Giriş
Orhan Pamuk, edebiyata dair fikirlerini, Öteki Renkler adlı kitabında şöyle ifade ediyor: “Yazarları bildiğimiz ama yazamadığımız şeyleri yazdıkları için severiz. Hem başkalarına benzemediğimiz için edebiyatla ilgileniriz, hem de edebiyat bize başkalarına benzediğimizi öğretir.”(1) Edebiyatın işlevi ve önemi, hayatın belki de izleğini sunmaktadır. Tarih boyunca süregelen tüm çağlar içinde, insanoğlu devamlı anlatmak ve anlaşılmak çabası içinde olmuştur. Doğal olarak bu da, anlatıcı, anlatılan konu ve dinleyici arasında bir bağ kurmuştur.
Peki, bu bağ nedir? Neden edebiyatla haşır neşir olmayı severiz? Ya da neden başka insanların kurgulanan hayatlarına tanıklık etmekten hoşlanırız? Sevdiğimiz yazarları neden severiz? Şimdi, Orhan Pamuk’tan yola çıkarak bu sorulara cevap arayalım.
-I-
Edebiyat, yaşadığımız olayların hayatın olağan akışında ıskalanan ya da görmezden gelinen yönlerini gün yüzüne çıkartmaktadır. Acının, mutluluğun, ayrılığın ya da vuslatın resmini kelimelerle çizer ve sunar. Yazarın işlevi de resmin gözden kaçan detaylarını sanatkarane üslubuyla öne çıkarmaktır. Bu sebepten dolayı, kaynağını hayattan alır; hatta almalıdır. Diğer bir ifadeyle, hayattan bağını koparmamalıdır. Zira, edebiyatla haşır neşir olma sebebimiz de, yaşama ve varoluşumuza dair vardığımız noktada ortaya serilmektedir. Okuyan insan, duyarlılığının ve hassasiyetinin paylaşıldığını görmek ister; hayatın içinde tanık olduklarının ya da gözden kaçırdıklarının farkına varmak ister; en önemlisi de, yalnızlığını unutmak ister. Bahsi geçen yalnızlık kederli bir hal olmak zorunda değildir elbette, bilakis düşünen bir zihnin, özgün düşüncelerini ortaya çıkarmak için ihtiyaç duyduğu huzuru ve sükuneti sağlamaktadır. Böylece demlenen efkar, yatağına uzanır.
-II-
Başka insanların hayatına bakmak ile kendi içinde zaman geçirmek arasında doğrudan bağ vardır. Yalnız geçirilen zamanlar, yaşanılan şeyleri muhakeme etme ve hükme varma fırsatı verir. Bu sebeple, insanın günün bazı zamanlarında yalnız geçirmesi gereken zamanlara ihtiyacı vardır. Lakin öte yandan, başka insanlarla fikir alışverişinde bulunması, onları dinlemesi, özellikle anlattığından çok dinlemesi gereken zamanlar da vardır; bu zaman dilimi de önemli bir ihtiyaçtır. İnsanın dinlemeyi öğrenmemesi ve kendi içine fazlaca gömülmesi de, yararından çok zarar doğurmaktadır. Bir nehir düşünün: suyunun durulduğu kadar, akması da gerekir; eğer akmazsa, kokar. İnsan zihni de bu nehir gibidir. Eğer düşünceleri yeterince sıklıkla tazelenmez ve kendi içinde debelenir durursa, kendini zehirlemeye başlar. Bu bir delilik halidir, bencilliktir, hastalıktır. Empati yok olur, ‘ben’ içinde boğulur ve mahvolur. Bu hususta basit bir çözüm hayat kurtarır: Başkalarına yardım etmek ve onları dinlemek. Başkalarını dinleyen insan kendi sorunlarından uzaklaşır. Kendi yarattığı gerçekliğin ve kompleks hücrenin duvarlarını aşarak, prangalı zihnini özgürleştirir. Acılara tanıklık ettikçe, acının yakıcılığıyla yüzleşir. Mutluluğu tattıkça, değerinin farkına varır. Kendinden başka insanların da, benzer düşüncelere, duygulara ve hassasiyetlere sahip olduğunu idrak ederek, iç huzura kavuşur. Fakat iç huzur yalnızca başlangıcıdır bu yolun; neticede yürümeye devam edildiği takdirde nihai bir arayış içinde yaşamakla ölçülür. Okuyan insanın farkını zaten bu hususta görürsünüz, onun gözlerinde sahicilik vardır, sözlerinde hakikat saklıdır ve tanık olduklarına asla uzak bir ülkenin kıyılarında boğulan mülteci çocuk gibi magazinsel bakmaz; en azından bakmaması umut edilir. Çünkü edebiyatın amacı, mermerin içinden insan çıkarmaktan öte, insanın içinde de vicdanı hür bırakmaktır.
-III-
En sevdiğiniz yazarı ya da şairi düşünün, yazdıklarının hayatınızdaki karşılığını düşünün. Ne çok ortak noktanız var değil mi? Ne diyordu Selim Işık, “Kitaplar yüzünden çok acı çekiyorum Esat Ağabey, sanki hepsi benim için yazılmış.”(2) Böyle düşünen tek kişi de o değil ne yazık ki; yalnızlığını acılarda paylaşacak birilerini bulmak diye tarif edilebilir bahsi geçen durum. Bir his, bir ağırlık vardır, insanın göğsüne çöker ve tonlar çeker; kaldırmak istersin, kaçmak ve bu beladan kurtulmak ama fayda etmez: korkunun ecele faydası yoktur derler. Oysa korkunun en bariz örneği olan, en uç örnek ölüm bile, ardında huzura ermiş bir ceset bırakır; ama insanın huzuru bir kere kaçtı mı, durmadan kendini aratır. Huzursuzluğun kitabını yazan Pessoa mıdır sadece; ne diyordu Cemal Süreya, “Dostoyevski’yi okudum okuyalı huzurum olmadı.”(3) Kafka’nın ulaşamadığı ‘Şato’sunun önünde yargılananlar; Brecht’in Açlık Ordusu’na katılanlar; Damızlık Kızların ve Tutunamayan Selimciğim Işıkların peşine takılanlar… İşte size edebiyatın izdüşümü! Kendi otobiyografimizle bağdaştığı ölçüde severiz münevverleri; kendi acılarımızı ve kaygılarımızı paylaşabildiğimiz kadar bağlanırız onlara. Edebiyat budur, sanat budur, hepimizin en temel ihtiyaçlarından biri anlatmaktır ve bunun için de eşekten düşen birini, yarası yaramıza denk geleni aramaktayız. Nihayetinde ne demiş Horatius: “de te fabula narratur…”(4) Yani, diyor ki; anlatılan senin hikâyendir. Şimdi iyice düşün bakalım sevgili okur; senin hikayeni anlatanı, dinlemek istemez misin sen de?
Dipçe:
(1) PAMUK, Orhan, Öteki Renkler, Yapı Kredi Kültür Yayınları, 2016, Syf. 190.
(2) ATAY, Oğuz, Tutunamayanlar, İletişim Yayınları, 2014, Syf. 384. Trt Yayını – 1974
(3) Horatius – Hicivler
Emre BOZKUŞ
Son Yorumlar