Sevil Köse’ye…
Yürümenin birçok işlevi ve faydası vardır. Bunlardan ilki bilhassa bedenin sıhhatine etkisidir. Bilindiği üzere hareketsiz yaşam sağlık sorunlarına davetiye demektir. Alınan kilolarla birlikte hem beden hem de ruh sağlığı olumsuz etkilenir. Oysa, yürümek bambaşka bir yaşama atılma şansı sunar. Hareketli bir yaşamla birlikte her yürüyüş esnasında artan kalp atım hızı ve solunum sayısıyla metabolizma hızlanır, eklem kıkırdakları daha iyi beslenir, damar çeperleri genişler ve bu da kanın daha iyi dolaşmasını sağlar. İşte bu noktada yürüyüşün ikinci aşamasına geçilir: Zihinsel üretim. Düzenli yürüyüşün sonucunda salgılanan endorfin hormonu kişinin daha mutlu olmasını sağlar. Kanın akışı beynin daha iyi beslenmesi ve dolayısıyla çalışmasını imkan verir. Algılar açılır, fikirler uçuşur ve onları takip etmek bile maharet gerektirir hale gelir. Bu sırada beynin depoladığı ve halihazırda depoluyor oldukları arasında mucizevi bir sentezleme işlemi başlar. Öyle ki, Nietzsche yazdıklarının bir çoğunun ilhamını uzun doğa yürüyüşlerinde bulduğunu söyler. Henry David Thoreau, doğa yürüyüşleri sırasında aklından geçenleri derlediği bir kitap bile yazmıştır. Hatta “Yürümenin Felsefesi” kitabı bugünlerde ayrı bir bilinir ve birçok kişi tarafından tavsiye edilir. Hasılı, yürümek ile düşünmek arasında derin ve önemli bir ilişki vardır.
Öte yandan yürümenin politik ve tarihi ayağı da epey ilgi çekicidir. İnsanlık tarihi boyunca birçok olayın içinde bu yolla protest bir tavır sergilenmiştir. Hz. Musa‘nın ve kavminin Mısır’ı terk edişini ele alalım mesela. Asırlardır dilden dile dolaşan ve üzerine birçok çalışma yapılan bu anlatıda, iki güç odağının arasındaki mücadelenin hikâyesi detaylı bir şekilde anlatılır. Mitsel metinlerde de benzeri hikayeler vardır, bunu başka bir yazıda ele alırız; fakat ana fikir, baskıcı bir tutum ve tahakküm karşısında tepkisini göstermek için başvurulan yoldur. Köleleştirilen insanların özgür olarak yaşayabileceklerini düşündükleri bir yere göçmelerinin hikayesi atılan her adımla bambaşka olaylara esin kaynağı olmuştur. Tıpkı Hicret olayı gibi. Hz. Muhammed‘in Medine’ye hicreti de benzer bir çıkış noktasına sahiptir. Kendisine tebliğ edilen dinin yerleşik düzene karşı göstermiş olduğu aykırı yaklaşım, düzen sahiplerinin hoşuna gitmediğinden birçok zorluk yaşanmaktadır. Haliyle Mekke’den Medine’ye gitmeyi tercih eder ve yola koyulurlar. İslam devleti de burada kurulacaktır bilindiği üzere.
Yerleşik düzen karşısında duran bir başka isim ise köle gladyatör Spartaküs‘tür. Aslında Galyalı bir savaşçıdır ama Romalılar tarafından esir alınarak köle olarak satılır. Bir süre sonra kendisi gibi köle olan altmış arkadaşıyla isyan eder ve M.Ö. 63 yılında büyük bir yürüyüş başlatır. Yürüyüşün kıvılcımı bütün Roma’yı sarar ve bilinen bütün dünyayı sarsacak olayların fitilini ateşler. Asırlar sonraysa yine Henry David Thoreau‘nun 1849 yılında kaleme aldığı bir denemede bahsi geçen “Sivil İtaatsizlik” kavramı bambaşka bir etki uyandırır. Mahatma Gandhi‘nin 1930 yılında yetmiş sekiz yoldaşıyla başlattığı ünlü “Tuz Yürüyüşü” bu fikirden hareketle Hindistan’ın özgürlüğüne doğru atılan adımlardır. Hakeza, Martin Luther King‘in 1963 yılında binlerce kardeşiyle başlattığı “İş ve Özgürlük İçin Washington’a Yürüyüş” de aynı düşüncenin bir başka tezahürüdür. Günümüzde bile devam eden ırkçılık karşıtı eylemler aklıma devamlı King’in ünlü “Bir Hayalim Var” adlı konuşmasını getirir. Ten rengi ayrımı olmadan yaşanılacak bir dünyanın hayalini kuran insanları anarım böylece. Tıpkı her yıl Ocak ayının üçüncü pazartesi Amerika’da anılması gibi. Martin Luther King‘in anısı aynı dünya idealiyle yaşayan bütün kardeşlerine ışık tutmaya devam edecek daima…
Gelelim yeniden kendi adımlarımıza. Yürüdükçe algının açılışını görüyorsunuz işte. İnsan adım attıkça piyanonun tuşlarının üstünde yürüyen zarif parmaklar gibi hissediyor bedenini. O parlak notaların yerine ışıltılı fikirler koyuyor. Bir de notaları bilen birini düşünürsek, ne kadar ilginç işler ortaya çıkabileceğini az çok tahmin edebiliriz. Richard Wagner‘in “Ride of the Valkyries” adlı dâhiyane bestesini unutmak ne mümkün!.. Ya da bir roman veya şiir yazılacaksa, ilk aşaması ilk adımı atmakla başlar. Louis Ferdinand Celine okumayan çok şey kaybeder örneğin. Onun yolculukları bir bütün olarak “Gecenin Sonuna Yolculuk” adlı şahane kitapta vücut bulur ve gezenti aklının sınırlarında bizlere varoluşsal-tekinsiz bir seyahat imkanı sunar. Böylece, her adım bir diğerinin yolunu açar, tekdüze bir eylemin yaratıcı keşiflere kapı aralaması da bu sebeple tuhaftır. Varlığı bile tezatlar üzerine kurulmuştur çünkü. Sağ sol sağ sol; belki de beynin lobları arasında geçiş yapan fikirlerin bir dışavurumudur. Belki de basit detayların maharetli ellerin marifetiyle ortaya çıkardığı mucize de tam olarak budur.
Yerçekimine inat tüm heybetiyle uzanan ağaçlar, tepelerinde çeşitli seslerle söyleşen kuşlar, telaşla ya da kimi nadir zamanlar tatlı bir tebessümle oraya buraya koşturan insanlar, ayaklarının altında ezilen çimen ve savrulan taşlar… Say say bitmez, tablonun bütününe yayıldıkça detayların etkisini anlamak ancak mümkün olur. Yürüyüşün en zevk veren kısmı da budur zaten. Neyi bilip bilmediğin değil de, kollarını açtığında kapladığın, zihnini açtığında algıladığın kadar olduğunu bilmektir; asıl önemli noktaya da ulaşmış olursun böylelikle. Yaşar Kemal‘e göre insan bedeninin değil yüreğinin kapladığı yer kadarmış şu evrende. Bütün bilimsel birikimimi yıkan, teatral bir dokunuş… Empresyonist bir tablo gibi yeniden tasarlar, donatırsın doğayı. Çevreyi kendinle harmanlayarak gerçeğe bezersin. Benliğinden katarak şekil verirsin. Sonrasında gördüklerin sensindir işte, birkaç adımda gerçeğin ötesine geçiverirsin.
İnsanın birçok bakış açısını edinme imkânı vardır. Uzaktan kuş bakışı izler, aralara karışıp naklen yayın yapar ya da karınca gibi ayaklar arasında dolaşır. Bunların hepsinin bir arada kullanılması ise çok değerli bir vasıftır. Zira, her birinin kendine has yoksunlukları vardır; kimisinde ezilir, kimisinde ezersin; geri kalan tek seçenekte ise ne ezildiğinin ne de ezdiğinin asla farkında olmayabilirsin. Gerçi farkındalık dediğin şeyin zihni zehirlemekten başka bir etkisi olduğunu görmedim ama yine de insanoğlunun temel lanetini devamlı hatırlatmak gerekir. Öleceğini bile bile yaşayan bir canlı olarak farkındalıkla sınanıyoruz hepimiz. O halde yürümenin erdemi, yürüyen herkesin birbirine ayna tutmasına da sebep olur diyebiliriz. Basit bir eylem görmesini bilene kolektif yansılar sunar; John Berger yaşasa, kim bilir bu çıkarıma neler derdi… Bakmak ile görmek katiyen aynı şey değildir!
Velhasıl, yürüye yürüye insanlık tarihini yeni baştan deneyimlesek, yine eksik bir şeylerin kalacağını hissederiz. Tüm evrene uzansak bile erişemediğimiz yerlerin merakı ve özlemi içinde yaşarız. Merak duygusu tatminsizlikle birleşerek aklımızı kurcalar durur, attığımız her adım bir sonrakinin gelişini duyurur. Nitekim, Afrika’dan çıkan ilk insanın beyni de Ay’a ayak basan insanınkinden pek farklı çalışmaz. İkisinde de edim bellidir: Yürümek. Ya da bilinen dünyanın ötesindeki bilinmeyeni keşfe ister gemiyle ister mekikle çık; aynı temel arayışın içindesindir ve yola sürdüğün aracın zihninde çoktan rotasını çizmiştir. Hal kırmızısı, Kubrick sineması! Bu yalnızca bir tatmin arayışı değil, kendine yapılan yolculuğun sonsuz tekerrürüdür. Değişen karakterlere rağmen muhafaza edilen kadim senaryodur. Yürüdük, yürüdük ve yürüyeceğiz. İnsanlık yaşadıkça yürümeye ve attığımız adımlarla zihni beslemeye devam edeceğiz. Soruyorum o halde, bir yürüyüşe ne dersiniz?
Emre BOZKUŞ
Son Yorumlar