Edebiyat Üzerine-III

Edebiyatın amacının ne olduğu sorusu özellikle modern çağlarda sıklıkla sorulan bir soru haline gelmiştir. Bu hususta yazarlar tarafından muhtelif fikirler ortaya konulmuştur. İngiliz hikâyeci ve dilbilimci James Joyce metinlerin vermek istediği mesajın son derece kompleks olması gerektiğini, okurunun ömrünü adamayı göze alarak bu şifreyi çözmesi gerektiğini söyler. Bunun aksine, Sovyet yazar Maksim Gorki gibi ideolojik fikirleri ile ön plana çıkan yazarlar ise edebiyat yoluyla halkın bilinçlendirilmesi gerektiğini iddia ederler. Joyce‘un okurundan anlam arayışı beklentisinin aksine anlamın basit bir şekilde sunulması taraftarıdır. Çünkü Joyce’a göre sanat, sanatçı içindir. Onun arınması için düzenlediği bireysel bir ayindir. Bu açıdan bakıldığında bir nevi ilahlaşan yazarın beklentisi, okurun da ona iştirak ederek aynı düşsel dünyaya iştirak etmesidir.

Öte yandan Jack London ve John Steinbeck gibi yazarlar incelendiğinde ise, avam denilen sınıfın hikayesinin anlatıldığı ama Gorki‘den farklı bir yol izlendiği görülür. Gorki‘nin aksine bu yazarlar ideolojik bir pencere açmaktan çok gerçeği olduğu gibi aktarmayı tercih etmişlerdir. Gorki bahsi geçen yoksul kesime sosyalizm’i çare olarak gösterirken, Steinbeck bunu tercih etmez. Onun karakterleri yoksul kesimden ama çoğunlukla kırsalda yaşayan çiftçi insanlardır. Bu insanların derdi sahip oldukları yaşam koşullarında içerisinde var olmak ve belirli sınırlar dahilinde sahip oldukları huzuru muhafaza etmektir. Gorki‘den farklı yönü budur. Gorki şehirleşmenin içinde yaşam alanı küçülen insanları anlatırken çözümü isyanda bulur ama Steinbeck böyle bir reçete sunmaz. Köylerin, geniş arazilerin içinde yaşayan ve şehrin kalabalığından uzakta sakin hayatlar süren söz konusu insanlar, kendi dünyalarında dış dünyadan kopuk bir anlayış, izole bir kültürel birikim inşa etmişlerdir. Metinleri de böylece hayatlarıyla özdeşleşmiştir.

Çiftlik denilince akla gelen diğer bir Rus yazar olan Tolstoy ise, ömrü boyunca cinsellik, din, vatan kavramlarına dair tabular içinde arayışlarda bulunmuş, arayışlarının neticesinde bir çok önemli romanı ortaya koymuştur. Kurgunun ve anlatımın yapısına o denli hâkimdir ki, bir mimar edasıyla inşa ettiği metinleri okurken okurun zihni açılır. Karakterleri, yaşanan olayların aksettirilişi ve akış sihir gibidir. Şayet Tolstoy okuyan birinin ondan etkilenmemesi, onun izlerinin taşımaması handiyse olanaksızdır. Özelikle Anna Karenina adlı eserinde öyle mahir bir şekilde işler ki tabuları, Dostoyevski bile açıkça hayranlığını dile getirir. Ahlak nedir, doğru nedir, insanı hayatta tutan ve yaşamını anlamlı kılan değerler nelerdir… Savaş ve Barış, Suç ve Ceza romanları bu iki yazarın ikilemler arasında kalan insanların yaşayışlarını işlediği gerçeğini ele vermektedir. Dostoyevski daha hızlı ve bir anlamda tüketime uygun, anlatımı savruk eserler vermiştir. Bunun sebebi kumar parası kazanmak için yazıyor olmasıdır. Fakat insan ruhunu kitap okurcasına incelemesi ve inanılmaz bir yetkinlikle eserlerinde sunması gerçeği gözardı edilemez. Öyle ki, Stefan Zweig onun için insanlığın sınırlarında gezinen bir gardiyan diyerek bahsetmiştir. Varoluşçu yazarlar onun fikirlerinden ilham almıştır. Hatta psikanalizin kurucusu Sigmund Freud‘un bile tekniklerini onun romanlarındaki tahlillerine dayandırdığı çoklukla bilinir. Bu açıdan Tolstoy‘un tarihsel ve derin okumalarıyla, Dostoyevski‘nin insanın doğasını merkeze alan noktaları kimi noktalarda iç içe geçer ve okur için ortaya şahane bir tat çıkar.

Tolstoy düşünüldüğünde başka bir soru daha akıllara gelecektir; yazarın mesaj kaygısı olmalı mıdır? Hayır. Yazarın vereceği mesajı olmalıdır fakat mesajın içeriği kurguyla birlikte kendiliğinden akmalıdır. Mesaj kaygısı metni plastik hale getirir, ki bu da okurun yakınlık kurmasını engeller. Okura ne düşüneceğini söylemekten ziyade düşünmesi ve sorgulaması için doneler vermesi yeterli olacaktır. Yani yazarın amacı öğretmek değil, öğrenme sürecinde aracı olmaktır. İşte Steinbeck ile Gorki arasındaki fark bu hususta şekillenmektedir. Gorki‘nin kalitesi tartışılamaz fakat eserlerinde yer yer denk gelinen uzun felsefi cümleler, metnin okunuşunu zorlaştırmaktadır, ayrıca sovyet gerçekçiliğinin öğretme kaygısı da buna örnek verilebilir. Steinbeck ise öğretmekten ziyade anlatmaya odaklanan ama kalitesi ne Joyce ne de Tolstoy seviyesine çıkabilen bir yazardır. Fakat metni angaje hale getirmeden ana fikre odaklanması bakımından önemlidir.

Hakeza Jack London ve Mark Twain gibi diğer Amerikalı yazarlar da kalite olarak belirli bir çıtayı aşamazlar ama meramını bir yerlere dayandırmadan, fikri kendine payanda etmeden anlatmayı tercih ederler. Tıpkı Kafka gibi. Acısını çekmediği, yüreğinin derinlerinde hissetmediği hiçbir şeyi yazmayan ve bu sebeple Kafkesk diye tabir edilecek kadar önemli bir adıma imza atan bir dehadır. Bu açıdan yazar, aynı zamanda aydındır ve entelektüel vizyonuyla yol gösterici olmalıdır. Tıpkı Proust gibi çağının ayak izlerini, geçmişinin anıları arasında arayan ve tüm samimiyeti ve içtenliğiyle insanlara ışık tutan bir münevver olmayı seçendir. Lakin benliğini yüceltmek tutkusuyla hareket edecek olursa, kelimeler yalnızca duyguların aşınmasına, düşüncenin yozlaşmasına aracı olur. Binaenaleyh, edebiyatın bir amaç ya da bir araç olduğunu düşünmektense, temel bir arayışın ya da eğlencenin unsuru olduğu görülmelidir. Şayet yazmak hasletine sahip olan kişilerin yazım sırasında yaşadıklarının bir arınma ve yükten kurtulma olduğu bilinirse, metne yüklenen gereksiz ağırlık da atılmış olur. Zira kelebeğin güzelliğini sevenin, kanatlarına ağırlık yüklememek gerektiğini de bilmelidir!

Emre BOZKUŞ

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir