– İnsan nasıl bir varlıktır?
– İnsan Karışık Bir Varlıktır.( …4.Sınıf Öğrencisi)
Vaktiyle bir öğrencimin verdiği bu cevap beni gülümsetirken düşündürdü de…
İnsan bedeni evrende bulunan değişik elementlerden teşekkül etmiştir. Bunlardan bir kısmı azot, karbon, hidrojen, oksijen, demir vb. maddelerdir. Beynimizde küçücük bir yerdeki nöron sayısı yüz milyar kadar. Sinir hücresi bir diğer sinir hücresine göz açıp kapamadan çok daha hızlı bir şekilde ulaşabiliyor. Nöronların bir biriyle bağlantısı, tüm dünyadaki telefon ağından çok daha fazla. Buna rağmen gördüğümüz, duyduğumuz, okuduğumuz, ağladığımız, güldüğümüz kısacası her algıladığımız şey beynimizle hemencecik irtibat kurabiliyor. Beynimiz hakikaten hiçbir hard diskin alamayacağı kadar geniş bir hafızaya sahip. Öyle ki bir insan, her anını ezberle geçirse ve bu bilgileri hafızasına almış olsa bile beyninin ancak yarısını doldurabiliyor. Kalp, mide, böbrek ve diğer aza-i cevahirimizde böyle. Bilimsel kitaplar böyle söylüyor. Ancak muhteşem olan sadece insanın bedeni mi? Sanmam. Hiçbir saray sadece taştan ve kumdan inşa edilmez. İnsan sarayı da öyle. Bu sarayın bir kısmı ervah âleminden, bir kısmı misal âleminden, bir kısmı hava âleminden bir kısmı nur âleminden ve belki de vatan-ı asliyemiz olan cennet âleminden bile gelmekte. İnsan tüm toplananların toplamı olduğu için toplananlardan irtibatını kesemez. İstese de kesemez.
Kalp…
Günde yüz bin defa kan pompalayan bir et parçası mı sadece? Beden libasımız kadar ruhumuz; ruhumuz kadar beden libasımız da harikulade… Ah ülfet! Ne ruhumuzu arayabiliyoruz ne de bedenimizin eşsiz güzelliğinden haberdarız. Kaçırdığımız insan gemisine rıhtımda bakmanın ne anlamı var?
Ne demiş:
“Cihan ara cihan içredir cihanı bilmezler
O mahiler ki derya içredir deryayı bilmezler.”
Ülfet toprağını üzerimizden atmak için bir oyun oynamıştık öğrencilerimle. Tamda “İnsan karışık bir varlıktır.” diyen ismi ben de saklı olan öğrencim ve onun arkadaşıyla. Birine, “Gözlerini kapat ve bir an için kendini kör olarak düşün.” dedim. Diğerine de “Sen de arkadaşının elinden tutarak, ona yol gösteren ve etrafındaki güzellikleri anlatan bir rehber ol.”
Çok basit fakat bir o kadar da anlamlı bir oyun… Birisi ilk defa körlüğün zorluğunu görecek diğeri arkadaşına yardımcı olmanın hazzını yaşayacak ve sonunda ikisinde de bir farkındalık oluşmuş olacak. Rehberlik yapan öğrencim hiç vakit geçirmeden hemen arkadaşının elinden tutarak, onu sınıfta bir taraftan gezdiriyor, diğer taraftan da etrafında gördüklerini bir bir anlatıyordu:
“Gel seni sınıfımızdaki mevsim şeridinin yanına götüreyim. Sonbahar, kış, ilkbahar, yaz. Kış mevsimini anlatan resimde bir kardan adam ve burnunda bir havuç. Üzerinde sarı renkli ve kırmızı desenli bir atkı. Kardan adamın etrafında ise şarkı söyleyerek oynayan çocuklar var. Uzakta bulunan ağaçlarda ise tek bir yaprak bile yok. Evlerin bacasından dumanlar yükselmekte”
Diğer mevsimleri de anlattıktan sonra:
“Şimdi de güzel yazı köşesine bir gidelim. O köşede Hasan arkadaşımızın Yeşilay’la ilgili çok güzel bir yazısı var. Yazısının altına da sigara ve içkinin sağlığa zararlı olduğunu gösteren bir resim yapmış. Resmin üzerine de kırmızı kalemle çizilmiş büyük bir çarpı işareti koymuş. Az ileride sağda Fen ve Teknoloji dersinde yaptığımız performans görevlerimiz var. Burada da arkadaşlarımızın yaptığı çalışmalar, evler, arabalar, geri dönüşüm kutusu, elektrik devresi…”
Rehberimiz arkadaşının kolundan tutar, pencere kenarına yönelir bu kez.
“Dışarıda güneşli masmavi güzel bir hava. Okulun dışında sebze ve meyve satan tablacılar var. Tören yaptığımız alanın yanında al bayrağımız var. Öyle güzel dalgalanıyor ki… Daha ötelerde gelip geçen rengârenk arabalar gözüküyor. Beyaz bir kedi kaldırımdan geçiyor hızlıca. Bahçenin sonunda bir çöp kovası var. Okulumuzun duvar kenarlarında ise bu sene dikilmiş kavak ve çam ağaçları yer alıyor. Ağaçların kimisi filizlenmiş kimisi de filizlenmek üzere. Bir kuş yuva yapmış kavak ağacının en üstüne…”
Kör taklidi yapan öğrencim daha fazla dayamaz. Gözlerini açarak:
“Öğretmenim sınıfımız, çevremiz sahiden bu kadar güzel miydi?” dedi.
“Evet, her şey güzeldir hem de anlatamayacağımız kadar güzel sevgili yavrum.” dedim.
Şair boşuna dememiş:
“Bütün çirkinliklerine rağmen hayat yine de güzeldir.
Ve sen kâinatın bir parçasısın.
Mutlu olmaya çalış.
Dostları sevgiyle kucaklamayı unutma.
Çocuk sevmeyi, çiçek koklamayı unutma.
En zor anında dahi gökyüzüne bakmayı unutma.”
Gördüğümüz halde körleşmenin bir itirafıdır bu küçücük oyun. Doğruluğunu teste tabi tutmadım ama şöyle bir olay anlatılır: Adamın biri fakirlikten şikâyetçi imiş. Bir gün Mevlana Hazretlerinin yanına giderek şöyle demiş:
“Ben çok fakir biriyim. Bana dua et de zengin olayım.” Mevlana hazretleri ise şöyle cevap vermiş: “Sana şu Konya’nın bütün bağını, bahçesini, kasırlarını versem bana bir gözünü verir misin?”
Adam şaşırarak : “Hayır, vermem.” demiş.
Mevlana Hazretleri devam etmiş.
“Peki, sana şu koca dünyayı içindekilerle birlikte verseler iki gözünü verir misin?” Adam, “Hayır, değil iki gözü mü, birini bile vermem” diye yinelemiş. Mevlana: “O zaman sen, dünyanın en zenginisin; çünkü sende olan organlar çok pahalı. Baksana dünyada olan hiçbir nesneyle değiştirmiyorsun.” diyerek adama ibretlik bir ders vermiş.
Ne diyeyim. Bu âlemde asıl zenginlik, asıl fakirlik ne? Bir cüzdan hesabı mı tüm varlığımız? Yoksa bir türlü farkında ol(a)madığımız varlığımız mı?
***
– Öğretmeninizle ya da arkadaşınızla paylaştığınız bir anınız varsa açıklayınız?
– Hayır, maalesef yok. Bizim sınıfta böyle birisi yok. Öğretmenimle konuşmaktan çekiniyorum. Bunun için anılarımı paylaşmam.” (… 8/A sınıfı öğrencisi)
Çocuklarımız niçin konuşmaktan çekinirler? Bir şey söylediklerinde ayıplanıyorlarsa, eleştirilme korkusu, endişesi taşıyorlarsa, söylediklerine değer verilmiyorsa ne yaparsanız yapın onları konuşturamazsınız. Öğrencilerimize söylediğimiz “Rahat olun, bakın ben de sizden biriyim. Bana hayatınızın her alanındaki sıkıntılarınızı, probleminizi hiç çekinmeden anlatabilirsiniz, bana güvenebilirsiniz.” gibi sözler hâl dilimize yansımadıktan sonra muhatabımızda aksi seda etmez. Çocuklarımızın yaşam alanına girmez isek onlardan bir kıl bile avlayamayız. Onlarla ip atlayacak, seke seke oynayacak, çamurda onlarla birlikte kirleneceksiniz ki öğrencilerinizin yaşam alanına girebilesiniz. Yoksa öğrencilerimiz ne sevgi duyabilir ne de anısını falan anlatabilir sizlere.
Milli Eğitim Bakanlığında üst düzey bir yönetici olan bir ağabeyimiz seminere katıldığımızda bize öğretmenlik yılları ile ilgili yaşadığı unutulmaz bir anısını anlatmıştı. İşte o anısından aklımda kalanlar.
Rize’nin küçük bir köyünde birleştirilmiş bir sınıfta öğretmen olarak göreve başlamıştım. Okulun ilk günüydü. 1.sınıfa yeni başlayan mini mini öğrenciler anneleri ve babalarıyla birlikte sınıfıma dolmuşlardı. Yeni başlayan 1.sınıf öğrencilerinden biri ille de eve gideceğim diye ağlayıp duruyordu. Çocuğun yanına yaklaşarak:
“Yavrum neden ağlıyorsun?” diye sordum.
Bir cevap gelmeyince, “Bak seninle burada oyunlar oynayacağız, sana okumayı yazmayı öğreteceğim. İstersen sana şekerde veririm. Ama ne olur sınıfta kal ve ağlama…”
Ne söyledimse kâr etmedi. Çocuk bir türlü susmuyor, kat’iyen sınıfta durmak istemiyordu. Bu haliyle sınıfın huzurunu bozuyor, diğer öğrencilerimi de ürkütüyordu. Ne yapacağımı şaşırmıştım. Son bir kere daha şansımı deneyerek yanına sokuldum.
“Peki, evladım senin ağlamaman için ne yapmak gerekiyor?” dedim.
Kafasını yerden kaldırdı:
“Benimle güreşirsen o zaman ben de ağlamam.” dedi.
Kendisinden beklenmeyecek ilginç bir cevap vermişti. İlk defa böyle bir cevap duyuyordum. Hem de birinci sınıf öğrencisinden… Ben bir öğretmen miydim, yoksa pehlivan mı? Ya da her dileği yerine getirmeye çalışan bir sihirbaz mıydım? Bir anlık bir iç muhasebeden sonra çocuğu susturmak ve sınıftaki otoritemi korumak adına:
“Tamam, teklifini kabul ediyorum yalnız teneffüste güreşiriz. Sen yeter ki ağlamayı bırak.” dedim.
Ayaklarını yere vurdu:
“Hayır, teneffüste olmaz şimdi güreşeceğiz.”
Renk vermemeye çalışıyordum. Başını okşadım:
“Yavrum, şimdi zamanı mı, hem görüyorsun ki dersteyiz.”
“Bana ne, ben anlamam şimdi, şimdiiiiiii!”diye bağırdı.
Allah’ım, bu nasıl bir çocuktu? Bir türlü laftan anlamıyordu. Öğrencilerin, velilerin yanında ille de “güreş güreş” diye tutturmuştu. Benim bildiğim öğretmenin bir hareketi emir telakki edilirdi. Bu nasıl bir öğretmenlikti? İçten içe bu haylaz çocuğun elinde maskara oluyordum. Hem de öğretmenliğimin ilk yılında. Çaresiz yeni teklifini de kabul ettim. “Tamam, oğlum hadi dışarı çıkalım.” diyerek bir ense çektim.
Minik çocuk, bir çırpıda boynundan elimi kurtardıktan sonra:
“Hayır, burada sınıfta güreşeceğiz.”
Çıldırmak üzereydim. Bir iki defa “la havle” çektikten sonra çaresiz bu teklifini de kabul ettim. Sınıftaki öğrenciler ve veliler alanı boşaltmak için sıraları kenara çektiler. Güreşmek için tam ceketimi çıkaracakken:
“Ceketini çıkarma böyle güreşeceğiz.” dedi.
Böylece bana son bir gol daha atmayı ihmal etmedi. Artık, iyice tükenmiş, sinirden kıpkırmızı olmuştum. Gözlerim neredeyse yuvalarından çıkmak üzereydi. Ceketimi çıkarmadım. Kırkpınar başpehlivanları gibi alana çıktık. Kol ve ense tutarak güreşe başladık. Veliler ve öğrenciler bizi keyifle izlerken gülmeyle karışık tezahüratta da bulunuyorlardı. Sınıfım bağıranlar, ıslık çalanlar, kahkaha atanlardan dolayı bir ses cümbüşüne dönüşmüştü. Nihayet güreş sona erdiğinde ben yerde öğrencim de üstümdeydi. Üstüm başım, her yerim toz toprak içerisinde kalmıştı. Küçük yaramaz, savaşı kazanan muzaffer bir komutan edasıyla sınıfta gezinerek seyircileri selamlıyordu. Seyirciler de onu alkış tufanıyla onurlandırıyorlardı. Bu tablo görülmeye değerdi. Artık sınıfta o bir pehlivandı… Bu olaydan sonra bizim pehlivanın okula gelirken yürüyüşü bile değişmişti. Adımlarını kendinden emin bir şekilde atıyordu. O ağlayıp sızlayan çocuk, gülen çocuğa dönüşüvermişti. Nihayet bu hâdisenin ardından çok uzun yıllar akıp geçti.
Bir akşamüzeri evimdeyken kapımın zili ansızın çalınıverdi. Kapıyı açınca karşımda, eli- yüzü temiz, şık giyimli bir gencin elindeki bir demet çiçekle bana gülümsediğini gördüm. Daha kendisine “Buyurun” diye sormadan:
“Hocam beni tanıyabildiniz mi?” dedi.
Tanımak için yüzüne dikkatle baktım:
“Hayır, beyefendi tanıyamadım. Kusura bakmayınız.”
“Hocam biraz eskilere gidin. Rize’den. Hani sizinle sınıfta güreş…”
“Sen ha!”
“Evet, ben o haylaz ve huysuz öğrenciniz.”
Yılların verdiği bir hasretle kucaklaştık. Sonra içeri geçerek o yıllardan uzun uzun sohbetler ettik. Ayrılırken bu haylaz öğrencim kendisiyle yaşadığımız olayla ilgili bana şu çarpıcı açıklamayı yaptı.
“Hocam, o gün okula gelmemeyi, okumamayı kafama koymuştum. Çocukluk işte, ne yaparsam öğretmenim beni okuldan atar diye düşünmüştüm. Bir anda aklıma güreş yapmak fikri geldi. Niyetim aslında sizi sinirlendirmekti. Böylece siz de sinirlenerek beni dövecektiniz, bende bunun üzerine okula bir daha gelmeyerek amacıma ulaşmış olacaktım. Ama düşündüğüm gibi olmadı. Bütün engellemelerime rağmen siz benimle güreş yapmayı kabul ederek ezberi bozdunuz. Değerli hocam siz bana okulu, okumayı sevdirdiniz. Kendime güven duymamı öğrettiniz. Güven ve sevgiyi benden esirgemediğiniz için haliyle başarı da kendiliğinden gelmiş oldu.”
Anlamlı anılar biriktirdiğimizde anlatacağınız anılar olduğu gibi anılacağınız anılarda kendiliğinden oluşuverir değerli arkadaşlarım.
Necati İLMEN
Son Yorumlar