Bayram kelimesine ilk kez Mahmut Kaşgarlı’nın XI. yüzyılda yazmış olduğu Divanü Lügati’t-Türk eserinde rast gelinmektedir. Kaşgarlı, bedhrem kelimesini Oğuz Türklerinin bayram şeklinde telaffuz ettiklerini veya söylediklerini yazmaktadır. Türklük bilimi alanının ilk Türkoloğu, eski Türk bayramlarının bayram yeri olarak tarif edilen meydanda yapıldığını söylemektedir. Ünlü bilgenin söz konusu eserinde yalnızca Ramazan ve Kurban bayramları gibi dini nitelikli bayramlardan değil, milli nitelik taşıyan bayramdan da söz edilmektedir, ancak bu bayramın hangi zaman diliminde kutlandığına dair bilgi bulunmamaktadır.
Tarihi kaynakları incelediğimiz zaman belli olur ki, eski Türk halklarından olan Hunlar, çeşitli bayram kutlamaları gerçekleştirmişlerdir. Örneğin, Hun Türkleri, yılın beşinci ayında (bahar mevsiminde) Lung-cıng adlanan yerde kitlesel bayram töreni düzenleyip geleneğe dayalı ritüeller uygulamış ve çeşitli müsabakaları icra etmişlerdir. Aynı zamanda dinsel törenleri -Gök Tanrıya ve Yer-Sub’a adanan törenleri-gerçekleştirmiş ve bu törenlerde at kurban etmişlerdir. Dinsel nitelikli törenlerden sonra en çok sevilen yarışlar -at yarışları- düzenlenirdi. Hun Türklerinde gözlemlenen bayram geleneklerinin ilerleyen zaman dilimlerinde Gök Türklerde de uygulandığı görülmektedir. Gök Türkler, her yıl belli zaman diliminde ecdat mağarasında atalarının ruhlarına kurbanlar adar veya keserlerdi. Gök Türkler de tıpkı Hunlar gibi bayram törenleri düzenler, beşinci ayın ikinci yarısında Gök Tanrıya ve Yer-Sub’a kurbanlar sunarlardı. Kurban verme ritüellerinden sonra Gök Türk topluluğunda geleneksel eğlenceler yapılırdı, özellikle kızlar ayak topu, yani futbol oynarlardı. Daha sonra her kes kımız içer, türküler söylerdi.
Yukarıda bahsedilen bayram törenleri Uygur Türklerinde de yapılmıştır. 450 yılında Uygur Türklerinin bir araya gelip Çinin kuzeyinde büyük bir bayram töreni düzenledikleri bilinmektedir. Kaynaklarda 840 yılından sonra Uygurların Tarım havzasına yerleşip Budizm dinini kabul ettikleri, ancak eski geleneklerini unutmadıkları kaydedilmektedir. X. yüzyılın ilk çeyreğinde Uygur kağanını ziyarete gelen Çin elçisi Vang-yen-te, bilgi vermektedir ki, Uygurlar ayın dokuzuncu gününde, yani dokuz martta bir tören (yemek töreni) düzenlerlerdi. Onlar, bu törende birbirlerine su atarak eğlenirlerdi. Söylemek gerekir ki, Tarım havzası yaz aylarında çok sıcak olurdu, aynı zamanda bu bölgede kuraklık da yaşanırdı. Yakıcı sıcaklardan korunmak için Uygurların yer altına evler inşa ettiği ve yaylalara çıkıp bu sıcakların etkisinden kurtulmaya çalıştıkları bilinmektedir. Onların özellikle bayram eğlenceleri ortamında birbirlerine su atmalarının nedeni de söz konusu sıcaklar idi. Atılan sularla havanın sanki serinlediği düşünülür, yaz ayının yakıcı sıcaklığı kovulur ve sonuçta yüce Tanrıdan yağmur isteğinde bulunulurdu. Örnek olarak verdiğimiz hususlardan da görülmektedir ki, Türkler, İslamiyet öncesi Orta Asya’da kendilerine özgün bir yaşam tarzı içerisinde bulunmuş ve yine kendilerine özgün bir şekilde bayram geleneklerini sürdürmüşlerdir. Türklerin bayram ve geleneklerinin temelini inançla ilgili davranışlar, ritüeller ve toplumsal nitelikte yapılan eğlenceler oluşturmakta idi.
Bayram törenlerinin hangi düşünce ve inançtan türeyip gerçekleştiğini belirlemeye çalışırken denilebilir ki, iklim ve doğa, insan yaşamının ve düşüncesinin daha olgun duruma gelmesinde önemli derecede etkisi bulunan hususlardandır. Türklerin ilk ana yurdu konumunda değerlendirilebilen Orta Asya, doğa ve iklim koşulları açısından yaşam için son derece uygunsuz ve amansız bölge idi. Kış mevsimi, soğuk ve fırtınalı, yaz mevsimi ise kavurucu sıcaklardan ibaret olup kuraklığa neden olurdu. Bu tür iklim, hasat için uygun ortam da oluşturmamakta idi. Orta Asya Türkünün yaşam tarzında yalnız hayvancılık ve hayvan ürünleri önemli sayılabilirdi. Ancak kış aylarının sert ve uzun sürmesi, çok sık olarak hayvan telefatı ile sonuçlanırdı. Bu bakımdan önemli ekonomik varlıklarını kaybeden Türkler, dağınık durumda olur veya zor duruma düşerlerdi. Sonuç itibariyle, Orta Asya Türkünün hayatında iki önemli mevsim ve iki önemli mekanın bulunduğu görülmektedir: mevsim olarak kış ve yaz; mekan olarak kışlak ve yaylak. Türk için kış mevsimi, bir nevi kısılmak ve çok şeyden mahrum bırakılmak, yaz ise yayılmak ve daha önemli olan ekonomik sıkıntılardan kurtulmak demek idi. Türkler yaz mevsimini, sanki kurtuluş ve hürriyete kavuşmak gibi algılarlardı. Bu durumda yalnızca bir bayram kutlanabilirdi ve Türkler için yaz mevsiminde müjde veren Bahar bayramının gerçekleşmesinin nedeni bu husus olabilirdi. Ancak, sosyal olaylar tek bir nedenle ilişkili bulunamazdı. Sosyal olayların ortaya çıkmasında birçok etkenin rolü vardı. Gözlemlenebilir ki, Ergenekon destanındaki olaylar Türk milli bayramının ortaya çıkmasında da önemli bir etki etmiştir. Aynı zamanda Ergenekon destanında geçen olayların gerçek yönlerini, yazılı kaynaklardan da elde etmek mümkündür.

Denilebilir ki, Türk destanlarının pek çoğu derlenip toplanmadığı için bir bütün olarak ele alınamaz boyuttadır. Ancak bunların ayrı ayrı parçalarına tarihsel kaynaklarda rast gelinmektedir. Örneğin, Ergenekon destanı iki bölümden ibarettir. Bunlardan biri, Çin kaynaklarında, diğeri Moğol İlhanlı devletinin tarihçisi Reşideddin’in Cami’ut-Tevarih adlı eserinde kaydedilmiştir. İki farklı bölümden ibaret bulunan söz konusu parçaları önce birbiri ile karşılaştırmaya çalışalım: Gök Türklerin Aşina ailesi, düşmanları tarafından tamamen mahvedilir. Bu katliamdan erkek bir çocuk sağ kurtulsa da, bacakları kesilir ve bataklığa bırakılır. Bir dişi kurt ortaya çıkar ve çocuğu kurtarır. Onu bir mağaraya götürür ve burada etle besleyip büyütür. Düşmanlar, bu durumu öğrenip çocuğu öldürmek kararına varırlar. Ancak kurt buna müsaade etmez ve mağaranın gizli geçişinden çocuğu geçirip Ergenekon vadisine götürür. Burada onunla çiftleşir ve bu beraberlikten on erkek çocuk dünyaya gelir. Gittikçe etrafta kız sureti de çoğalır. Aradan dört yüz yıl geçer. Ergenekon vadisi Aşina ailelerine dar gelmeye başlar. Bozkıra, dış dünyaya çıkmak isterler, ancak yol bulamazlar. Artık içlerinde mağaradan çıkan yolu bilen kişi de bulunmamaktadır. Vadiyi kapsayan dağlardan biri tamamen demirden ibarettir. Aralarında bulunan bir demirci, bu dağı eritmekle dış dünyaya çıkılabileceğini söyler. Ateşler yakılır, körükler kurulur. Demir dağ erir ve çıkıp kurtulabilecekleri kadar bir delik açılır. Gök Türkler bu delikten dışarıya -bozkıra- çıkıp Orta Asya’ya yayılırlar. Böylece, aynı gün Gök Türkler için bir bayrama dönüşür. Onlar her yıl bu tarihte ecdat mağarasına gidip ataları için kurban sunarlar. Bu gelenekler bağlamında Gök Türk kağanları, bir parça demiri ateşe atar ve ısıttıktan sonra onu örste çekiçle döverler.
Görüldüğü gibi, Gök Türk devletinin kurucusu olan Aşina aileleri için Ergenekon’dan çıkış günü, bir kurtuluş ve bağımsızlığa kavuşma günü olmuştur. Vurgulamak gerekir ki, Ergenekon destanında geçen rivayetler, tamamen hayal ürünü veya uyduruk olaylar değildir, aksine, bu rivayetler tarihsel bir temele dayanmaktadır. Yazılı kaynaklara göre, destanda bu tarihsel olayın başlangıcı şöyle ortaya çıkmaktadır: ,Çinin önemli amacı, kendisi için tehlike olarak gördüğü Hun devletinin siyasi varlığına tamamen son vermek idi. Bu amacına ulaşan Çin, Hun boylarını birbirinden ayırıp her birini belli bir yerde yerleştirmiş ve başlarına Çinli valiler tayin etmiştir. Böylece, Çin, uzun bir zaman dilimi içerisinde rahatlık içerisinde bulunmuştur. Sayıları on dokuza ulaşan Hun boyları, bir asırlık süreden sonra IV. yüzyılın başlarından itibaren Çin’de çıkan siyasi çalkantılardan istifade edip yeni Hun devletini kurdular. Bunlardan biri, Gansu bölgesinde kurulan Kuzey Liang devletidir. Doğrudan Gök Türk devletini kurmuş olan Aşina aileleri de Kuzey Liang devletine bağlı boylar arasında yer almakta idiler. Çin’in Ordos bölgesine hakim bulunan, Tabgaç Türk devleti, 439 yılında güçlü bir hamle ile Kuzey Liang devletine son verdi. Aşina aileleri bu hücumdan kurtulup Orta Asya’nın en büyük devletine sahip olan Avarlara sığındılar. Çin kaynaklarındaki kayıtlara göre, katliam şeklinde gerçekleşen Tabgaç hücumundan beş yüz Aşina ailesi kurtulabilmiştir.
Bayramlarda ocağa demir parçası bırakıp daha sonra örs üzerinde çekiçle dövme adeti, sadece Gök Türlere özgü bir gelenek olarak kalmamış, X. yüzyılda güçlü bir topluluk olarak tarih sahnesine çıkan Oğuzlarda da bu gelenek sürdürülmüştür. Çin bölgelerinden elde edilen verilere göre, Kırgızlar, yeni yılın ilk ayına mov-şı-ai demekte idiler. Buradaki mov-şı tabiri, Türkçedeki baş kelimesine, ai de, ay kelimesinin Çin dilindeki bir transkripsiyon varyantına uygun düşmektedir. Bu veriye de dayanıp Türklerin yeni yılın ilk ayına baş ay adını verdiklerini söylemek mümkündür. Sonuç ise şöyledir: eski Türk toplulukları bayramlarını bahar mevsiminin başladığı mart ayında kutlamakta idiler. Bu ay, aynı zamanda yeni yılın da ilk ayının başlangıcı sayılırdı. Bu açıdan Türkler, bu aya baş ay adını vermişlerdir. Kaşgarlı’nın Divanı’nda geçen ifadeden de belli olur ki, Türklerde bayram günü gibi kutlanan gün, büyük bir saygıyla yeni gün (yengi-yangi kün) adlandırılırdı. Bu tabir, daha sonra Farsçadaki Nevruz kelimesi ile yer değiştirdi.
Nevruz bayramı kapsamına ait edilen inançlardan bazıları ateş ve su ile ilgilidir. Nevruz günü Nevruz Ateşi[1] yakılmakta ve üzerinden atlamakla uygulama yerine getirilirdi. Bu tür inançlar sabahın erken saatlerinde suyun üzerinden geçmek geleneği ile devam ettirilirdi. Kaydetmek gerekir ki, bu tür adetler, Hun ve Uygur Türklerinde de olmuştur. Ergenekon, Nevruz bayramı ve Hızır Nebi gibi bayramlarda Türkler arasında bir hayli yaygın olan ateş üzerinden atlamak adeti yerine getirilirdi. Denilebilir ki, bu hususta ateş (ocak) üzerinden atlamak eylemi, kötülüklerden kurtulup temizlenmek düşüncesiyle yapılırdı. Hasta olan kişiyi sağaltmak amacıyla tütsü çıkarmak, hastalıkları yok etmek için üzerlik yakmak gibi işlemler de uygulanan adetlerden bazıları idi. Ateş üzerinden atlamak adeti, hayvancılıkla uğraşan Türk topluluklarında hayvanlara da uygulanırdı. Yaylalara gidildiği zaman sürülerdeki hayvanların tek tek ateş üzerinden atlamaları temin edilirdi. Ateş-ocak külünün ev içerisine ve evden dışarı süpürülmesi adeti de ateş olgusuyla ilişkilendirilebilir. Ateşin kutsallığına ilişkin bazı bilgiler de bulunmaktadır. Altay bölgesinde XVII. yüzyılda Budizm’i yaymak isteyen Oyrat beyi, Kam Galpas’ı ateşe attırır, ancak kam Galpas, kendisi yanmadığı gibi, kam dostu da bu ateşten sağ salim kurtulur. Galpas, tekrar ateşe atılır, yalnız o, yine yanmaz ve kurtulur. Böyle olduğu takdirde Oyrat beyi, Galpas’a şöyle der: Künge küymes küreng taş, Ayda küymes altın taş (güneşte yanmayan boz taş, Ayda yanmayan altın taş). Oyrat beyi, bu sözlerden sonra onun büyük bir kam olduğunu kabul etmek zorunda kalır.

Eski devirlerden çağımıza kadar uzun ve soğuk kış günlerinden sonra Sibirya’nın çeşitli yerlerinde Cılkayak adlanan bayram kutlanmaktadır. Günümüzde Kamlık inancını yaşatan Altay Türkleri, doğayla iç içe yaşamaya devam etmektedirler. İşte, Altay’da Nevruz bayramına Cılkayak denilmektedir. Ve bu tabir, yeni yıla sevinç ve coşkuyla adım atmak (ayak basmak) anlamına gelmektedir. Kutsal Altay dağlarının halkı, söz konusu bayramı mart ayında ve on dört gecelik ay gökyüzünde görüldüğü zaman kutlamaktadır. Böyle bir günde Altaylılar en güzel milli kıyafetlerini giyip çeşitli renkler kullanırlar. Altaylılara göre, beyaz renk karın, yeşil renk doğanın, sarı renk güneşin simgesi iken, kırmızı renk de ateş ruhunun simgesidir. Cılkayak veya Jılkayak, toprak, bitki, hayvan ve insanın diriliş simgesi olarak hayvanların, kuşların ve diğer canlıların kar altından kurtulup uyandığı zamanı da simgelemektedir. Nevruz bayramının Sümerler arasında A-ki-til, Akkadlarda Akitu, Babil devrinde Zagmuk adı ile kutlandığına dair tarihi kaynaklarda bilgiler bulunmaktadır. Gagauz Türkleri arasında mart ayının ilk günlerinde Baba Marta, Baba Evdokiya olarak adlandırılan ve genel temizlik aşamalarından sonra 22 Mart tarihinde Nevruz adı ile baharın başladığına inanılmaktadır. Karaçay-Malkarlar arasında bu bayrama Gollu, Gutan, Çoppa, Altun Hardar ve Saban Toy gibi değişik adlar verilmektedir. Türkmenistan’da Novruz olarak bilinen bayram, uzun bir süre Çarva Novruzu, Göçebe Novruzu gibi adlarla da bilinmiş ve 21 Martta kutlanmıştır. Özbek Türkleri bu bayrama Navruz, Karakalpak Türkleri Nevruz demektedirler. İdil-Ural bölgesindeki Tatarlar, 21 Mart tarihinde gündüz ile gecenin eşit olması sebebi ile kutlanan yıl dönümünü Nevruz olarak adlandırmaktadır. Uygur Türkleri, bayramın adını Noruz diye telaffuz eder. Güney-Batı Sibirya’da bulunan Hakas Türkleri mart ayına denk gelen Körik Ayı’nın 21 gününü yeni yılın ilk günü olarak kabul edip Çıl Pazı adlandırırlar. Altay Türklerinde sosyal-kültürel açıdan Nevruz’a benzer olan Cılkayak bayramı ise mart ayının 18’i ile 25’i aralığında kutlanır. Baharın geç ulaştığı kuzey bölgelerde, örneğin Saha Türklerinin yaşadığı bölgede Nevruz’a benzer bulunan bayram, haziran ayının 21’i ve 22’i kutlanmakta, Nevruz’un bir varyantı olan bu bayram Isıakh adlanmaktadır.
Ateş olgusu hususunda Azerbaycan Türkleri arasında Od (Ateş) Çarşambası denilen günde kutlamaların yapıldığı denilebilir. En eski dönemlerde de böyle bir günde insanlar erkenden uyanıp yüksek bir tepe üzerine odun, ağaç dalı vs. bırakıp ateş yakar ve bu ateş etrafında dizilip güneşin doğuşunu seyreder ve bu ortamda Godu Han türküsünü okurlardı. Güneşin sıcağını arzu edenler, sabah vakti güneşe kurban sunar ve sundukları veya kestikleri kurbanın erkek at olmasına özen gösterirlerdi. Kurbanlık atın kırmızı renkte olması ise insanlığa mutluluğun ve huzurlu yaşamın nasip olacağı inancından kaynaklanırdı. Azerbaycan Türkleri arasında Od Çarşambası olgusuna bağlı olan ve ateşin önemini bildiren atasözleri pek yaygındır: od imandandır, oda yanmayan belasına da yanmaz, odla oynayan odsuz kalır vs. Görüldüğü gibi, Od Çarşambası temelinde ateşin korunup saklanması inancı ve güneşe duyulan saygı bulunmaktadır. Türkler, eski devirlerden günümüze kadar doğayı canlandırıp toprağı ısıtan güneşi ve onun yeryüzündeki belirtisi sayılan ateşi her zaman bir simgeye dönüştürüp algılamışlardır. Türkler arasında doğanın dört unsurundan biri olan ateşin sıcaklığı ve yakıcı olmasıyla ilgili eski devirlerde Azer, Şehrivar, Sedde ve Azerkan törenleri yapılmıştır. Hayatın temeli gibi görülen ateş, diğer taraftan ocak şekli ile aile sembolüne dönüşmüştür. Ocağın yakılması, ateşin sönmemesi de ait olduğu milletin veya toplumun varlığına dair bir işaret idi. Ateşe selam vermek, ateşe (ocağa) yemin etmek gibi adetler, Türkler arasında yayılmış adetlerden idi. Bu nedenle Türk insanı ocağı kutsal bilir ve bir inanç şeklinde çeşitli geleneklerle yaşatmaya çalışırdı. Geleneklere göre, yaratıcı (Tanrı), insanı Nevruz’da yarattığı gibi, Koç burcunda da toplu olarak mevcut olan yıldızlara da kendi feleklerine, yani göklerine gitmelerini ve dönmeye başlamalarını emir etmiştir.
Eski Türk bayramlarına ait edilen özellikler ise dört aşamalı olarak değerlendirilebilir:
- Ritüel önem arz eden davranışlar;
- Yaşamlarında önemli rol oynayan nesneler;
- Eğlence ile ilgili unsurlar;
- Kıyafet, süslenme ve süslenme ile ilgili unsurlar.
Eski Türklerin bayramlarında ritüelistik değer taşıyan bazı davranış ve unsurlar bulunmakta idi. Örneğin, kurban verme ve yağmur ritüelleri bunların en önemlileri sayılırdı. Türklerin büyük devletler kurup Orta Asya’ya egemen olmalarında ve yayılmalarında özellikle iki etken etkili olmuştur. Bunlardan biri at, diğeri demirdir. Bilindiği gibi, demir silah sanayisinin önemli kaynağı idi. Eski Türk bayramlarının en önemli kısmını ise eğlenceler oluştururdu. Türkler yaşamaktan zevk alan, gülmekten ve eğlenmekten hoşlanan, dinamik, dışa dönük, neşeli bir karaktere sahip idiler. Bu özellikleri bayramlarda daha abartılı bir şekilde gözlemlenirdi.

Dr. Öğr. Üyesi Ruşen ALİZADE
Bibliyografya
Aka İ, Timurlular Devleti Tarihi, Berikan Yayınevi, Ankara, 2010.
Bartold V. V, Oçerki İstorii Turkmenskogo Naroda, Soçineniya, T, II, (1): 547-626, Moskova, 1963.
Bartold, V. V, Ulug Bey ve Zamanı, Çeviren İsmail Aka, TTK Yayınları, Ankara, 2015.
Buhari, Hafız-i Tanış, Şaraf-Nama-iy Şahi, Nauka, Moskova, 1983.
Ebulgazi Bahadır Han, Şecere-i Terakime, Tercüme eden İ. M. Osmanlı, Azerbaycan Milli Ansiklopedik Yayın Evi, Bakü, 2002Yazıcızade’nin Oğuzname’si, TDAY, Belleten, Ankara, 1195.
Kaşgarlı Mahmut, Divanü Lugat-it-Türk Tercümesi, c. 1, çeviren Besim Atalay, TDK Yayınları, 1985 (a).
Kaşgarlı Mahmut, Divanü Lugat-it-Türk Tercümesi, c. 2, çeviren Besim Atalay, TDK Yayınları, 1985 (b).
Kaşgarlı Mahmut, Divanü Lugat-it-Türk Tercümesi, c. 3, çeviren Besim Atalay, TDK Yayınları, 1985 (c).
Sümer F, Oğuzlar (Türkmenler), 5. Baskı, TDAV Yayınları, İstanbul, 1999.
[1] Azerbaycan’da Tongal adlandırılır.

Son Yorumlar