“Gel!”
Bir kadının çağrısıydı duyduğum. Acıyla inliyordu. Durgundu, yorgundu, bitkindi sesi. Sanki bana söyleyecekleri vardı. Ve bir solukluk canını mübarek meleğe teslim etmeyecek gibiydi beni görmeden. Şehrin ışıklarının göründüğü bir tepeden geliyordu ses. Yokuş bir yoldan yürürken içinde beyaz zambakların ve kırmızı güllerin olduğu uçsuz bucaksız bahçede buldum kendimi. İşte oradaydı. En büyük zambağın yanındaydı. Kollarını açarak beni bekliyordu. Savaşta duyuramadığı çığlıklarını anavatana duyurabilmenin kırgın tebessümü vardı ışığını kaybetmiş gözlerinde. Beni bağrına bastı.
“Hoş geldin” dedi.
“Hoş bulduk” dedim ve kendi sesime uyandım. Duyduğum ses, sarıldığımda beyaz tülbentinin kokusu bana annem kadar yakın fakat köklerim kadar uzaktı. Anneannemdi belki, belki o topraklarda yaşayan bir yakınımdı… Rüyamı düşündüm tekrar gözlerim kapalı. Sesi, tepeyi, yolu, bahçeyi, çiçekleri… Sonra bahçenin ortasındaki en büyük zambağı. Daha önce fotoğrafını gördüğüm bir yerdi burası. Tekrar kapattım gözlerimi. Anımsadım. Bir mezardı burası. Bilge liderin anıt mezarıydı. Kovaçi mezarlığıydı. Slav dillerinde Sarajevo, Osmanlı Türkçesi’nde Bosna Sarayı, bizim dilimizde sevdalinkalarında ağıtları susmayan, sinesi yaralı, gözü yaşlı, unutulmayacak utancın adıydı. Saraybosna’ydı.
Birkaç parça kıyafetten ibaret çantamla yüreğimi yakan o sesin peşinden düştüm yollara. Kaç gün kalacağımı bilmediğim yolculuğumun ilk durağı olan İstanbul’daydım. Bir saatlik aktarma, ortalama iki saat sürecek bir yolculuk. Sonrası yüzyıllık hasretin bir çağrıyla son bulması. Kavuşma, dertleşme, halleşme, helalleşme…
Uçak alana indiğine göre kitaplardan okuduğum yerleri gezmenin vakti gelmişti. Cennetmekan ecdadın vatan kıldığı, 1500 yıldır bizim olan, hâlâ bizden olan Bosna’da olmak ne büyük mutluluk!
Uçaktan indim, dış kapıya yöneldim. Yolcuları şehir merkezine götürecek otobüse bindiğimde şoför bizi bir Boşnak türküsü ile selamladı.
“Dere boyu kavaklar diplerinde zambaklar/Hatıram olsun yârim yazdığım o mektuplar/Oy Ramo Ramo Ramo sevgilim…”
Bir taraftan koltuğuma yerleşiyor, bir taraftan da meraklı bakışlarla çevreyi inceliyordum. Ahşap çıkmalı evleri, yokuş yukarı yolları ile buram buram Anadolu kokan bu şehir Osmanlı’nın göz bebeği Bursa’yı andırıyordu. Çağıl çağıl çağlayan nehrin coşkusu, büyüklü küçüklü taş döşeli köprüler, sıra sıra dükkanlar… Yaklaşık on kilometre sonra otobüs kocaman bir meydanda durdu. İnsan kalabalığıyla şenlenmiş bir Osmanlı sokağının resmedildiği tablo gibiydi burası ve ben birazdan bu muhteşem tabloda yerimi alacaktım.
Saraybosna Baş Çarşı’da…
Meydanın orta yerinde 15. yüzyıldan bu yana ahşap dokusunu kaybetmemiş, Osmanlı yapımı bir sebil karşıladı beni. Baş Çarşı, bu sebil olmadan; Saraybosna da Baş Çarşı olmadan anılmazmış. Ankara’nın Kızılay’ı, İstanbul’un Sultan Ahmet Meydanı ne ise, Saraybosna’nın da Baş Çarşı’sı oymuş. Hemen herkesin toplandığı, çeşmelerinden su içmeden ayrılmadığı, dört tarafı camilerle çevrili tam bir panayır alanı Baş Çarşı. Kanatlarıyla alkış tutan güvercinlerin arasında, şehrin kalbinin ortasındayım.
Evliya Çelebi ünlü “Seyahatname”sinde Fatih Sultan Mehmet adına yapılan Hünkâr Cami’sinin olduğu aşağı şehirde bir saray inşa edildiğini, sarayın güzelliğinden dolayı şehrin ismine Saray dendiğini, şehirden geçen nehrin adının ise Bosna olduğunu, nehir isminin şehir ismine izâfe edilmesiyle “Bosna-Saray” tabirinin ortaya çıktığını söyler. Yine bu eserinde Saraybosna’nın kaldırım döşeli temiz sokaklarından övgüyle bahseder.
Su sebilinin basamaklarından çıkıp bin beş yüz yıl öncesine dokunurcasına elimi uzattım. Düşle gerçek arası bir zaman dilimindeyim. Önce yüzümü yıkadım, ardından kendi kanımdan bir akrabamın evinde olmanın rahatlığıyla avuç avuç su içtim. Sancak Beyi İsa Bey’in yaptırdığı, Gazi Hüsrev Bey’in büyüttüğü nam-ı diğer Sebil Çeşmesi 1750’li yıllarda şehrin valisi Hacı Mehmet Paşa tarafından İstanbul çeşmeleri model alınarak yapılmış. Hemen herkesin toplandığı, çeşmelerinden su içmeden ayrılmadığı, dört tarafı camilerle çevrili tam bir panayır alanı Baş Çarşı. Yolunuz bir gün Bursa’ya düşerse çeşmenin aynısını orada da görürsünüz.
Güneşli günden faydalanarak, bir külah buğdayla beslediğim, kanatlarına asılıp uçmak istediğim güvercinlerin sayısız fotoğrafını çektim. Etrafım kapıları hala orijinalliğini koruyan, hediyelik eşya, el işi ve dokuma satan küçük dükkanlarla dolu. Bu şirin dükkanların arasına yer yer börekçiler, çaycılar, tatlıcılar serpiştirilmiş. Birkaç sokağa ayrılan meydanda durup etrafa bir göz gezdirdikten sonra, sebili arkama alıp önümdeki yoldan karşıya geçerek yokuş yukarı yürüdüm. Daracık sokaklara rağmen hiç bozulmadan varlığını sürdürebilmiş, içinde bakırcıların, antikacıların olduğu, bizden bir sokakta buldum kendimi. Nostaljik bir kahve dükkanının tahta iskemlesinde soluklandım. Soydaşlarımın güler yüzü kahvemin yanında güllü lokum gibiydi. Küçük kahvehanelerin en vazgeçilmez tarafı ayaküstü sohbetleridir ya, babacan kahveci, kırlaşmış saçları alnına düştükçe mavi gözlerini kırpıştırarak, yüzünden eksik etmediği tebessümü ile yokuş yukarı devam edersem, en güzel gün batımı manzarasını oradan izleyebileceğimi tembihledi.
Elbette gidecektim. Çünkü o yokuş beni Aliya’ya götürecekti. Ferhadija denilen bu caddeye kadar gelmişken, bakırcıları gezmeden gitmek istemedim. Sadece bakırcılar olsa. İncilerle bezenmiş takılar, Boşnak hanımların işlediği göz nuru nakışlar, şirin mi şirin dükkanlar…
Bir Masalın İçinde…
Bir masalın içindeydim ve sihirli bir değnek beni Bursa’nın ufak tefek cumbalı yollarından, Avusturya’nın taş binalarına ışınlamıştı. Önde heykeller, ardında bir katedral, sokağın albenisine kapılmışken, kendimi bu defa da Norte Dame Katedrali’nin önünde buldum. Burası İsa’nın Kalbi Katedrali. Kutsal Kalp Katedrali de denen bu mabet Avrupa tarzı mimarinin en güzel örneklerinden biri. Önünde Hristiyanlar için önemi büyük Papa II. Jean Paul heykeli ve Müslümanlar için kelimelerle izah edilemeyen acının simgesi Saray Bosna gülleri.
Bir sokakta cami, başka sokakta katedral, diğerinde sinagog… Özünü Balkan’ın bereketli topraklarından almış, Slav suyuyla beslenmiş ulu bir çınarın dalları altında yaşıyorum zamanı.
Müslüman’ı Boşnak, Ortodoks’u Sırp, Katolik’i Hırvat diye adlandırılmış, rüzgarın bile birbirine değdiremediği bu dallar ırklarından türettikleri dilleri konuşuyor olsalar da aralarındaki kıldan ince fakat kılıçtan keskin farka rağmen birbirlerini anlıyorlar. Ama sevmiyorlar…
Günlük güneşlik gün birden yağmura döndü. İnsanlar sağa sola koşturmaya, sundurmaların altına sığınmaya başladı. Bense 40 dereceye bana mısın demeyen memleketimin sıcağından kurtulmanın sevinciyle ile ruhumu serinleten yağmurun keyfini sürüyordum.
Çiseleyen yağmurun tadını çıkararak adımladığım dar sokak, beni karşısında cami olan bir bedestene götürdü. Bedestenin devasa ahşap kapısının insanı içine çeken bir büyüsü vardı. Bu mistik büyüye kapılmadan az önce meydanda bulunan caminin yağmur damlalarıyla ışıl ışıl parlayan üç kubbesi dikkatimi çekti. Beş asırdır Müslümanlara kapılarını hiç kapatmamış bu yüce gönüllü camiyi yaptıran Bosna’ya emeği sayılamayacak kadar çok olan Gazi Hüsrev Bey, bu kutsal ibadethanenin güllerle donatılmış bahçesinde huzur içinde yatmakta.
Ruhu şad, mekanı cennet olsun…
Asrın dehası Mimar Sinan’ın eşsiz eserlerinden biri olan cami, diğer yapılar gibi felaket günlerinden nasibini almış olsa da, çok şükür ki, dirayetiyle ayakta kalmayı başarmış. Hemen yanında, içinde 50 bin kitap barındıran Gazi Hüsrev Bey Medresesi. Güzel Bosna Avusturya Macaristan İmparatorluğu’na geçince Macarlar, Endülüs mimarisi ile yeni bir kütüphane inşa etmiş medresenin yanına. Elli bin olan kitap sayısı altı milyona çıkmış. Böylece kütüphane eşsiz arşivi ile ülkenin hafızası haline gelmiş gelmesine de, toprağı işgal etmekle yetinmeyip tarihi de yok etmek isteyen Sırp gerillalar elbette ilk önce burayı hedef almış. Eserlere büyük zarar vermişler. Bununla da yetinmeyip bir de yangın çıkarmışlar. Sonuç olarak 2 milyon eser yok olmuş. Yazık ki, ne yazık!
Gazi Hüsrev Bey Medresesi günümüzde erkek ve kız olarak iki bölüm halinde İmam-Hatip Lisesi seviyesinde eğitim vermekte. 17.000’i aşkın el yazması eserin, 20.000’i aşkın matbu İslâmî eserin, ve yine 20.000’i aşkın Boşnakça ve Avrupa dillerinde yazılmış matbu eserlerin korunarak nesillere ulaşması amacıyla yeni bir kütüphanenin yapılıyor olması, tarihimizi yok etmek isteyen Sırplara verilen en güzel cevap değil mi?
Giderek hızlanan yaz yağmuruyla içim ürperse de çocukluğumdan bu yana hava durumu bültenlerinden aşina olduğum “Balkanlardan gelen soğuk hava dalgası” ile tanıştığıma öyle memnunum ki. Dar sokaklardan oluk oluk akan sular, ışıl ışıl yanan kandillerle renklenmiş hanın eşiğine birikmiş. Mistik kapının hemen yanındaki kilim dükkanının taş basamaklarına oturarak izledim; yağmuru, dükkanları, insanları, Bosna’yı…
Rüyamdaki ses bir çocuk sevinciyle, bir anne şefkatiyle, bir dost özlemiyle bağrına basmış, bu şaşkın kızı koluna takmış, sokak sokak gezdiriyordu. Acıktığımı anlayınca oturduğum taştan beni kaldırarak koluma girdi. İçerden iştah kabartan yemek kokuları geliyordu.
Burası Saraybosna’nın elliye yakın hanlarından ayakta kalan tek hanı olan Morica Han. Kemerli kapıdan hemen sonra dallarından yağmur damlaları süzülen ıhlamur ağaçları karşıladı bizi. İçinde yıldız olan kulpsuz fincanları hilal şeklinde tutarak, ay yıldızın gururuyla içeceğim Bosna’da kahvemi. Kadim motiflerimizdir zira ışığına ömrümü verdiğim ayım, yıldızım. Yanında gül kokulu lokumlarla içtiğim kahve, çevre masalardan kulak misafiri olduğum neşeli sohbetler, samimi yüzlerdeki tebessüm yorgunluğuma birebir gelmez mi hiç?
“Osmanlı’nın bize bıraktığı en lezzetli miras” diyor Boşnak soydaşlarımız kahve için. Bu sebepten olsa gerek sunumları makineleşmiş Avrupa’nın paylaşımsız ve duygusuz “takeaway” ine nispet, gayet alaturka, gayet bizden. İslam’ın hilalini kahve fincanlarında bile yaşatmaya devam eden vefalı Bosna, hilali bir süreliğine Tito’nun kızıl yıldızına bırakmak zorunda kalsa da, bir güneş gibi doğan Aliya ile ay yıldıza yeniden kavuşur. Kavuşturana şükürler olsun…
Rüyamda beni bağrına basan ses, rüzgara karışan ağıtlarla tepelik bir yerden yeniden seslendi bana. Handan çıkıp taş döşeli dar sokakları geçtim. Kararan bulutlar hıçkırığını boğazında düğümlemiş, birazdan akacak olan gözyaşlarıma karışacak yağmuru dindirmişti. Yokuş yukarı yol beni derdi derdim olan sesin derdine ortak olmaya götürüyordu.
Burası 15. yüzyıldan bu yana Osmanlı Saraybosna’sının en eski mezarlığı Kovaçi. 1992-1995 yılları arasında gerçekleşen Bosna Savaşı sırasında, hayatını kaybeden Bosnalı şehitler de bu mezarlığa defnedilmiş.
Aliya İzzetbegoviç’in Yanında…
İşte orada Aliya! Hayatını özgürlüğe adamış, fikirleri ve eserleriyle hükmü asırlar boyu sürecek kadim lider. Hiçbir zaman yalnız bırakmadığı çocuklarının başında hala. Mezar yeri kalmadığı için bir gecede parklara defnedilen, hepsi neredeyse birbiri ile aynı tarihlerde doğmuş ve kahpe kurşunlarla can vermiş çocuklarının, yoluna baş koyan halkının yanında. Bir milleti yok olmaktan kurtaran, hak etmediği halde defalarca hapse atılan, her şeye rağmen yılmadan, asla pes etmeden ülkesi için masa başında dahi mücadelesini sonuna kadar vermiş, fikirleri tarihe miras, çağın en bilge, en medeni, ve dahi en karizmatik Müslüman devlet adamı. “Vasiyetimdir, beni şehitlerimin yanına gömün. Benim yerim, onların yanıdır. Beni ayrı bir yere defnetmeyin, zira benim ziyaretime gelenler onlardan da dualarını esirgemesin, mahzun kalmasınlar” sözü üzerine, naaşı buraya defnedilmiş.
Beyaz zambaklardan bir demeti andıran şehitliği görünce rüyamı anımsadım. Şehitliğin tam ortasında bulunan en büyük zambak bir kubbe ve çok sade iki mezar taşından ibaret. Beni çağıran ses zambaklarla, güllerle donatılmış Kovaçi’den geliyordu demek. Yürüdüm en büyük zambağın yanına. Haritadaki çizgilerin keyfince şekillendirildiği utanç Avrupa’sında o Bosna’nın ve tüm Müslümanların önünde hâlâ saygı ile eğildiği sönmeyen bir ışık gibi parlıyor mütevazı kabrinde. Üzüldüm. Ağladım. Gururlandım. Aliya Mustafa İzzetbegoviç. Allah’ın kulu. Ruhuna Fatiha.
Ülkü OLCAY

Son Yorumlar