Kitap Yakılan Yerde Elbette İnsan da Yakılır-Kitapkırım Notları

Tarihi süreçleri derinlemesine incelemek için o döneme ayna tutan eserlere bakmak gerekir. Marx‘ın fikirlerini yayımladığı eserleri Dickens‘ın karakterlerinin zihninde ilk parıltıları uyandırmıştı. Dünya savaşının yıkıcılığı Celine‘ın kaleminde vücut bulmuştu. Modernizmin değerlerinden ve kendine dair tanımlarından kopararak kimliksizleştirdiği yitik kitleleri “Kafkaesk” anlatımın çıkmazlarında görürüz.

Hakeza postmodern metinlerin özelliği, çağın getirdiği yeniliklerin kitleler üzerindeki etkiyi yorumlamak olmuştur. Yani, tüm edipler insanı anlatmıştır. Velhasıl, nereye giderse gitsin gurbeti içinde yaşayan insanlardır odağa alınan ve bize yansıtılarak arınmamızı sağlayan. O halde kitaplar bu denli önemliyse, neden yok ederiz? Heinrich Heine Almansor’da [el-Mansur] (1821) tarihi bir kitap yakma eyleminden söz eder ve el-Mansur ile Hasan arasında Granada‘da Kur1an’ın yakılmasıyla ilgili eşsiz bir ifadeye yer verir: “Kitap yakılan bir yerde sonunda insanları yakarlar.”

19. asrın en önemli Alman şairlerinden Heine‘ın bu sözleri, ölümünün ardından kendisi gibi Yahudi olan birçok aydının eserlerinin ve ardından kendilerinin ölümünü getirecek olan Nazi yükselişinin de habercisi gibidir. Tıpkı Ray Bradbury‘nin kitapların itinayla yakıldığı ve bunun gündelik hayatın bir parçası haline geldiği romanı Fahrenheit 451‘de olduğu gibi. Bu vahşetin sebebi, bu akıl tutulmasının amacı nedir? Bir pencere açarak, sorumuza bu doğrultuda cevap arayalım.

1923 yılının Kasım ayında Türkiye’de Cumhuriyetin ilanının etkileri sürerken, Almanya, Versailles (Versay) Antlaşması‘nın (28 Haziran 1919) olumsuz tesiriyle çalkalanmaktadır. Ordu ve donanması dağılan, Avusturya ile ittifak kurması yasaklanan, ödenmesi güç savaş tazminatlarına maruz bırakılan devlet; aynı zamanda hem topraklarını hem de topraklarında bulunan madenleri kullanmaktan men edilmiştir.

Bu durum en çok da Avusturya doğumlu muzavvaf asker Adolf Hitler‘i etkilemiştir diyebiliriz. Zira, o da yurttaşları gibi savaşta bedel ödemiştir ve haksızlığa uğradığını düşünmektedir bu sebepten. Fakat ne yazık ki öfkesinin bedeli olarak birçok masum can verecektir. Bilhassa bilindiği üzere Yahudiler. Ama neden?

20’li yaşlarında beş parasız bir halde ressam olma hayalleriyle Viyana’ya gittiğinde, babasını daha yeni toprağa veren inatçı bir gençten fazlası değildir. Kavgam adlı kitabında daha sonra değindiği üzere, aslında ilk zamanlar Yahudilere karşı takınılan tutuma anlam verememektedir. Fakat Viyana’da Güzel Sanatlar Akademisi’ne katılma isteğinin devamlı reddedildiği bir sürece girer.

O sırada antisemitist düşüncelerle tanışır. Okuduğu yazarlara göre Yahudiler, büyük bir kısmını sürgün olarak geçirdikleri tarihlerinin henüz başında kendi peygamberlerini katletmiş lanetli bir kavimdi. Ayrıca, kişisel çıkarları uğruna büyük bir oyun masası haline getirmişlerdi dünyayı. Bunu gören genç Adolf ise, ihtiraslı zihniyle kendisine düşman edinmekte gecikmez.

Tarihi ve felsefeyi sevmesinin yanı sıra liderlik ve yönetme arzusu da gelişmeye başlar bu dönemde. Avusturya’ya bağlılığı yoktur. Gönüllü olarak Almanya saflarına geçme talebinde bulunur ve onbaşı olarak Birinci Dünya Savaşı‘nda görev alır, birçok madalya kazanır ama Alman olmadığı için orduda yükselemez. Almanya’nın teslim olmasının ardından, siyasi bir hareketin öncülüğünü yapma düşüncesiyle hareket etmeye başlar.

Bahsi geçen günler, Almanya’nın derinlerinden sarsıldığı bir süreçtir. Birinci Dünya Savaşı sonrası oluşan siyasi boşluk ve ekonomik sorunların tetiklediği sosyal patlamalarla kaos hakimdir ortama. Rosa Luxembourg‘un önderlik ettiği Komunistlerin yönetimi ele geçirme çabası da en bilinen olaydır. Ordunun aşırı sağ ve merkez partiyle birlikte hareket ederek karşılık vermesiyle devam eder. Komunistler öldürülür, kanlı saldırılarla birlikte, enflasyon insanları açlıktan ölüme doğru sürükler.

Hitler ise, Alman İşçi Partisi’ne katılmasının ardından hitabet yeteneğinin etkisiyle çabucak yükselir ve Birahane Baskını‘na(Bürgerbräukellerputsch) kadar devam eder çalışmaya. 8-9 Kasım 1923’de gelişen darbe girişimi bugün bildiğimiz birahane kavramından çok daha başka bir ortama tekabül eder. İnsanların topluluklar halinde konuşmalar yaptığı bu mekanların işlevi, toplumsal paylaşım için imkan sunmalarıdır; çoğunlukla politik anlamda.

Bu beklenmedik ama aynı zamanda cüretkar darbe girişimi başarısız olur elbette, plansız, alelade ve acemice bir girişimdir zira. Kaçar ama yakalanır bir süre sonra. Bitmiştir kimilerine göre. Bavyera’da sönen bir kıvılcımdan ibarettir ismi. fakat yaşananlar neticesinde şu iki sonuca varır: Yasalara uyduğu müddetçe halkın desteğini alabilirdi, ki Hitler Legalite yani Yasaya Uygun Hitler lakabını da kazanması bundan dolayıdır. Ayrıca, propagandanın işlevinin de çok değerli olduğunu görmüştür. Nitekim, süreci bu şekilde lehine yönetmeyi başarır.

Tarihi biraz daha ileri saralım. Hızlı bir şekilde yükselen 1929’daki Büyük Buhran ile iyiden iyiye güçlenen Hitler, 30 Ocak 1933’te Weimar Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Paul Von Hindenberg‘in emriyle Şansölye ilan edilir. Fakat bu kararı aldırana değin izlediği yol çok çetrefilli ve meşakkatlidir. Ludwig Elm, Hitler‘i Anlama Kılavuzu adlı kitabında Adolf’ün zirveye çıkma sürecini ve yukarıda kısaca değindiğimiz toplumsal hali şöyle açıklar:

“Almanya’da işin başından beri demokratik düzen tez, bunun aleyhindeki görüşler antitez olmuştur. Tezde “iş olduğu” sürece antitez zayıflamış, silinme yolunu tutmuştur. Ancak o yönde şüpheler, tereddütler belirdiği zamandır ki, Almanya’nın sağlam kuvvetleri, “Lanet olsun! Bu sistem yürümüyor demek. Demokrasi olmadı. Al baştan!” diye heyecanlanmaya, ipin ucunu kaçırmaya, kafasıyla değil, kalbiyle düşünmeye, olayları tartmaya başlamışlardır” der. Ülkenin kendi düşünsel geleneğiyle sürecin sürüklediği durumun çatışması ortadadır.

Ardından reçeteyi de şöyle sunar okura, “Halbuki eğer tehlikeli günlerde bir meclis çoğunluğu Weimar Cumhuriyeti’nin Reichstag’ında belirmiş olsaydı, politikacılar sorumluluklarını yüklenselerdi, bilmem kaç yıl sonra yapılması gereken seçimleri düşünecekleri yerde Almanya’da bir daha seçim yapılıp yapılmayacağını hesaba katsalardı, Almanlar da, dünya da pek çok ıstırabı çekmezdi.” Kitapta “öyle olmasaydı” ya da “böyle olsaydı” gibi olasılıklar üzerinden kurulan “acaba“lı cümleler yağlı bir urgan gibi insanın aklına geçiveriyor.

wwwwww

Zira, kitapta bahsi geçen olayların neticesinde, Hitler‘in yükselişi yalnızca bir ay içinde gerçekleşir. Alman Halkının Korunma Yasası, muhalif partilere saldırılar ve ardından ünlü Parlamento(Reichtag) yangını gibi devasa çaptaki krizler, demokrasi kültürünün yerini lince ve aşırı uç fikirlerin tahakkümüne bırakır. Aralarında Albert Einstein, Stefan Zweig‘ı da olduğu bir çok önemli yazar ve bilim insanı ülkeden göçe ya da diğer bir deyişle sürgüne zorlanır. Hülasa, olağanüstü hal ilan edilen Almanya’da yapılan seçimlerde kazanan da beklendiği üzere Nasyonal Sosyalist Parti olur ve Üçüncü Reich doğar böylece.

Propagandanın önemini fark eden Hitler hapisteyken hem Kavgam(Mein Kampf) kitabını yazar hem de gazeteler aracılığıyla düşünceleri yaymaya başlar. Birahane’deki darbe girişimi başarısız olsa da, bu yolla zafer elde etmeyi umar. Nihayetinde iktidara geldiğindeyse, yakın dostu Joseph Goebbels‘in isteğiyle kurumsallaşan bir propaganda ağı yapılandırır. Bu doğrultuda, Reichsmisterium für Völksaufklarung und Propaganda‘yı yani Halkı Aydınlatma ve Propaganda bakanlığını kurar.

Programını da şöyle açıklar: “Yeterince büyük bir yalan söyler ve sürekli tekrar ederseniz, sonunda halk buna inanır. Ama bu yalanın sürdürülebilmesi için, devletin halkı yalanın siyasî, ekonomik ve/veya askerî sonuçlarından koruması gerekir. Demek ki, devlet bütün güçlerini kullanarak aykırı sesleri bastırmalıdır, çünkü gerçek yalanın ölümcül düşmanıdır ve dolayısıyla gerçek devletin en büyük düşmanıdır.”

7 Nisan 1933’te Devlet Yönetimine İlişkin bir yasa onun öncülüğünde yürürlüğü girer ve eğitimin kontrolünü ele alır. Yükselen kitap kırım hareketleriyle birlikte Alman Olmayan Ruhlara Karşı Tezler adlı 12 maddelik bir broşür de yayımlanır. Bunların hepsi bilginin kontrolü ve yıkımı için yapılmaktadır. Nitekim 2 Mayıs’ta Nazi Partisi’ne bağlı gençler günlerce sürecek kitap kırım hareketine başlarlar.

Joseph Goebbels, Nazi hareketinin kilit adamıdır. Kültürel olarak seçkin bir birikime sahiptir. Klasik müziğe hayran, yetkin bir okur ve kitap severdir. Toplum mühendisliği ve propaganda konusundaki tecrübesini Hitler‘in onayıyla kurduğu bakanlıkla yönteme döker. 13 Mayıs 1933 yılında Oppernplatz‘da 25 binden fazla kitap yaktırır. Müziklerle, marşlarla ve kutlamalarla gerçekleşen bu katliam, yaşanacak diğer olayların habercisidir.

Zira, Kafka ve Zweig gibi birçok yazarın hayatını değiştirecek Yahudi Soykırımı da aynı eller tarafından gerçekleştirilir. Heine‘ın sözünü teyit edercesine, Heidegger gibi büyük bir düşünürü bile etkisini altına alarak milyonlarca insanın canına kıydılar. Viyana’dan itibaren kin güttüğü, yenilgileri hazmedemeyen şanlı Almanya’nın ve ordusunun mağlubiyetinin asıl müsebbibi olan Yahudilerden intikam alır. Bu da tarihin hazin ve yüzleşmesi oldukça güç bir safhasıdır…

Öte yandan, III. Reich‘da yaşanan kıyımların ve katliamların sorumluları bizleri korkunç bir tabloyla karşı karşıya bırakır. Zira, suçlu birey değil, kolektif bir iradedir. Bu bağlamda, Goebbels‘in eylemlerini yürütürken üstlendiği rolü ve misyonunu özetleyen cümlesi ise şudur: “Halkı her zaman ateşleyin, asla soğumasına ve düşünmesine izin vermeyin.” İnsanların devamlı tetikte olmasını ve tefekküre zaman ayıramamasını ister. Nitekim başarır da, kitaplara karşı tutum bundan dolayı önemlidir. Çünkü ne olursa olsun nihayetinde yalnızca “Yok eden ayakta kalır!” diyerek sistemin kendi idealleri uğruna ayakta kaldığını bariz şekilde beyan eder. “Hitler eşittir Almanya”dır broşürlere bastığı fikri!

Goebbels‘in iyi bir okur olması, kaynak olarak kitabın işlevine dair bilgi sahibi olmasını da sağlamıştır. İnsan hakları ve demokrasi gibi kavramları tahrif ederek ve yoğun bir yanlı basın baskısı oluşturarak içbükey ayna etkisi yaratır. Gerçek, artık istenildiği kalıbın şeklini almaktadır. Nitekim, Goebbels‘e göre medya erk sahibinin keyfine göre kullanacağı bir klavyedir. Geçer başına ve ahvalini yazar. Halk ise kendi oyunundaki değersiz bir piyondur. Kitlelerin Psikolojisi’nde Le Bon‘un da dediği üzere, “Halk, güçlü iradeye sahip olan adamı daima dinler. Kitle halinde bulunan bireyler bütün iradelerini kaybettiklerinden, iradeye sahip olan kimseye içgüdüsel olarak dönerler.”

İlk başlarda kapitalizm ve yahudilik karşıtlığı üzerinden yola çıkmasına rağmen, belirli bir zaman geçtikten sonra oluşturduğu havuzla birlikte maruf ailelerin medyada direkt olarak söz sahibi olmasını sağlar. Böylece yakılan ve bozulan bilginin yerini yalnızca arzulanan politik söylemler alır. Bunu John Milton‘un Areopagitica adlı kitabında da şöyle görürüz: “İyi bir kitabı öldürmekle bir insanı öldürmek aynı şeydir. Bir insanı öldüren Tanrı’nın imgesi olan akılcı bir yaratığı öldürür; ama daha kötüsü, iyi bir kitabı yok eden akılcılığı öldürür, Tanrı’nın imgesini öldürür.”

Foucault‘nun ortaya attığı “söylem” kavramının işlevi de tam olarak yukarıda icra edilen “propaganda” sanatıdır. Düşünemeyen, doğru bilgiye ulaşamayan, duygusal olarak çökmüş ve lider arayışına sokulmuş kitlelerin kitaplar aracılığıyla çıkış yolu araması istenmez. Umberto Eco, bu bağlamda üç tür “kitap kıyımı”ndan söz eder: Köktenci kitap kıyımı, ihmal sonucu kitap kıyımı, ilgiden dolayı olan kitap kıyımı. Köktenci kitap kıyımcısı kitaplardan bir nesne olarak nefret etmez, içeriklerinden korkar ve başkalarının onu okumasını istemez.”

Örneğin, Mao‘nun “Kültür Devrimi” yoluyla yok etme yolunu tuttuğu bilgi, aynı hastalıklı zihnin kendi varlığını koruma çabasıyla bertaraf ettiği antijen yapılardır. Zira, yeni bir kültürün inşası için eskisinin yok edilmesi gerekmektedir. Hangi hareket olursa olsun kendi temelini atabilmek için önceki yapıyı köklerine değin harap eder ve bu harabenin üzerinde kendini anlatma yolunu tutar.

Bunun bir benzeri Hristiyanların yaşadığı ikona kırıcılığı olaylarıdır. Dini figürlerin resmedildiği bu manevi değere sahip eserlerin zarar görmesi hem inanca hem inanana karşı sert bir yaptırımdır. Her gelen diğerinin anıları ve hatıralarını yok eder. Bunun yegane amacı o toplumu sindirmek, üstünlüğü kabul ettirerek hükmü altına almaktır. Tarkovski‘nin Andrei Rublev adlı filmi bu hususta bilgi almak için izlenebilir.

Velhasıl, tüm işlediğimiz verileri toplarsak ortaya net bir manzara çıkar. İskenderiye Kütüphanesi’nden itibaren devamlı olarak yaşanmaktadır kitap kırım. Kitap yok etmek ve bilhassa ateş kullanmanın amacı güç istencine sahip insanın güce de sahip olmak arzusudur. Nietzsche insanı direkt olarak güç istenci olarak tanımlar; Jack London ise, “Bütün güç kitaplardaydı” diyerek önemine atıfta bulunur. Goebbels‘in ve tarih boyunca denk gelinen birçok kitapseverin kitap kıyımına öncülük etmesinin de en önemli sebebi budur. Kitaptan gelecek gücün, güç sahibini yerinde etme olasılığı…

Zira, gücün kaynağını bilen bu kişiler, sırça köşklerini yıkacak taşı yok ederler aslına bakılırsa. Sırrı kendine saklar, sahibi olduğu gücün arzusunu tatmin eder. Böylece hem arzu nesnesi kendisine has olur hem de arzunun kesintiye uğramaya ihtimali ortadan kaldırılır. Korkunç bir bencilliktir ama yaşanır ve yaşanmaya devam ediyor maalesef. Ayrıca bir derstir de ders almak isteyene. Umutsuz kişilerin hayatı, umudu taşıyanlardan çalarak şekillenir ve onların yaktığı ateşin gölgesinde yaşamaya daima mahkumdurlar.

eeeeeeee

Dipçe:

Kitap Kıyımının Evrensel Tarihi, Fernando Baez, Çev. Tolga Esmer, Can Yayınları, Kasım 2018, İstanbul.

Hitler’i Anlama Kılavuzu, Ludwig Elm, Çev. Aylin Yıldız, Roman’s Yayınları, İstanbul.

Kitleler Psikolojisi, Gustav Le Bon, Çev. Hasan Can, Tutku Yayınevi, Temmuz 2016, İstanbul.

Kavgam, Adolf Hitler, Çev. Hakan Çelik, Tutku Yayınevi, Şubat 2018, İstanbul. Hitler Almanyası 1933-1945, Jane Caplan, Çev. İdem Erman, Mayıs 2017, İstanbul.

Emre BOZKUŞ

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir