Kur’an’ı Yirmi Birinci Asra Taşımada Bir Yöntem Önerisi

GİRİŞ

Kur’an bir yedinci asır bedevisinin kelamı değildir. O Allah’ın kelamıdır. Ki Allah bu kelamı insanlığa gönderirken bir gün on birinci asrı, yirmi birinci asrı ve yirmi beşinci asrı da yaratacağını ve her çağın kendine has hakikatleri keşfedeceğini de biliyordu. Bu sebeple Allah Kur’an’ın dilini tanzim ederken onu her çağın kendi hakikatleri zemininde yeniden yorumlayabileceği bir şekilde edebi sanatlarla donattı. İbrahim Suresinin deyimiyle Kur’an kökleri yerin derinliklerinde dalları semanın zirvelerinde öyle bir kitaptır ki her mevsimde ve her çağda ondan taze meyveler devşirmek mümkündür.

İbn-i Abbas, Zemahşeri, Razi, Maturidi, Taberi ve İbn-i Arabi gibi geleneğimizin otorite kabul ettiği Kur’an yorumcuları modernite öncesi tarihin hakikat dünyasından hareketle Kur’an’a yaklaştılar. Ve o çağın kısıtları zemininde Kur’an’ı anlamlandırdılar. Nihayetinde onların tefsirleri zemininde Endülüs, Abbasi, Horasan, Selçuklu ve Osmanlı gibi çağına ışık tutan medeniyetler yaratabildik. Bugün modern dünyanın Kur’an yorumcuları olarak bu otoritelerden öğrenebileceğimiz hala çok şey var. Onlar bu çağa da ışık tutabilen görüşlere sahiplerdir. Fakat bizim yaşadığımız modern çağ ile bu otoritelerin yaşadığı çağ birbirinden alabildiğine farklı. Her iki devrin ihtiyaç duyduğu Kur’an yorumları da birbirinden farklı. Bu sebeple geçmiş asırların otoritelerini Kuran tefsiri söz konusu olduğunda nihai merci olarak kabul edemeyiz. Kendi çağımızın gerçekleri zemininde yaşadığımız çağın ihtiyaç duyduğu Kur’an tefsirini biz kendimiz yapmak zorundayız.

İslam âlemi bir bilgi sistemi, bir hayat felsefesi ve bir toplum düzeni olarak Batı modernitesinin tokadını yediği on dokuzuncu asırdan beri bu çağa hitap edecek ve Batı modernitesini alt edecek Kuran yorumunu arıyor. Muhammed Abduh, Muhammed Esed, Bediüzzaman, Seyyid Kutup, Mevdudi, Fazlurrahman vd. bu çabanın mahsulleri. Bu çaba henüz kemale ermiş değil. Benim bu makalede yazdıklarım da bu çabanın olgunlaşması içindir.

GELENEKSEL TEFSİRİN YETERSİZLİKLERİ

Bir an için modern dönemde Kur’an tefsiri hususunda girdiğimiz çabanın anlamsız olduğunu ve İbn-i Abbas’ın, Zemahşeri’nin, Razi, Taberi ve İbn-i Arabi’nin tefsirlerinin Kur’an’ı anlamada yeterli olduğunu farz edelim. Bu cevap bizi doyurur muydu?

On birinci asrın hakikatleriyle yirmi birinci asrın hakikatlerinin dağlar kadar farklı olduğunu söylemiştim. Bu âlimler bundan on asır evvel insanlara doğru gelen bir yaşam felsefesini Kuran’dan türetmiş olabilirler. Fakat onları bu asırda da yeterli saymak aşağıda örneklerini vereceğim ağır problemleri doğuracaktır.

Geleneksel tefsiri yeterli gördüğümüzde müşrikleri bulduğumuz yerde öldürmemiz, hırsızın elini fiziksel olarak kesmemiz, köleliği meşru kabul etmemiz, erkeklerin istediği zaman dört kadınla evlenebileceğini savunmamız, erkeğin gerekirse karısını dövebileceğini kabul etmemiz, Yahudi ve Hıristiyanları ilelebet cehennemlik saymamız, Hıristiyan ve Yahudilerin İslam toplumunda ancak ikinci sınıf olarak yaşayabileceğini savunmamız, vd gerekir. Ahkam ayetlerinden geleneğimizce türetilmiş bu hükümler artık pek çok aklı selim İslam aliminin de kabul ettiği üzere İslam’ı içinde yaşadığımız küresel çağda savunulamaz hale getirir.

Geleneksel tefsiri Kuran yorumunda son söz kabul ettiğimiz zaman yaşadığımız ikinci sorun alanı eskatalojiyle ilgilidir. Yani cennet ve cehennemle… Geleneksel tefsire göre cennet pornografiktir ve bir erkeğe en az yüz adet bakire huri verilir. Cehennemse fiziksel işkence mekanıdır. Zira cehennemlikler kaynar su ve irin yemek gibi mide bulandırıcı cezalara çarptırılırlar. Ve kişi hangi büyük günahı işlerse işlesin kelime-i şehadet getiriyorsa eninde sonunda cennete girer. Ve kişi kelime-i şehadet getirmiyorsa dünyanın en erdemli insanı da olsa ilelebet cehennemde kalır. Böylesi bir cennet ve cehennem tasarımı modern insanın kabul edemeyeceği ve mide bulandırıcı bulduğu bir tasarımdır.

Geleneksel tefsiri yeterli gördüğümüzde üçüncü bir sorun alanı da bizleri modernite karşısında aciz bırakır: tarih tasarımı. Kuran göre tarih şu şekilde işler: Bir kavim Allah’a ortaklar koşar. Sonra bir peygamber gelir. Doğaüstü mucizeler gösterir. Ve o kavimden putları bırakıp tek Allah’a tapmasını ister. Kavim bu çağrıyı kabul etmez. Ve sonuçta deprem, yıldırım veya tufan gibi doğal bir yolla helak edilir. Oysa Sümerlerden beridir yedi bin yıllık insanlık tarihinde tarih burada söylendiği gibi akmaz. Haliyle Kur’an’ın tarih yorumu ve modern tarih bilimi arasındaki çelişki, aklını vahye üstün tutan bir insan için vahyin reddedilmesi sonucunu doğurur.

Geleneksel tefsiri yeterli gördüğümüzde önümüzde dördüncü bir sorun alanı daha açılır: insan antropolojisi. Geleneksel tefsire göre Adem ve Havva bir uzay aracıyla cennetten yeryüzüne indirilmiştir. Oysa arkasında aklı ve doğa biliminin desteği olan evrim kuramına göre insan doğal yollarla hayvandan ve maymundan evrilerek ortaya çıkmış bir varlıktır. Akıl ve Vahiy bu konuda çatıştığında, modern insan, aklı ve bilimi daha saygın otoriteler olarak kabul eder. Ve vahiyden uzaklaşır.

Geleneksel tefsiri yeterli gördüğümüzde bizleri rahatsız eden son mesele ise insan yaşamının nihai hedefiyle ilgilidir. Geleneksel tefsire göre insan kulluk etsin diye yeryüzüne gönderilmiştir. Yani insan hiç ama hiç sorgulamadan Allah’ın emirlerini hayata dökmekle mükelleftir. Ve bu tefsire göre, inanın nihai amacı cihad olmalıdır. Yani insan için nihai hedef kafirleri öldürmek için ve kiliseleri cami yapmak için yaşamak olmalıdır. Kulluk ve cihadın böylece anlaşılması Kur’an’ı çağımız aklı ve vicdanıyla çatışma içine sokar ve aklın egemen olduğu çağımızda sağduyulu bir birey Kuran’dan uzaklaşır.

Geleneksel tefsirimizin Endülüs, Abbasi, Selçuklu, Osmanlı barışını yarattığı dönemlerde aklın ve vicdanın geldiği yer ile aklın ve vicdanın bugün geldiği yer arasında dağlar kadar fark kadar. Geleneğimizin tefsiri eski dönemlerde burada bahsettiğim kusurlarla tezahür etmiyordu, Geleneksel tefsirimiz eski dönemlerde çok kültürlü, adil bir barış ve mutlu bir toplum yaratabiliyordu. Ve o çağın Kur’an tefsiri o çağın doğa ve tarih bilimleriyle barışıktı. Fakat modern bir dünyada yaşadığımız bugün, geleneğimiz çoktan meyvelerini vermiş, bu meyveler çürümüş ve elimizde Kuran tefsiri namına modern insan için hayli rahatsız edici bu sonuçlar kalmıştır. Bu durumun sonucu ya kitlesel dinden uzaklaşma ya da modern uygarlığı tümden reddeden ve İslam namına kabul edilemez bir şiddeti uygulayan IŞİD gibi oluşumlardır.

TARİHSELCİLİK: BAŞARILARI VE ÇIKMAZLARI

Geleneksel tefsirin bu yetersizliklerine alternatif olarak Fazlurrahman Kuran’ı yorumlamada yeni bir yöntem önerdi: tarihselcilik. Tarihselci görüş bizlere Kuran’ın lafzında takılıp kalmamayı, onun çağlarüstü gayesine odaklanmayı öğretti. Önemli olan Kuran’ın getirdiği ve yedinci asır dışında bir geçerliliği olmayan kurallar değildi; birer Kuran müfessiri olarak bizler bu yerel kuralların arkasındaki evrensel ve çağlarüstü gayelere ve ahlaki değerlere odaklanmalıydık.

Nihayetinde Fazlurrahman tarihselciliği vesileliğiyle bizler Hazret-i Muhammed’i yedinci asırda toplumuna isyana zorlayan bireysel ve kamusal ahlaki ıstırapların özünde neler olabildiğini olabildik. Ve İslam’ı yeniden evrensel ve çağlarüstü bir ahlak manifestosu olarak formüle etmeyi becerebildik. Yine tarihselcilik yoluyla bizler Kur’an’ın derdinin bir kadın-erkek eşitliği yaratmak olduğunu ve Kur’an’ın dinler arası bir barış yaratmaya çabaladığını öğrendik. Yine tarihselcilik yoluyla bizler demokratik bir siyaset tasarlamayı becerebildik. Ve çağımızda aklın ve felsefenin geldiği yer ile Vahiy arasında bir diyalog ve yoldaşlık ilişkisi kurmayı becerebildik.

Fazlurrahman tarihselciliğinin başarılarıyla ilgili çok şey söylenebilir. Fakat bu tarihseciliğin yapısal bir zaafı, nihayetinde Mustafa Öztürk gibi tarihselcileri, Kur’an’ın Allah kelamı değil de Hazret-i Muhammed’in sözleri olduğunu söylemeye götürdü. Tarihselcilere göre Kuran’a anlam verilirken onun estetik mucizeliği ve sanatsal yapısı mülahazadan tamamen hariç tutulur. Ve Kuran tamamen zahirine göre anlamlandırılır. Bu zahir de bizim bugün bu zahirden anladığımız şey değil, yedinci asır Arabının, Peygamber’in ilk sahabilerinin bu zahirden anladığı manadır.

Kuran’ın anlamı zahirine, bu zahir de yedinci asır Arabının havsalasına hapsedildiğinde, artık Kuran’ın lafzından evrensel ve çağlarüstü bir beyana ulaşmak da kabil olmaz. Fazlurrahman tarihselciliğinin meyvelerini verdikten sonra bugün geldiği çürüme durumu budur. Bugün iyi bir tarihselci, Kuran’da Hazret-i Muhammed’in ve yedinci asrın ufkunu aşan çağlarüstü bir mesaj görmekte hayli zorlanacaktır. Ve o müfessir, Mustafa Öztürk gibi, Kuran’ın Allah’ın değil de Hazret-i Muhammed’in kelamı olduğunu söylemek zorunda kalacaktır.

KURAN YİRMİ BİRİNCİ ASRA DOLAYSIZCA HİTAP EDER

Hazret-i Muhammed son peygamberse ve Kur’an insanlık için inmiş son ilahi kitapsa, Kur’an’ın yirmi birinci asra doğrudan hitap edebilen bir veçhesi olmalıdır. Geleneksel tefsir ve tarihselci tefsir Kur’an’ın çağımıza doğrudan hitabını keşfetmekte başarısız olmuştur. Oysa bu hitap vardır. Bu hitabın keşfedilmesi ise Kur’an’ın estetik bir mucize olduğunun ortaya çıkarılmasıyla mümkün olacaktır.

Kur’an kendi deyimiyle eşi benzeri getirilemez bir mucizedir. Bu mucizeliğin pek çok boyutu var. Bu boyutlardan biri de Kuran’ın sanatkarane işlenmiş yapısının Kuran’ın her çağda her müfessir tarafından taze bir biçimde ele alınmasına müsaade ediyor oluşuyla ilgilidir. Ben bu yazının geri kalanında Kuran’ın bu estetik yapısının onu nasıl dolaysızca çağımıza hitap eder hale getirdiğini ele alacağım. Yazdıklarım Kur’an’ı çağımıza taşımada bir yöntem önerisi olarak okunabilir. En son söyleyeceğim şeyi baştan söylemem gerekirse, Kur’an bizlerin bugün içinde yaşadığı çağla dolaysızca konuşan ve bu çağda düşünceye istikamet, hayata mutluluk ve topluma adalet getirme yeteneğine sahip bir kitaptır. Ve eğer doğru okunursa, Kur’an’ın yirmi birinci asrın küresel dinini tesis etme yeteneğine sahip olduğu da görülecektir.

Yazının geri kalanında bu yöntem ilkelerini örnekleriyle ele almak istiyorum. Önce İslam medeniyet tarihinden öğrendiğim yöntem ilkelerini, sonra Batı medeniyetinden miras aldığım yöntem ilkelerini şerh edeceğim. Sonra da bizatihi Kur’an’ın kendisini okumaya dair kendisinin verdiği yöntem ilkelerini detaylı bir biçimde ele alacağım.

İSLAM GEENEĞİNDEN TÜRETTİĞİM YÖNTEM İLKELERİ

Kur’an’ın akılla ve içinde yaşadığımız çağla barışının kurulmasında birinci ilke İbn Teymiye’den gelir. İbn-i Teymiye şöyle der: “Biz vahye körü körüne teslim olmuyoruz. Biz vahyin arkasındaki akla bağlanıyoruz.” Bu ilkenin bir uygulaması “müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün” ayetidir. Geleneğimizin müfessirleri bu ayetten evrensel bir hüküm çıkarmış ve müşrikin tek hakkının öldürülmek olduğunu söylemiştir. Oysa bu ayet en az yedi ayetlik bir pasajın parçasıdır. Ve bu pasaj şöyle der: “ey Müslümanlar! Siz müşriklerle bir barış sözleşmesi yaptınız. Bu müşriklerin bir kısmı anlaşmasına sadık… Siz de onlarla anlaşmanıza sadakatle devam edin. Bu müşriklerin bir kısmı ise bu barış anlaşmasına rağmen size defalarca ihanet etti. İşte bu hainleri ve bu hainlerin de hepsini değil, sadece liderlerini bulduğunuz yerde öldürün.” Ayetin bağrındaki akıl böylece keşfedilince akıl ve vahiy arasında bir çelişki kalmıyor.

Kur’an’ın çağımız için anlamlandırılmasında ikinci ilke yine İbn-i Teymiyye’den gelir. İbn-i Teymiyye şöyle der: “Akıl ve vahiy çatışmaz. Böyle bir çatışma görüyorsan ya aklını doğru kullanmamışsındır. Dön aklını içeriden kritik et. Ya da vahyi yanlış anlamışsındır. O zaman da dön vahyin dil olanaklarını derin bir biçimde etüt et.” Bu ilkenin bir uygulaması “erkekler kadınlar üzerine otoritedir” diye çevrilen “erricalu kavvamuna ala nisa” ayetidir. Ki bu hükmü bugün en gelenekçi âlim bile kendi kızına kabul ettiremez. Burada akılla vahiy arasındaki çelişkiyi çözecek ‘kavvam ala’ kelimesinin tam olarak ne anlama geldiğini keşfetmektir. Örneğin Tevbe Suresinde Allah şöyle der: “Ey peygamber! Münafığın kabrine ‘kavvam ala’ olma”. Yani “münafığın kabri önünde hürmetle ve saygıyla ayakta durma.” Ya da Rad Suresinde ‘kavvam ala’ tabiri ‘muakkibatun li emrih’ anlamında kullanılır. Yani ‘bir işin takibini yapan kişi’ anlamında… Bu iki ayetten bakınca “erkekler kadınlar karşısında ‘kavvam ala’dır” demek “erkekler kadınlarının huzurunda saygıyla ve hürmetle ayakta durmakla ve onların işinin takibini yapmakla mükelleftirler” demektir ki, bu bir çeşit erkeğe yüklenmiş şövalye ahlakıdır. Ve buradan bakınca yine akıl-vahiy barışı sağlanmış olur.

Kur’an’ı çağımıza taşımada üçüncü bir yöntem ilkesi Cürcani’den gelir: Cürcani’ye göre akıl-vahiy barışını sağlayan, Kuran’ın estetik dilinin ve edebi sanatlarının çözümlenmesi faaliyetidir. Bu ilkeye bir örnek, Davud’la beraber tespih eden dağlar ve kuşlar ve Süleyman’dan kaçan karıncalardır. Zahiri haliyle mitolojik duran ve zahiri haliyle modern bir akıl tarafından kolaylıkla reddedilen bu ayetlerin edebi çözümlemesi yapıldığında vahiy akılla barışık hale gelir. Kur’an etimolojisi sözlüklerine göre yedinci asır Arapları çok kuvvetli bir topluluğa, yani bir orduya ‘dağ’ derlermiş. Yine bu etimoloji sözlüklerine göre “şöyle yaparsan şu olur, böyle yaparsan bu olur, sen en iyisi şöyle yap” diyerek muhatabına yol gösteren, yani strateji çizen kimselere yedinci asır Arabı ‘kuş’ dermiş. Bir yerden bir yere gizli gizli haber götüren kimselere ise yedinci asır Arabı ‘karınca’ adını verirmiş. Buradan bakınca Davud’la beraber tespih eden dağlar ve kuşlar Davud’un ordusu ve stratejisyenleri, Süleyman’dan kaçan karıncalar ise bir casus örgütü olarak anlaşılmak durumunda oluyor, ki ayetler böyle çözümlendiğinde akıl-vahiy barışı da sağlanmış oluyor.

Akıl-vahiy barışını sağlamada dördüncü bir yöntem ilkesi yine Cürcani’den gelir. Cürcani’ye göre Kur’an’ın eşi benzeri getirilemez bir mucize olmasını sağlayan, onun edebi sanatlarla yoğrulmuş yapısıdır. Bu ilkeye bir örnek şu ayettir: “İsa balçığı alır, ona kuş ‘biçim’ine ‘benzer’ bir biçim verir ve bu biçime ‘ruhundan üfler’di. Ve o da kuş olur uçardı.” Ayetin ilk kastettiği şey yüksek insani değerlere sahip olmadığı için ‘balçık’ adını almaya layık ilk havarilerin İsa’nın mesajı aracılığıyla yüksek bir idealin bülbülleri haline geliş sürecidir. Fakat ayetin mucizeliği daha derindedir. Modern sanat felsefesi “sanat eseri nedir?” sorusuna üç alternatif yanıt veriyor: “1. Sanat eseri gerçeğin taklididir. 2. Sanat eseri güzel bir biçimdir. 3. Sanat eseri sanatkarın ruhundaki ilhamları önündeki malzemeye üflemesidir.” Bu ayette Hazret-i İsa’nın mucizesi aracılığıyla modern sanat felsefesine bir işaret bırakılıyor. İsa kuşa benzer bir şey yaptı: yani gerçeğin taklidi. İsa bu şekli kuşun biçimine benzetti; yani biçim. Ve İsa bu kuşa ruhundan üfledi; yani ruhunun ilhamlarını dökmek. Ayet böyle çözümlenince mitolojik olduğu için modern akıl tarafından reddedilen bu ayet birden bire eşi benzeri getirilemez bir mucizeye dönüşüyor.

Kuran’ın akılla ve çağla ilişkisini kurmada beşinci ilke İmam Eş’ari’den gelir. İmam Eş’ari’ye göre Kuran’ın lafzi kelamı yaratılmıştır. Kuran’ın nefsi kelamı, yani manası ve maksadı ise evrensel ve çağlarüstüdür. Bu ilkeye bir örnek, Kureyş Suresidir. Sure “Kureyş kabilesi bu evin rabbine ibadet etsin” der. Kureyş kabilesinin çağımız için hiçbir güncelliği ya da önemi yoktur. Yani burada lafzi kelam tarihseldir ve yaratılmıştır. Fakat lafzi kelamın arkasındaki mana ve maksat, yani nefsi kelam evrensel ve çağlarüstüdür. Zira bu surede Kureyş sadece bir örnektir. ‘Kureyş’ ve ‘bu ev’ yerine on altıncı yüzyılda ‘Osmanlı’ ve ‘Topkapı Sarayı’nı, on dokuzuncu asırda ‘İngilizler’ ve ‘Westminister Sarayı’nı, yirmi birinci yüzyılda ise ‘Amerikalılar’ ve ‘Beyaz Saray’ı koyabilirsiniz. Lafzi kelam’dan nefsi kelam’a bu geçiş yapıldığında, sure, çağlarüstü bir hal alacaktır.

Kur’an’ın çağla ve akılla barışının sağlanmasında İslam geleneğinden gelen son ilke, İhvan-i Safa’ya dayanır. İhvan-ı Safa’ya göre, Kuran ezeli ve ebedi bir hikmettir. Ve yeryüzünde söylenmiş tüm temel hakikatlere birer işaret bırakmıştır. Tevil yoluyla Kuran, bizleri yedi kıtada söylenmiş tüm hakikatlere açar. İhvan-ı Safa’nın getirdiği bu ilkenin bir uygulaması Kuran’daki ahlak felsefesine ilişkindir. Kur’an Kant, Nietzsche ve Sartre’ın ahlak felsefesinin çekirdeklerine dair birer cümle barındırır bünyesinde ve kendi okurunu bu filozofları öğrenmeye ve kendine mal etmeye teşvik eder. Kant’a göre Yahudiliğin temel buyruğu olan “kendine yapılmasını istemediğin şeyi başkasına yapma” düsturunu hayata geçirmek kişiyi kendi kendisinin kralı yapar. Bu ilke Kant’ın ahlak yasasının çekirdeğidir. Kur’an, Maide Suresinde Yahudilere “Allah sizi birey birey krallar haline getirdi” diyerek Kant ahlakını tasdik eder. Nietzsche ahlakı insanın hınç adlı kölelik zincirinden sıyrılması ve tanrısallaşmak ve tanrıların tattığı sarhoşluğu tatmak üzere rekabet etmesi üzerine kuruludur. Kur’an A’raf Suresinde “Allah cennette sizleri gıll’dan, yani hınç denen zincirden kurtaracak” dediğinde ve Mutaffifin Suresinde “Allah’a yaklaştırılmış ve tanrısallaştırılmış olanların içtiği tesnim şarabından içmek için yarışın” dediğinde Nietzsche ahlakını tasdik eder. Sartre felsefesine göre ise insanın kaderi tamamen onun özgür iradesiyle kendini adadığı şeylere bağlıdır. Kur’an İsra Suresinde “her bireyin kuşu, yani kaderi, onun boynuna, yani kendini adadığı işe göre yazılmıştır” dediğinde Sartre ahlakını tasdik eder.

BATI GELENEĞİNDEN TÜRETTİĞİM YÖNTEM İLKELERİ

Kuran okumada İslam geleneğinden türettiğim bu altı ilke harekete geçirildiğinde Kuran ve modern akıl arasında sorun teşkil eden pek çok husus bir çözüme kavuşacaktır. Fakat İslam dışı hermeneutik geleneği de en az İslam medeniyeti mirası kadar Kur’an’ın çağlarüstülüğünü keşfetmede yardımcı olacak ipuçları vermektedir. Burada Kur’an’ı yorumlarken İslam dışı kaynaklardan türettiğim ilkelerin bir dökümünü yapacağım.

İlk ilke, ünlü şair ve edebiyat eleştirmeni T. S. Eliot’tan… Eliot’a göre bir sanat klasiği yerel bir örneği alır, onu sanatkarane işler ve bu yerel örneği evrensel bir düşüncenin arketipi yapar. Buna verebileceğim bir örnek, Tevbe Suresindeki haram aylardır. Bu ayete göre belli aylarda savaşmak kesin olarak haram kılınmıştır. Fakat yedinci asır Arap toplumundan başka haram aylar uygulamasının bir örneği yoktur. Bu durumda bu ayeti çöpe mi atacağız? Hayır. Zira örnek yereldir, fakat örneğin arkasındaki felsefe evrenseldir. Mitoloji dinlerinde yılın her ayı hayatın başka bir faaliyetine karşılık geliyordu. Kuran bu hususa bir işaret bırakır. Örneğin, Kuran yılın her ayında indirilmiş olmasına rağmen, Bakara Suresi Ramazan’ın Kuran ayı olduğunu söyler. Dört haram ay ayetiyle Kuran’ın vurgulamak istediği husus, hayatın belli alanlarının kesin olarak savaş dışı tutulması lüzumudur. Örneğin gıda paylaşımı, ilaç paylaşımı, kültür paylaşımı gibi hususlar kesin olarak savaş dışı tutulmalıdır. Böyle yorumlandığında yerel gibi görünen bu ayet, evrensel ve çağlarüstü bir ilkeyi dile getirmektedir.

Benim Kur’an’ı anlamada Batılı gelenekten öğrendiğim ikinci husus Ricoeur’un dile getirdiği üçlü mimesistir. Yani önce tarihte bir olay vuku bulur. Ve bu olaya referansla bir hüküm iner. Bu ilk mimemis’tir. Sonra bu hüküm kitaba taşınır. Ve bu hüküm kitapta ayrı bir mantık teşkil eder. Bu ikinci mimesis’tir. Daha sonra okuyucu kitaptaki hükmü kendi çağına taşır. Bu üçüncü mimesis’tir. Burada üç mimesis’nin hakkı da ayrı ayrı verilmek zorundadır. Benim bu ilkeye verebileceğim örnek, Ali İmran Suresinde dile getirilen Uhud Savaşı’dır. Biz Uhud Savaşını yaşamadık. Bu yüzden Uhud Savaşının bizim içim bir güncelliği yok. Ama Kuran Uhud Savaşını kendi bünyesine taşıdığında onun anlam ufkunu da çağlarüstü hale getiriyor. Örneğin bu savaş için şöyle diyor Kur’an: “karh’tan, yani bünyeye yayılmış mikroplu yaradan sonra İslam!a sahip çıkanlar büyük mükafat görecek.” Burada ‘karh’ yani mikroplu yara Uhud Savaşıyla ilgili bir olgu olmaktan çıkıyor ve İslam’ın bin dört yüz yıllık tarihinde aldığı derin yaralar esnasında İslam’a sahip çıkan insanları muştular hale geliyor. Örneğin modernitenin ve emperyalizmin mikroplu yarası bünyeye işledikten sonra İslam’a sahip çıkan kuşakları muştular hale…Yani pasaj bu haliyle evrensel ve çağlarüstü oluyor.

Kuran’ı anlamada Batılı kaynaklardan öğrendiğim üçüncü husus ise Gadamer’in entegrasyon ve ufukları kaynaştırma ilkesidir. Kutsal metnin tarihte hangi olguya karşı nüzul ettiyse onla ilişki içinde okunması gerektiğini vaz eden Betti’ye karşı, yani Fazlurrahmancı tarihsellik anlayışına karşı, Gadamer metni yorumlarken metnin nüzul etmesine vesile olmuş tarihsel olayları paranteze almak ve metinle çağımız arasında dolaysız bir temas kurmaya çabalamanın gerekli olduğunu söylüyordu. Bu ilkeye verebileceğim örnek, Tevbe Suresidir. Tevbe Suresi yedinci asırdaki Tebuk Seferi için bir seferberlik çağrısıydı. Ve bugün pek çok tarihselcimiz de Tevbe Suresini Tebuk Seferiyle ilişki içinde okur. Oysa sure iki evrensel değer namına bir seferberlik çağrısıdır ve her iki değer de oldukça günceldir:

(1) Sure mescitleri imar etmek için bir seferberlik çağrısıdır. Yani toplumu toplum yapan tüm kurumları imar etmek adına bir çağrıdır Tevbe Suresi.

(2) Sure sıradan halkı sömüren en zengin yüzde bir ve onların ideolojik destekçilerine karşı bir evrensel adalet mücadelesine çağrıdır. Yirmi birinci asır yeryüzünde en zengin yüzde birin ve onların ideolojik destekçilerinin yeryüzünü ne kadar ifsat ettiği ortadayken, Tevbe Suresi, Tebuk Seferine hiç müracaat etmeden de güncel ve çağlarüstü bir hitap olarak okunabilir.

Benim Kur’an’ı anlamada Batılı kaynaklardan öğrendiğim son ilke vahyi okumayı bir Bildung ve tanrısallaşma vesilesi haline getirmektir. Benim Kur’an’dan anladığım kadarıyla Allah’a ubudiyetin gayesi de insanın hayvani köleliklerden sıyrılıp Tanrı dostu olacak makama gelebilsin diye bir eğitim sürecine girmesidir. Fakat bu hususu makalenin sonlarına doğru uzun uzun ele alacağım için burada bir işaret bırakıp geçiyorum.

Makalenin devamı için linki tıklayın: KURAN’I YİRMİ BİRİNCİ ASRA TAŞIMADA BİR YÖNTEM ÖNERİSİ

Esat ARSLAN

1 Yorum

  1. Necati Yilmaz Cevapla

    Gayretinizi şukranla karşılıyorum…
    Kur’anin
    -özü hidayt
    -ilkesi şahadet
    -va’di felatır
    Bu Kur’anin muhkemati özü (um)
    Diger ayetler müteşabihat form (biçim ağaç)

    Kur’anin öz odaklı tefsiri
    Agaca göre meyve degıl meyveye göre agaç..

    Gücüm yetse ben yapardim
    Güçü yetene aşk olsun…

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir