Acı beden ile zihin arasındaki köprüleri yıkan ve düşünceye gem vuran bir itkiye sahip. Ve buna ek olarak dozajı arttıkça belirginleşen şuursuzluk ilginç bir şekilde alınan kararlara dair düşünme süresini kısaltıyor. Biraz evvelce en basit konularda bile uzun uzadıya düşünmeye teşne akıl, bir anda ilk yola sapmaya meylediyor. Acının bu baskılayıcı niteliği şaşırtıcı. Elbette duygusal ve zihinsel olarak ayrımı var bir de. Hangisinin daha zor olduğunu artık bağlamıyla birlikte değerlendirebiliriz. Zira, her insanın doğasında çektiği acının başkalarına nazaran çok daha derin ve dayanılmaz olduğu yanılgısı vardır. Bunun sebebi acı eşiğinin ve yaşam deneyiminin yetersizliğidir. Oysa, yeterince acı görmüş bir insanla konuştuğunuzda, ölümü bile hayatın doğal akışı içerisinde değerlendirdiği görürüz. Alışmışlık, o sonsuz ayrılık anını dahi içselleştirmesine yol açar. Ha sancılanmaz mı yüreği, elbette sancılanır! Lakin, değiştiremeyeceğini bildiği şeyler için dövünmenin anlamsızlığı ve her insanın acılarla büyüyerek ölüme yürüdüğünü kanıkmaması tepkilerini dinginleştirir. Ayrılıkları, özlemleri ve kayıpları yadırgamadan yoluna devam etmeyi öğrenir içine düştüğü yaşamdan.
Acının ıslah edici, arındırıcı bir yanı da vardır. Savaşlara, ölümlere tanıklık etmiş insanların yaşadıkları travmaların neticesinde davranışları bambaşka bir yöne evrilir. Kimileri bundan olumsuz çıkarımlar elde ederek kötülüğe dair emareler hatta eylemler ortaya koyabilirler. Buna rağmen sanatın ekseriyetinin acıyla yoğrularak ortaya konduğu herkesin malumudur. Dostoyevski‘nin birkaç dakika kala iptal edilen ölüm emrinin onlarca yıl boyunca taşıyacağı ağır bir yük olması günahkar ruhuna indirilmiş ilahi tokattır ona göre. Bu sebeple, derin yaralar kabuk bağlamaz ve insan kaşıdıkça daha fazla kanarlar. Ki, o da herkes gibi kaşıdı durdu istemsizce… Zweig‘ın memleketinden sürgünü ya da Tarkovski‘nin bir mülteci kampında hastalıkla boğuştuğu korkunç geceler… Acı çeken muazzep ruh, yaşamın solgun yüzeyinden sızan ölgün ışıkları yakalar ve gölgede kalanlara ayna tutar. Antik çağ şamanları misali, tanrısal bir ulviyet kazanır böylece. Bilgelik ve vukufiyet ile tecelli eden hikmetli imgelerin raksı görenlerin gözlerini kamaştırır. Oysa çürümeye başlayan etin kokusu ve yatağından ayrılan kanın tadı yayılır etrafa.
Acı algısal farklılıkları da ortaya çıkarır. Toprağın yağmurun ardından yaydığı güzel kokuyu hatırlatırcasına, ölümün ve ardından sancılar içerisinde yaşanan kutsal doğumun nihayeti sanat denilen olgunun zuhur edişidir haddizatında. Behemehal, acının türleri, merhaleleri ve sahipleri vardır. Çünkü yaralarını kanatmamış olanlar bilmez kanın verdiği tazeleyici hazzı. Bundan sebep yarayla eder yaralanmamış olan. Bir kuyunun başında durur da kör gözleri seçemez karanlığı asıl aydınlatanı! Siz hiç yüreğinizi tuttunuz mu avuçlarınızda? Sımsıcak, kanlar içinde ritmik kıpırtılarla… Mümkün değil elbette kalbini çıkarıp tutmak ama bir de acı çekene sormak gerekir bunu! Duygusal yıkımların yaşattığı dehşetengiz etkiyi anlatmak için harcanan zamana nice medeniyetlerin tüm varlığı rahatlıkla sığabilir. Kütüphanelerin ve özenle doldurulan sayfaların acı üzerine not düşmekten fazlası olmadığı aşikardır. Çırpınan ruhun ve çaresiz aklın kelimelerle seslenme çabası, varoluşunun hakikatine ulaşmaya uğraştıkça karşısına çıkan anlamsız olaylar silsilesinin beyanıdır. Soy kabuğunu, soydukça daha fazlasını bekleyen meraklı insan! Kaderin, tecessüm gösterdiğin ölçüde kırılan hayallerinin parçalarının dökülüşünü izlemek değil midir?
Emre BOZKUŞ
Son Yorumlar