Ben Mevlit Yazmaktan Yanayım

Edebiyat iki ana damardan yürür daima. Geçmişte ve bu gün hep  iki ana izleği takip etmiştir edebiyat. Bu iki ana izleğin ilki geçmişi takiptir ki maziye ve mazinin ihtişam ve güzelliğine ağıtlardan mürekkeptir, diğeri ise geleceğe dönük bir ufuk yolculuğudur. Üstat Sezai Karakoç bunu ‘mevlit yazmak’ olarak sembolize eder ve bütün şiir ve düşünce dünyasını bu ideal üzerine bina eder.

“Ben ağıt yazmayı sevmem
Ölümden değil dirilişten yanayım
Ölümden değil ölüm sonrasından yana
Ağıt yazmaktan değil mevlit yazmaktan yana (s.624)*

Kelime olarak ‘doğma, doğum’ anlamlarına gelen mevlit; sosyal hayatta ve edebiyatta Hz. Peygamberin doğumunu ve hayatını anlatan bir mesnevi çeşidi olarak çoğunlukla sehl-i mümteni üzre müteşekkil manzum ve muhtasar bir siyer-i nebi tarzıdır. Tarihi kayıtlar Müslüman toplumlarda ilk örneklerini ve mevlit geleneğini  Mısırdaki Fatımiler dönemine kadar götürmektedir. Daha sonra diğer İslam beldelerine yayılan bu gelenek beraberinde güçlü bir edebiyat tarzı da oluşturmuştur. Tarih boyunca nice Müslüman toplumlar farklı dillerde nice mevlitler yazmışlar ve bu mesnevileri çeşitli vesilelerle okuyarak peygamberin yaşamının ve o yaşamın umut ve aydınlıklar ve nurdan ufuklar çizen engin deryasında yüreklerini teskin etmenin gayreti içinde olmuşlardır.

Anadolu coğrafyasında bu gelenek Süleyman Çelebi’nin yazdığı Vesîletü’n Necât isimli eserle yüzyıllardır varlığını devam ettirmektedir. Eserin adı Vesîletü’n Necât olsa da halkımız bunu kısaca ‘Mevlit’ veya ‘Süleyman Çelebi’nin Mevlidi’ olarak tesmiye eyleye geldi. Vesîletü’n Necât; kurtuluş vesilesi/sebebi anlamlarına gelmektedir. Bu isimlendirme bir toplumsal psikolojinin yansıması gibi değerlendirilebilir. Sıkıştığında, daraldığında, bunaldığında çıkış arar insanoğlu. Bireysel ve toplumsal bazda bu böyledir. Gerek mevlit geleneğinin Fatımiler zamanında yaygınlaşması ve toplumsal bir mahiyet arz etmesi gerekse Süleyman Çelebi’nin Vesîletü’n Necât’ı yazdığı dönemin  tarihsel arka planına  baktığımızda gördüğümüz bu süreçlerde İslam dünyasında genel anlamda bir sıkışmışlık ve nefes alamama durumunun üst düzeyde mevcut olduğu hakikati gözümüze çarpar. İlkinde Müslümanların kendi aralarındaki anlamsız ve acımasız kavgalarının ve haçlı karanlığının simsiyah gölgesini, diğerinde ise Anadolu’daki Moğol barbarlığının ve toplumsal  hercümerç oluşun, fetret döneminin ağır ikliminin arkasında geleceğe bir umudu taşıma ve bu umudun çıkış noktasını yeniden hatırlama, böylece yerle yeksan olmuş Müslüman yüreklerin bir ‘bas’ü badel mevt’ yaşayarak ölümden sonra yeniden dirilmelerinin reçetesini yazma çabası olarak düşünmek gerekiyor.

“Mitlerin en önemli işlevlerinden biri de bireyin zamanın ağırlığından kurtulup geçmişi yeniden yakalama ve yaşama yeniden başlayabileceklerine ve kendi dünyalarını yeniden kurma/yaratmaya olan inançtır. Mevlidin büyük bir ilgi görmesinin çeşitli sebepleri bulunmaktadır. Mevlit, Hz. Muhammed’in enerjisi ile yeniden dolup taşmak, kendini onun yanında hissetmek, onun yaşadığı asr-ı saadeti özlemin, huzurun ve barışın en güzel ve en yüksek şekilde görüldüğü dönemi arayışın bir göstergesidir. Mevlidin bu yönü mitosların sıkça işlediği kökene dönme algısı ile özdeştir.**

Bu noktayı nazardan baktığımızda Üstad Sezai Karakoç’un diriliş felsefesi;  şiiri ve nesriyle bir modern ve mufassal mevlit yazma ameliyesidir. “Bir toplumun hayatında felaket kaynaklarından biri de nesiller arasındaki bağların kopmuş olmasıdır. Toplum ve millet hayatı, sürekli ve kesiksiz bir akıştır. Bu akışta bir kırılma, kopma, kesilme olduğu takdirde, o toplum ya da millet, kendini boşlukta hisseder, hafızasını yer yer yitirmiş bir insan gibi kıvranır durur. Millet veya toplum hayatında kesik kesik yaşama yoktur. Toplumun ya da milletin soluğu, kesik kesik değil, derin ve uzun bir soluktur. (Çağ ve İlham-IV)*** diyen Üstad bütün yazdıkları ve söyledikleriyle ve bilfiil sade ve asude yaşamıyla bu derin ve uzun soluğun yeni nesillere taşınması çabasının nurdan sütunlarını inşa etti. ‘Bir mahşer içinde en aziz yalnızlığı yaşayan güneyli çocuğun’ tarihin bu ağır döneminde yitik cennetin izinde sürdürdüğü yolculuk ölümden sonra diriliş ile zirve noktasına ulaştı. Acılı bir coğrafyanın  kalbinden sürgünlüğü “ateş kayalarını ardından bıraka bıraka ve  içinde Nuh’un en yeni tufanı ile dünyaya ayak basarak  yeniden” (s.119) ölümsüzlüğe vardırdı onu.

“Ben ki ölümsüzlüğe ermiştim deşe deşe
Ülküleri düşünceleri düşleri insan çiçeğini
Aşmıştım kaç kere Hızır’la âbıhayatın kemerini
Geçip çılgın gerçeğe devirerek büyü mendireğini” (s.458)

Hızırla Kırk Saat yolculuğunda doğunun  ve batının,  geçmişin  ve geleceğin, ölümün ve ölümsüzlüğün künhüne varan Üstat, artık batının yok eden sayılardan, doğunun tükenen rakamlardan ibaret olduğunu fakat dirilişin çağırmasını bilenler için mutlaka geleceğine olan inancını Taha’nın Kitabı ile bir aydınlık muştusuna dönüştürmektedir. Bozgunda fetih düşüne yatan Üstat ‘diriliş medeniyetinin şifrelerini’ yayar bütün  şiir atlasına.

“Getir bir esinti ey yel  peygamberlerden
Kentlere doğru altın gibi akan çöllerden
Hurma gölgesinde su düşleri gören
Karnında kent taşıyan develerden” ( s.307

Diriliş felsefesi umudun, inancın güvenin sütunlaşmış halidir. On dört asrı devirmiş  bir mazinin ihtişamı kadar kahrını da sırtlayarak geleceğe dirençle yol almanın çabasıdır. Koyu karanlığın zırhının seherle birlikte mutlak yırtılacağının özgüvenidir. Gül mevsiminin kapıda olduğunun muştusudur.

Diriliş mevsimi bahar mevsimidir, ölümü öldürmenin zamanıdır. Mazinin diz çöktüren ağırlığından kurtulup kuş gibi hafiflemenin ve ‘avazı aleme Davud gibi salmanın’ demidir. Oyalanacak , hayıflanacak, berhava edilecek zaman değil. Çağı yakalamanın ve çağa ufuk çizgisi belirlemenin vaktidir. Geç kalma ve çağı ıskalama lüksümüzün olmadığı bir ara vakittir. Bu ara vaktin kıymetini bilip geleceğe taşımanın, gül kokularını ve bahar iklimini geleceğe taşımanın imkânıdır. Gül bahar ülkesine girmenin arifesidir.

“Bahar gelmiş Yusuf

Çok düş gördük
Gül getirilmiş hapishaneye
Çok düş yorumladın ama
Henüz çıkamadık geniş
Ve aydınlık yeryüzüne
Bir gül getirilmiş
Ama aşamadık duvarları
Çıkamadık gül
Bahar ülkesine” (s.388)

Üstat, “Yeni çağın yakasına sarılmak. Çağı sorguya çekmek. Gerekirse sorguya çekmeyi ta gerilere kadar götürmek”**** gerektiğini haykırarak “bir medeniyeti yaşatmanın yolunun geçmişi bir müze gibi muhafaza etmekten öte onu canlı, diri ve doğurgan boyutuyla çağa taşımak olduğunu”***** söyler bütün yazdıklarında. Bu çaba gül mevsimini getirecek, bu çaba bahar mevsimini getirecek, bu çaba diriliş neslini getirecektir.

“Kan kıyamet kopsa da şehirde
Ölmez adam can verse de
Sonsuzluğa ayarlı bir sedirde
Beklenen gül açılacak seherde
Baharla gelen yemyeşil bir seherde” (s.383)

Sezai Karakoç şiirlerindeki umudu, gül açılacak seherlere özlemi çocukluğunun ve  ilk gençliğinin geçtiği coğrafyadan ve bu coğrafyanın büyülü gerçeklik perdesi arkasındaki acımasız ve karanlık hakikatinden bağımsız da düşünmek mümkün değildir. ‘Kara incir ve nar diyarı Piran ülkesinden derin sülüklerden örülmüş saçları olan sulardan ve Dicle’yle Fırat arasında ipekten sedirlerinde Kur’an okunan açık pencerelerinden gül dolan’ bir iklimin bir diğer yüzü ise karanlık bir geçmişin melun mirasını ardında sürükleyip durmasıdır.  Bu ülke gül rayihasına bulanmışlığı ile birlikte nesilden nesile tevarüs eden şiddetli kan davalarının da ülkesidir. Cenneti ve cehennemi bir arada yaşayanların diyarıdır hakikatte. Cennetin ve cehennemin bizatihi kendisidir bu ülke.

“Şiddetli kan dâvalarının ülkesi
Kadınlar büyütürler çocuklarını
Bir aşı vurur gibi şahdamarlarına
Göstererek öldürülmüş babalarının
Kanlı giysilerini “(s.373)

Bütün bu gerçeklik üstadı ağıt yazmaktan uzaklaştırıp mevlit yazmaya yönelten ve diriliş muştusunu sözün sınırsız imkanları ile donatıp bütün bir aleme yayma çabasının izahını mümkün kılmaktadır. O bütün şiirlerinde bir şey söyledi. Görüntülerden faydalandı, saklamaya çalıştı, şiir kıldı, amentü kıldı, çağı ve ilhamı es geçmeden ortaya çıkarıp meydana serdi. Yitik cennetimizi bulacağımıza her zerresi ile inanarak bu inancı bütün insanlığa bir kıyamet aşısı gibi, gül kokusundan mürekkep bir rayiha gibi yayarak yılana, akrebe karşı gül suyuyla ve diriliş muştusu ile şerbetlenelim diledi. En çorak toprakta bile bir keramet, bir nimet, bir muştu var bilelim istedi.

“Bilirim en çorak toprağın bile var bir kehâneti
Bir kerâmeti
Bir gelecek zaman ticareti
Demet demet muştuları
Demet demet nimetleri” (s.311)

Fadıl KARLIDAĞ

Dipnotlar

* Yazıdaki şiirler Üstadın bütün şiirlerini kronolojik sıra gözetilerek topladığı Gün Doğmadan adlı kitabından alınmıştır. Sayfa sayıları söz konusu kitaba aittir. Gün Doğmadan-Sezai Karakoç-Diriliş Yayınları- 2015-Yirminci Baskı. Gün Doğmadan dokuz bölümden (onüç sağnaktan) oluşmaktadır ve bölüm başlıkları şu şekildedir. Şiirler 1-Monna Rosa, Şiirler 2-Şahdamar/Körfez/Sesler, Şiirler 3-Hızırla Kırk Saat, Şiirler 4-Taha’nın Kitabı/Gül Muştusu, Şiirler 5- Zamana Adanmış Sözler, Şiirler 6-Ayinler/Çeşmeler, Şiirler 7-Leylâ ile Mecnun, Şiirler 8-Ateş Dansı, Şiirler 9-Alın Yazısı Saati.

** Uluslararası Klasik Türk Edebiyatı Sempozyumu  Bildirileri -Ordu Ü. Yayını-2013 (Mevlid Üzerine Bir İnceleme: Mevlid ve Yeniden Doğuş-Yard. Doç. Dr. Ahmet İÇLİ)

*** Ay Vakti Dergisi, Sayı:197 (Sezai Karakoç Özel Sayısı)

**** Diriliş Neslinin Amentüsü, s. 33

***** Ay Vakti Dergisi, Sayı: 197, s.173 (Farabi’nin Medeniyetinden Karakoç’un Amentüsüne-Temel Hazıroğlu)

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir