“Cehennem, acı çektiğimiz yer değildir. Cehennem, acı çektiğimizi hiç kimsenin bilmediği yerdir.”
Hallac-ı Mansur
Türkiye’de eğitim-öğretimden değil, yalnızca dayatma ve kodlamadan bahsedebiliriz. Bunu görmek, ispatına şahitlik etmek için de cilt cilt kitap okumaya, onlarca saatlik belgeseller izlemeye gerek yok. Kendi hayatlarımıza bakmamız yeterli. Ulusal kanallarda uzmanların katılımıyla yapılan programlarda, daima “eğitim ailede, evde başlar” denilerek önemli bir noktaya değinilir. Bireysel oluşum ve gelişimin safhalarında atılan ilk önemli adımlarda ailenin rolü en az okul kadar belirleyicidir.
Ancak birçok evde para vermek ve arada korkuya dayalı saygı illüzyonuyla bunu hatırlatarak üstünlüğünü perçinlemek, ebeveynlerin yetiştirme usullerinin temel dinamiğini oluşturmaktadır. Islah eden, tımarlayan bu benlik yoksunu ebeveynlerin önünü açtığı nesiller de haliyle kendileri gibi kimlik bilincinden yoksun halde yaşayacak ve gölge bireylerin sonu gelmeyecektir. Yaşanılan her olay neden-sonuç ilişkisine dayanır ve her adım muhakkak bir öncekinin tekrarına sebep olur.
Çocukların anne babaya borçlu oldukları algısı çocuklara öylesine yoğun bir biçimde pompalanır ki, neticesinde yalnızca biatı içselleştiren köleler devşirilir. Öyle bir aptallaştırmadır ki bu, varoluşlarını kendileri seçemeyen, ebeveynlerinin mülkiyet arzularının kurbanı olan insanlara sanki varlıkları anne-babaları tarafından armağan edilmiş gibi davranmaya itilirler. Mutlak biat ve sorgulanmaz şükre muhtaç kılınırlar.
Aksi takdirde toplum denilen mezbahanın keskin yargısında can vermeleri herkesin boynunun borcudur. Aykırı olanın ayıklanmaması kabul edilemez. Ayrıksı ayaklanırsa şayet, baştaki kokuşmuşluğu örten algı perdesini aralaması ihtimali doğacaktır, ki böyle bir ihtimali kanıksamak mümkün müdür? Maazallah özgürlük bilinci kazanırsa, üstelik bir de utanmadan yayarsa, ekmeğini kitlelerden kazanan keneler karınlarını nasıl doyurur? Nayır, nolamaz!
Yeşilçam filmlerinde sürekli bir azla yetinmek vurgusu yapılır. Sistemin kusurlarını hoş gösteren, hadi olmadı bari kusurlarını revize edip devamını sağlamaya çalışan karakterler durmadan idealize edilir, onlar gibi davranılması yönünde telkinlerde bulunulur. Bu bakımdan Forrest Gump ile Yaşar Usta’nın pek de farkı yok aslında. Birey toplumun çarkları arasında tüketilirken ortaya çıkarılan ucube yaşam tarzının ikamesi için yaşayan kuklalar! Din, ırk, coğrafya falan işin sosu yani; asıl yedirilen yemek itaat edenin kazanacağı vaadi. İtaat etmeyenin halini ise Forrest Gump’ı izleyenler iyi bilir.
Cehaletin yüceltildiği bir çağda oturup da uzun uzun sinematografik tahlil yapacak değilim, içim sıkılıyor züppeliğin ve kibrin özgüven olarak benimsenip kabul görmesinden. Söyleyeceğim yegane şey beni ve benim gibileri yolun sonuna doğru iten bu riyanın rüyaymış gibi takdim edilmesi. Politik Kamera kitabını tavsiye ederim. Sinemanın göründüğü kadar olmadığını, gözden kaçan detayların neler anlattığını güzel örneklerle açıklar. Ayrıca her zaman Çehov’un ünlü sözünü anımsatır. Tabancayı gösteriyorsan, patlatacaksın!
Sahi o tabanca neden patlamak zorunda? Doğrusu çoğu bunu anlamaz ama söylemeye de cesareti olmadığından ezberinde tutar; illaki lazım olur nasıl olsa. Çünkü bir şekilde cehaletini aşikar ederse bu ondan bir şeyler eksiltecek sanır, oysa değişecek tek şey statü olacaktır; zaten şu yerin dibine batası(!) statü endişesi değil mi bizleri bu absürt komediye tarafgir kılan tezat…
Ne diyordum, evet, Çehov’un tabancası! Bir nesne varsa gözünün önünde, bir şekilde kadraja girdiyse, işlevselliği olmak zorundadır. Fuzuli yer işgal edemez, önem arz etmelidir. Kıymetli zamanımızdan çalmamalıdır! Görüyorsunuz ya, ben de entelektüelim ve Çehov ile sinemayı bağdaştırıyorum, lütfen alkışlamayın, beni sizler yarattınız canlarım! Ha bu arada, zamanımız kıymetli mi sahiden? Onca şey görüyoruz, filmler ise odağını yalnızca bir noktaya çeviriyor. 25. Kare dediğin pornografik olmak zorunda değil illaki!
Hakikate gözünü kapatsan da arka planda acılar yaşanmaya devam etmiyor mu? Bizi bunların dışına ittiler ömrümüz boyunca. Evde başladı korku ve mecburiyetin tutsaklığı, gönüllü esaret bağlılığın gerekliliği sayıldığından ötürü kanadını bağladıkları serçenin solup yitmesini onun beceri yoksunluğuna bağladılar. Oynamak istemeyen gelin yerim dar dermiş, diye bir söz uydurdular üstelik. Dar olan sizin kafanız olmasın sakın? Kafanıza bağladığınız şeritleri çekin de bir görün bakalım cinayet alanına dönen hayatların zanlısı kim!
O konuşuyor, yorum yapıyor diye azarladığınız pısırık çocukların, büyüklerine koşulsuz şartsız saygı göstersin diye susturduğunuz günlerini ne çabuk unuttunuz! Aile toplumun en küçük yapı parçasıdır, kutsalıdır diyenler; en büyük kutsal olan insanı kendi ihtirasları uğruna yok etmekle yalnızca bugünleri değil geleceği de yok ettiğinin farkına ne zaman varacak? Gerçi utansalar, karşılarına geçip kendilerinin müsebbibi oldukları yıkımı tenkit etmekten imtina ederler. Olsun, küçüğünü seven(!) ama saygıyı haram gören, Kronos misali evlatlarını yiyerek saltanatını sürdürmeye çalışanların sonu kehanetin gerçekleşmesi ile gelmeyecek midir zaten!

Çocuklarını Yiyen Satürn(Saturn Devouring His Son), Francisco Goya, 1819-1823
Toplum yalnızca bir vaattir, kökü kadim zamanlara dayanan mutabakatın bir unsuru; ancak insan olmadan toplumun var olacağını düşünmek de bir o kadar eski bir ahmaklığın tezahürüdür. Halbuki bir yerde herkes birbirine benziyorsa, orada yaşayan kimse yoktur; yaşama dair cevaplar ise farklı adımlar atanın varacağı yerde aşikar olur.
Kumda her yürüyen iz bırakır, ardından yürüyenler adımlarını takip eder. Çağın sesini duyan ise yeni izler bırakmaya cesaret edebilendir, hayata damarlarını canlı tutan aklı köhneliğin kökünü kazıyana kadar akacak suya yön verendir. O sudur ki; çağlar, temizler ve geride berrak zihinler bırakır. Dalgaların önünü pervasızca kesenler ise kendi kendilerini zehirleyerek yaşamı çekilmez, anlaşılmaz bir işkenceye dönüştürürler ve kendi evlatlarını yemeyi yegâne çare bilirler…
Emre BOZKUŞ
Son Yorumlar