, daha sonra da Attika ve Boeotia’nın valisi olarak görev yapmıştır. 

[4] Petros Sumilas (1861-1955), Yunan kara ordusu subayı ve generalidir. 1882 yılında Yunan Ordusuna katılmış, 1888 yılında piyade asteğmen olmuş, 1897 Türk-Yunan Savaşı’na ve Balkan Savaşlarına katılmıştır. Monarşist (kralcı) bir subaydı. Bu nedenle Kral Konstantin’in 1917 yılında Müttefik Devletlerin baskısı sonucu tahtı oğluna bırakarak ülke dışına gitmesi sonrasında ordudan ihraç edilmiş, Kasım 1920’deki seçim sonucunun birleşik muhalefetin ve kralcıların zaferiyle sonuçlanması üzerine  orduya geri çeğrılmış ve sırasında Ordudan ihraç edilmiş, Kasım 1920’de kralcı muhalefeti iktidara getiren Venizelos’un seçim yenilgisi ile Orduya geri dönmüş, Mayıs 1921 ayında Anadolu’daki 10. Piyade Tümeni komutanlığına atanmış ve 1921 yılı yazındaki Yunan taarruzunda ve Sakarya nehrine doğru ilerlemesinde bu tümene komuta etmiş, 1922 yılında da (Ağustos 1922 ayında Küçük Asya Ordusunun Anadolu’dan yenilmesi ve geri çekilmesi sırasında komuta ettiği) 3.  Kolordunun komutanlığına getirilmiş, mevcut Ordu birimlerinden geniş bir katılımla gerçekleşen ve 11 Eylül 1922 tarihinde başlayan ve Eylül 1922 Devrimi’nin başlamasının ardından 17 Ekim’de görevden alınmış ve  Altılar Davası’nda  ifade vermiş, 1923 yılında da ordudaki görevinden emekli olmuştur.  

[5] Kâzım Özalp (1882-1968), Türk kara subayı, generali ve siyasetçisi. Balkan Savaşlarında ve  I. Dünya Savaşı’nda değişik cephelerde aktif görevlerde bulunmuştur.  Kurtuluş  Savaşı’nda Sakarya Muharebesi’nde gösterdiği başarılar nedeniyle 12 Eylül 1921 tarihinde mirlivâ rütbesine terfî etmiş ve paşa olmuş, 7 Eylül 1921 tarihinde 3. Kolordu Komutanı olarak atanmış, 1921 yılı sonunda 3. Kolordu Komutanlığı görevinden ayrılarak 14 Ocak 1922 tarihinde TBMM Millî Müdafaa Vekilliğı görevini üstlenmiş, Büyük Taarruz ve Dumlupınar Meydan Muharebesi’nden sonra 25 Eylül 1922 tarihinde ferik (korgeneral) rütbesine terfî etmiş, 30 Ağustos 1926 tarihinde birinci ferik (orgeneral) rütbesine terfî etmiş, 6 Temmuz 1927 tarihinde kendi isteğiyle askerlikten emekliye ayrılmış, 1924 ve 1935 yılları arasında da TBMM Başkanığı görevini sürdürmüştür.

[6] Kemâlettin Sami Gökçen (1884-1934) Türk subay, general, diplomat ve siyasetçi. 1905 yılında Harp Okulunu, 1908 yılında da Harp Akademisini bitirmiş,  Harp Akademisinden sonra 4. Ordu emrine atanmış, 1911 yılındaki Trablusgarp Savaşı sırasında Yanya’ya gitmiş, Harp Okulu’nda öğretmenlik yapmış, Ordunun çeşitli birimlerinde kurmay başkanlığı ve 1918 yılında 9. Ordu Menzil Müfettişliği yapmış, Kara Vasıf Bey önderliğinde kurulan Karakol Cemiyeti çalışmaları altında Mütâreke döneminde İtilaf Devletleri depolarında bulunan silah ve mühimmatları Anadolu’ya kaçırmak suretiyle Anadolu hareketine büyük faydalar sağlamış, İstanbul’un İşgâli sonrası 5 Aralık 1920 tarihinde Anadolu’ya geçerek Kurtuluş Savaşı’na katılmış, Ankara Komutanlığına ve daha sonra 1. Tümen Komutanlığına getirilmiş, 31 Mart 1921 tarihinde albay  olarak II. İnönü Muharebesi’ne ve Sakarya Meydan Muharebesi sonrası 4. Kolordu Komutanı olarak Büyük Taarruz’a katılmış, 31 Ağustos 1922 tarihinde mirlivâ rütbesine terfî etmiş, Kurtuluş Savaşı’ndaki başarıları dolayısıyla Kırmızı Şerit-li İstiklâl Madalyası ile ödüllendirilmiş, 23 Haziran 1923 tarihinde 2. Dönem TBMM Sinop Milletvekili seçilmiş, 16 Ağustos 1924 tarihinde Berlin Büyükelçiliği görevine atanmış, 1926 yılında korgeneralliğe terfî etmiş, 24 Eylül 1928 tarihinde de askerlik görevinden emekli olmuştur. 

[7] General Maurice Cesar Joseph Pelle (1863-1924), Fransasız kara ordusu subayı ve generali. I. Dünya Savaşı’ndan sonrta  Çekoslovakya’ya gönderilen Fransız Yüksek Komiseri olarak gönderilmiş, 10 Şubat 1921 tarihinde de İstanbul’a Fransız Yüksek Komiseri olarak atanmış, Türk Kurtuluş Savaşı sırasında TBMM Hükûmetinin İstanbul temsilcisi  Mehmed Abdülhamit (Hasancan) Bey (1870-1943) ile sık sık görüşmüş, İzmir’in kurtarılmasından sonra da Başkumandan Mustafa Kemâl Paşa  ile görüşmek üzere 18 Eylül 1922 tarihinde İzmir’e gitmiş, Lozan Barış Konferansı’nın 23 Nisan 1923 tarihinde başlayan ikinci bölümüne Fransa delegesi olarak katılmış ve Fransa adına  Lozan Barış Antlaşması’nı imzalamıştır

[8] Henry Franklin-Bouillon (1870-1937), Fransız diplomat, siyasetçi ve bakan. Sakaray Zaferi sonrasında Ankara Antlaşması’nı Fransızlar adına imzalayan Fransız diplomat. Paul Painlevé liderliğindeki hükûmette Eylül-Kasım 1917 arasında Devlet Bakanı olarak görev yapmış, akabinde Fransa için Türkiye konusunda çeşitli diplomatik görevler yürütmüş, İstanbul’daki Fransız temsilcilerle birlikte, Fransızların, Millî Mücadele  karşısındaki tutum ve görüşünün değiştirilmesine katkıda bulunmuş, Ankara Antlaşması’nı (20.10.1921) imzaladıktan sonra yakınlaştığı Mustafa Kemal Paşa ile yakın dostâne ilişkiler kurmuştur.

[9] Mudanya Mütârekesi (03-11.10.1922). Büyük Taarruz’un zaferle sona ermesi üzerine ve Çanakkale Krizi’nden sonra, İtilaf Devletleri Türkiye Büyük Millet Meclisine mütareke çağrısında bulunmuşlardır. Türk ordusu ile İngiliz işgâl kuvvetleri arasında bazı gerginlikler yaşandıysa da görüşmeler 3 Ekim 1922 tarihinde Mudanya’da başlamış, görüşmelerde TBMM hükûmetini Batı Cephesi Komutanı İsmet temsil ederken, Gnkur.Bşk. Fevzi Paşa ve (Mudanya Mütârekesi akabinde TBMM’nin İstanbul temsilcisi olarak görevlendiriklecek olan) Refet Paşa da görüşmeler boyunca Mudanya’da bulunmuştur. İngiltere’yi Harrington, Fransa’yı General Charpy ve İtalya’yı da General Mombelli’nin temsil ettiği Mudanya görüşmelerinde, ateşkesle doğrudan ilgili durumda bulunan Yunanistan, General Mazarakis ve Albay Sarıyannis’i görevlendirmesine karşın, Yunan delegeler görüşmelere doğrudan doğruya katılmayıp Mudanya açıklarında bir İngiliz gemisinde beklediler. Zaman zaman gergin anların yaşandığı, hatta görüşmelerin kesilmesi tehlikesinin doğduğu ve Türk ordusunun yeniden harekât hazırlıklarına giriştiği mütareke görüşmeleri 11 Ekim 1922 tarihinde uzlaşmayla sonuçlanmışyır. Mudanya Mütârekesi ile Türk-Yunan çatışmasının sona erdirilmesi ve Doğu Trakya’nın kurtarılması gibi gelişmeler Türk tarafının lehine sonuçlar doğuracak gelişmeler olarak göze çarparken, İstanbul ve Boğazlarda  Türk egemenliği tam anlamıyla kurulamamıştır. Gerek Boğazlar üzerinde kontrolün sağlanamamış olması, gerekse Trakya’ya askerî kuvvet geçirilememesi, barış konferansı öncesinde Türk hükûmetinin pazarlık gücünü sınırlandırmıştır. Bu hükümler, birçok noktada önemli kazanç sağlayan Mudanya Mütarekesi’nin zayıf halkalarından bir kısmı olarak değerlendirilebilir. Boğazlar’da bazı kısıtlatıcı hükümler nedenüiyle Türkiye’nin egemenliğinin tam olarak kurulması Lozan Barış Antlaşması ile de sağlanamamış, 1936 yılında Montrö Boğazlar Sözlşemesi ile  bu kısıtlayıcı hükümlerin kaldırılması sonucu Boğazlar üzerinde Türkiye’nin hakimiyeti tam olarak sağlanabilmiştir.Mudanya Mütârekesi ile, İtilaf Devletleri  yeni Türk devletini resmen tanımış olduğu gibi bu mütâkere, ileride yapılacak olan Lozan Barış Anatlaşması’na da zemin hazırlamıştır.

[10] 26 Ağustos 1922 tarihinde başlatılan Büyük Taarruz’un süratle ve başarıyla gelişerek 30 Ağustos’ta Dumlupınar Muharebesi’nde Yunan Küçük Asya Ordusu’na karşı ezici bir zafer kazanması ve ardından başlatılan takip harekâtının akabinde Türk kuvvetlerinin 9 Eylül’de İzmir’e girmesinden sonra Anadolu’yu terk eden Yunan askerlerinin başına geçen 5. Efzun Alayı Komutanı Albay Nikolaos Plastiras, Albay Stilianos Gonatas ve Limni zırhlısı komutanı Yarbay Dimitrios Fokas’ın birlikte 11 Eylül 1922 tarihinde başlattığı ayaklanma üzerine 27 Eylül’de Yunanistan Kralı I. Konstantin, tahtı, oğlu II. Georgios’a bırakmış, ancak halktan ve ordudan gelen baskı sonucu genç kral sonunda halkı yatıştırmak için bu hezimetin suçlularını yargı önüne çıkarmıştır. “Altılar Davası” olarak bilinen duruşmalar sonucu 28 Kasım’da aralarında Georgos Hacıanesti, Başbakan Dimitrios GunarisGeorgios Baltacis, Nikolaos Stratos, Nikolaos TheotokisPetros Protopapadakis başta olmak üzere altı kişi Anadolu’daki yenilgiler nedeniyle idama mahkûm edilmiş ve kurşuna dizilmiştir.

[11] Mütâreke, silah bırakışması ya da ateşkes antlaşması devletler hukukuna göre, kesin barış antlaşması yapılıncaya kadar yürürlükte olabilecek bir belgedir. Bunun iki şekli mevcut olup, bunlardan birincisi: ateş kesilmesi ki, bölgesel savaş yerinde yaralıların ve ölenlerin kaldırılması gibi bazı zorunlu durumlar karşısında savaşı kısa bir süre durdurmak, ikincisi ise mütâreke yahut silah bırakışması ise hukukî bakımından bazı kuralların belirlendiği bir uygulamadır. Bu kapsamda silah bırakışması antlaşmasına; fiilen mütârekenin başlayacağı tarih, mütârekenin süresi, tarafsız bölgenin belirlenmesi, halkla ilişkiler, yasak eylemler, savaş esirleri ve daha başka konular üzerinde maddeler konulabilir. Ancak mütâreke, hukuk açısından savaşın kesinlikle sona erdirilmesine varmayabilir. Bu bakımdan ordu için terhis ve silahsızlanmaya ait hükümlerin bulunmaması gerekir.

[12] Kral Konstantin ya da I. Konstantinos (1868 – 1923), 18 Mart 1913 tarihinden 11 Haziran 1917 tarihine ve 19 Aralık 1920 tarihinden 27 Eylül 1922 tarihine kadar Yunanistan Kralı idi. 1897 yılındaki Türk-Yunan Savaşı  sırasında Yunan Ordusunun başkomutanıydı Yunanistan’ın Selanik’i de içine alacak şekilde genişlediği, alan ve nüfusu ikiye katladığı 1912-1913 yılları arasındaki başarılı Balkan Savaşları sırasında Yunan kuvvetlerine liderlik etmiş, babasının öldürülmesinin ardından 18 Mart 1913 tarihinde Yunanistan tahtına geçmiş, Yunanistan’ın I. Dünya Savaşı’na girip-girmemesi konusunda Başbakan Venizelos  ile anlaşmazlığı ülkede ulusal bölünmeye yol açmış,  Venizelos’u iki kez istifaya zorladıysa da 1917 yılında İtilaf Devletlerinin Atina’yı bombalama tehditleri üzerine Yunanistan’ı terk etmiş, bunun üzerine ikinci oğlu Aleksandros kral olmuş, Aleksandros’un ölümü, Venizelos’un  Kasım 1920 ayındaki genel seçimlerde yenilgisi ve kendisinin de dönüşü lehine yapılan 1920 Yunan referandumundan sonra Konstantin, Yunanistan’ın 1919-1922 Türk-Yunan Savaşı’nı kaybettiği 1922’de (Küçük Asya Felâketi’nin hemen ardından çıkan askerî darbe sonrasında) tahttan ikinci ve son kez çekilmiş ve yerine en büyük oğlu II. Georgios geçmiştir. Dört ay sonra da Sicilya’da sürgünde ölmüştür.

KAYNAKLAR

Atatürk Araştırma Merkezi ve Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri Cilt 2 (1922-1924), Editör: Yüksel Özgen, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara 2024.

Görgülü, İsmet, Büyük Taarruz, Gnkur.Bsmv., Ankara 1992.

Kocatürk, Utkan; Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi Kronolojisi 1918-1938, 2. Baskı, TTK Bsmv, Ankara 1988.

Paksoy, İrfan; Büyük Taarruz Destanı, Alka Yayınevi, Trabzon 2023.

Sarıhan, Zeki; Kurtuluş Savaşı Günlüğü (Açıklamalı Kronoloji), C. IV, TTK. Yay., Ankara, 1996.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *