Eğitimde Endoktrinasyon

Santos kulübü elemelerini geçen Pele, futbola ilk adımını atar. Santos takımının teknik direktörü oyuncularına antrenmanda şöyle der:

“Burada fiziksel güç ve disiplin özelliklilerinize göre değerlendirmeye tutulacaksınız. Futbolda sihir yoktur çocuklar. Evinizde oynanan ilkel tarz hangisi ise unutun. Burada Avrupa’nın en iyi takımlarının tekniklerini öğreneceksiniz.” O sırada kendi tarzında topla oynamakla meşgul olan Pele’yi işaret ederek, “Hey hey İşte demin aynen böyle şaklabanlıktan bahsediyordum.”

Pele, kendi tarzıyla oynamasına müsaade edilmediği için bir türlü A takımına giremez. Nihayet bir gün çantasını toplar evine dönmeye karar verir. Bu arada Brezilyanın efsanevi futbolcusu Waldemar de Brito  tren istasyonuna kadar takip ettiği Pele ile aralarında şöyle bir konuşma geçer:

“Bak sen hemen gidiyor musun?”

“Bay De Brito burada ne işiniz var?”

“Ben de sana aynı soruyu soracaktım.”

“İyi değilim Bay De Brito. Diğerleri gibi oynayamıyorum. Okula şimdi dönmeyecek olursam eminim sonum tuvaletçilik olur.”

“Bunun nesi kötü.”

“Tuvaletçiliğin mi?”

“Hayır, diğerleri gibi oynamamanın nesi kötü?”

“Koç tarzımın çok ilken olduğunu söylüyor.”

“İlkel zaten ama uzun ve zengin bir tarihi var.”

“ E o zaman koç neden sevmiyor?”

“Şey başlangıcı 16. Yüzyılın başına kadar gider…”

Waldemar de Brito koçun ilkel bulduğu ancak Pele’nin çok sevdiği Ginga oyununun geçmişini uzun uzadıya anlatır. Ve ona geri dönüp takımında kalması yönünde tekinlerde bulunur.

Bilindiği gibi Ginga müzik eşliğinde yapılan bir dans türüdür. Brezilya’nın bu dans türünün bazı hareketlerini ve estetik şeklini futbola uyarladığını biliyoruz. İzleyenlerde seyir zevki bırakan bu futbol tarzı zarif olduğu kadar etkili ve güçlü bir oyundur da aynı zamanda.

Pele, zorda olsa Santos’da oyunuyla kendisini kabul ettirir. Ancak milli takıma seçilen Pele için yine bir engel vardır. Bir gün milli takım teknik direktör Vicente Feola:

“16 yaşında olabilirsin ama artık bu ülkenin bir temsilcisisin. Ginga tarzı Santoz’da seni idare etmiş olabilir ama uluslararası bir seviyede hiç şansın olmaz.”

“Ama hocam”

Hocası sesini yükselterek:

“Duymak istemiyorum. Burda Ginga olmayacak. Söyle.”

“Burda Ginga olmayacak.” der Pele.

Teknik direktör elini masaya vurarak:

“Ne olmayacak?”

“Burda Ginga olmayacak.” diye tekrar eder Pele, çaresizce başını eğerek.

 Bir gün kaldıkları otelde oyuncuların Ginga tarzı dans ederek muhteşem bir şekilde futbol oynadıklarını gören aynı teknik direktör, beyninde şimşekler çakmış gibi yemekten sonra soluğu soyunma odasında alır. Oyuncularına:

 “Geçen hafta oynadığınız gibi oynarsanız kaybedersiniz. Ve bu da benim hatam olur. İşin aslı düzen değiştirmek İsveç karşısında mucizeler yaratabilir ama bu mayamızda yok.  Bizim oyun tarzımız bugün otelde gördüğüm gibi… Aynı şekilde oynamayı bilmiyormuşuz. Doğru. Bu doğru, onlar gibi bir birimize de benzemiyoruz. Ama bizi biz yapan bu. Ortak bir noktamız var. Ginga. Brezilyayı ifade etmenin tek yolu. Yarın saha çıktığınızda size geçen hafta öğrettiğim her şeyi unutun. Dünya İsveç takımı gibi oynamaya çalışan ürkek Brezilyalılar görmesin. Dünya Brezilyayı görsün. Olduğumuz şekilde. Bu maçı kazanır mıyız bilmiyorum ama bildiğim tek şey onlara güzel bir oyun göstereceğimiz.”[1]

“Başkaları gibi oynamamanın nesi kötü?” diyen aynı zamanda Pele’yi keşfeden Waldemar de Brito haklı çıkar. Özüne dönen Brezilya 1958’de Final maçında İsveç’i 5-2 yener ve dünya kupasını kazanır. Üstelik bu maçta 2 golü de Pele atar. Ezbere ve alışılmışa boyun eğmeyen Pele, ülkesine özgü oyunuyla takımına dünya kupalarını kazandırırken ismini de tarihin sayfalarına altın harflerle yazdırır.

Şimdi meseleyi getirmek istediğimiz noktaya gelince futboldaki bu endoktrinasyon yaklaşımı eğitim sistemimizde de mevcut. Genetik kodlarımıza ait özgü düşünce sistemimizi uygulayacak ne yeterli düzeyde bir eğitim politikamız var ne de öğrencilerimizin düşüncelerini rahatlıkla ifade edebildikleri bir ortamın varlığı tamamen mevcut. Bu durumu ben tespit etmişte değilim. Sayın cumhurbaşkanımız ve diğer yetkililerde eğitim de istediğimiz düzeyde olmadığımız defaten dile getirdiler.

Seçimlerimiz belirli seçilenler arasında olmaya memur. En iyi yöntemin bize öğretilenin olduğunu varsayıyoruz. Yürüyen ansiklopediler istiyoruz. Eleştiri ve tartışmayı hakaret olarak addediyoruz. İhtiyaçlarımıza çözüm sunabilecek problem çözme yeteneği gelişmiş, zorluklar karşısında kararlar verebilecek bireyler toplumda bir çıbanbaşı olarak görülmeye devam ediyor.

Düşünce üretiminin kısırlığını bir tarafa bırakacak olursak eğitim sistemimizde ezberciliğin revaç bulması boşuna değil. Bu işi Tanzimat’a kadar hatta daha da ötesine pekâlâ götürebiliriz. Günümüze kadar tevarüs etmiş ve katmerleşerek gelen ezberci eğitimde öğrenilen bilgilerin işe yarıyor olması ya da öyle görünüyor olması, zihni yormaması, ciddi bir hazırlık gerektirmemesi, biçim/şekil/kalıp tutkumuz, öğretmenin ne verdiğinden ziyade ne verdiğini döktüğü dokümanları kutsayışımız, öğreticinin/akademisyenin/öğretmenin ders işlerken aslında ezberlettiğinin farkına varamayışı,  varsa bile öğrenende nasıl bir tahribata sebep olduğunu idrak edemeyişi,  ezberci yöntemin toplum nezdinde kabul görüşü, eğitim politikalarını belirlenmesinde işin mutfağında çalışan bürokratların genel itibariyle fikir üretecek analitik düşünceye sahip olamayışları, liyakatin dikkate alınmayışı, üniversite ve milli eğitim bakanlığında koordinasyonun yeterli düzeyde olmayışı, sözel kitaplarda didaktik dilin çok fazla işlenişi, sınavlardaki bilgilerin öğrenciden motamot istenişi gibi daha birçok saikı ezberci eğitimin sebepleri arasında sayabiliriz. Ne yazık ki salt öğretmenimizin dersine girmesi, ders defteri doldurması ya da planını yapması mesleğini icra etmiş olarak yeterli görülebiliyor.

Büyük ölçekte karar vericiler araç-gereç, okul, personel vesaire ihtiyaçları karşıladıklarında eğitimdeki problemlerin büyük bir kısmın çözdüklerini düşünürler.  Kısmen bu görüş doğru olsa bile herkesin kafasındaki mantaliteyi ve bu mantaliteyi değiştirecek politikalar üretemediğimiz müddetçe ezberci eğitimden kurtulmamız zor gözüküyor. Okul dönemimde hatta üniversite eğitimimde bazı hocalarımız sınavlarda verilen cevapların anlattıklarıyla aynı olmasını isterlerdi. Üniversite 1. Sınıfta bir fizik hocamız vardı. Üst sınıflardan öğrendiğimize göre bu hocamız derste anlattıkları problemlerin aynısını sınavlarda soruyormuş. Bu rivayete doğrusu pek ihtimal vermedim. Zira Fizik dersinde böyle bir uygulamanın mümkün olamayacağını düşünüyordum. O yüzden kendi bildiklerime göre vize sınavına girdim. Netice kötüydü. Sınıfın en kötü notunu almıştım. Finalde ise aklım başıma geldi. Fizikteki vektörleri, Newton yasalarını, iş ve enerji ve momentum gibi şu an hatırlayamadığım bazı konuları ve onlarca problemleri bir şiir gibi ezberleyerek girdiğim final sınavında sınıfın en yüksek notunu(90) aldım. Bizden istenen bilginin kontrol edilmesi ve sorulduğunda aynıyla cevap verilmesiydi. Böyle yaptığım için güya Fizikte sınıfın en başarılı öğrencisi olmuştum. Oysa bu yüksek notun bana dersi geçmenin dışında hiçbir faydası olmamıştı.  

Geçmiş dönemlerde öğretimin ağırlıklı olarak dini ve ahlaki olması, bir yönüyle dini kaynakların(Kuran-Hadis) gibi kitapların ezberletilmesi, öğrenilecek bilgilerin kayıt imkânının bulunmaması, eğitimde yeni yaklaşımların, yeni yöntem ve tekniklerin bilinmemesi pekâlâ bu tarz bir eğitimin verilmesini anlaşılır kılabilir.  Ancak her türlü bilgiye ulaşılabildiği, araç-gereç ya da pedagojik formasyonun sağlandığı bu zamanda da devam etmesi hatta yukarıda da bahsettiğim gibi pozitif bilimlerin(Matematik, Kimya, Fizik vb) bile ezberletilmeye çalışılması izahta zorlanılabilecek bir hadisedir. Bu noktada ezberlemeyi ve ezberci eğitim kavramlarının farklı şeyler olduğunu söylememiz gerekir.  Ezberci eğitimden bahsederken elbette zihnimize egzersiz yaptıran ezberlerden bahsetmiyoruz. Bir hafızın ezber yapması, bir şiirin ezberlenmesi, bir tiyatrocunun oyunundaki sözleri tekrarlaması ya da bir konservatuvar öğrencisinin notaları, şarkıları ezberlemesi olması gereken bir durumdur. Ezberci eğitimden kast edilen alışkanlıklarımız, sorgulamadığımız geleneklerimiz, önyargılarımız, mutlak kabul ettiğimiz doğrularımız, öğrendiklerimiz hatta öğretme metotlarımızın tekdüzeliği.

Tarım toplumlarında kişinin anne ve babası, bulunduğu yerin imamı ya da yaşlısı bilgiyi aktaran kişi olarak kabul edilebiliyorken günümüzde de yaşlı ya da bilge bir kişinin yerini bugün öğretmen ya da kutsadığımız internet almıştır. Bu geçişin farkına varabilen ülkeler çağı yakalayabilmişlerdir. Oysa ülkemizde takipçi sayısı ile övünen, hatta takip edilmesi için paralar savuran sosyal medya fenomenlerini nereye koyacağız? Bin bir emekle kafanızı çatlatarak yazdığınız bir yazı bir yemek tarifi ya da paylaşılan bir kedi, köpek resmi kadar ilgi görmüyorsa sosyal medyanın ya da internetin bize kattığı bir kazanımdan nasıl bahsedebileceğiz? Hâsılı ilkokuldan üniversite kademesine kadar öğrencilerdeki merak duygusunun lime lime edilmesi her şeyin basmakalıp bir şekilde verilmesi, akla açık kapı bırakılmaması, derslerin ilgi uyandıracak tarzda verilmemesi kendimize özgü orijinal bir ürün ortaya dökmemize neden olmaktadır. Merak törpülendiğinde ezber başlar. Ezberin olduğu yerde, özgünlüğün yerini taklit alır. Taklidin olduğu yerde “ben” kavramından söz edilemez.

Onun(ezber) yüzünden yeteneklerimiz bir bir külleniyor, uçup gidiyor elimizden. Şaşma yeteneğimiz şaşılacak halde… Kaçımız televizyonun, radyonun, bilgisayarın neden ve nasıl çalıştığını merak etmişiz. Çocukların haricinde kaç kişi, yıldızlar neden yere düşmüyor diye sorguluyor. Sorgulamıyoruz zira her şey bize nasıl anlatılmışsa öyle kabullenmişiz. Bütün sorularımızın cevabını hiç tetkik etmeden, sorgulamadan nasıl öğretildiyse bizde öyle öğrendik. “Türkiye’de en fazla bor mineralleri nerede çıkarılır? Demir en fazla hangi ilimizde” Böyle yüzlerce, binlerce bilgi depoladık hafızamızda… Bekli de bu sorulara cevap verebilecek yığınca makineleşmiş insanlarımız var aramızda. Oysa düşünmeliydik borun, demirin ne işe yaradığını ve nerelerde kullanıldığını. Maalesef her geçen gün düşüncelerimiz, aklımız, ruhumuz, istidadımız ve bütün özelliklerimiz biraz daha iğdiş ediliyor/ölüyor. Bir ölü yaşayanlara ne verebilirse biz de çocuklarımıza onları verebiliyoruz. Ölüyoruz öldürüyoruz. Soran, merak eden, irdeleyen çocuklarımızı çok konuşuyor diye ağzını kilitliyoruz. Bizim gibi olsunlar istiyoruz. Nasıl öğrenmişsek hayatı onlarında öyle kabullenmelerini bekliyoruz. Anlamıyoruz anlatamıyoruz anlamlandıramıyoruz. Sonuçta minik ama büyük düşünen çocukları da kendimize benzetmeye devam ediyoruz. Ansiklopedik bir takım malumatları bilenleri toplumun önüne en kültürlü, en bilgili bir entelektüel diye takdim ediyoruz.

Ezberden bu kadar şikâyet ettikten sonra sanırım ezberden kurtulma yollarını da tartışmamız gerekecek ama önce paylaşacağımız bir anekdot meselemize ışık tutabilir. Görevim gereği geçen ay Coğrafya kitaplarında hep okuduğum ama bir türlü göremediğim bakırın çıkarıldığı Artvin/Murgul’daydım. Arkadaşlar beni madenin çıkarıldığı yere götürdüler. Madenin nasıl çıkarıldığını, teleferiklerle yüzlerce metre yükseklikten nasıl taşındığını ve işlenmek üzere tırlara nasıl yüklendiğini gözlerimle gördüm. Kitabi bilgileri zihnimizde oturtmanın yolu bizatihi yaparak/yaşayarak/gezerek görmektir. Belki her öğrenilen bilgiyi gezip görmenin imkânı olmayabilir ancak bugün artık “artırılmış gerçeklik” diye bazı bilgisayar programlarıyla istediğimiz bilgiyi kavramamız pekâlâ mümkün.

Okullarımızda ezberden kurtulabiliriz. Zannediyorum bunun için sistemin değişmesini beklememize bile gerek yok. Kaldı ki yapılandırmacı eğitim yaklaşımı bize bu imkânı fazlasıyla sunmakta. Bir tarih ya da edebiyat dersinde bile derse hazırlıklı gelmemiz, klasik bir takım yöntemlerin dışında alternatif metotları kullanmamız ve kitabi bilgileri beyin fırtınasıyla harmanladığımızda ortaya bambaşka bir ürünün/insanın çıktığına şahit olacağız. O zaman dünya çapında edebiyatçımız, felsefecimiz, tarihçimiz, fizikçimiz ya da doktorumuz olacak. Öte taraftan ezbercilikle başa çıkmada okullarımızda öğrencilerin sorgulayabileceği, eleştirebileceği, analiz ve sentez yapabileceği, yorumlama yapabileceği “Kürsü dokunulmazlığı” gibi bir dersin faydalı olacağı kanaatindeyim. Bu derste öğrenciler tıpkı milletvekilleri gibi saygı ve sevgi içerisinde kalarak öğretmenlerini, dersleri, ya da derslerin içeriğini, konuların farklı yöntem tekniklerini tartışabilmeliler. Denetim sonu yaptığımız toplantılarda öğretmenlerimiz ders kitaplarındaki metinlerin özellikle de ilkokuldaki metinlerin uzun oluşundan mustarip olduklarını söylüyorlar. Bende bu kanaatteyim.  Metinler kısa; resim, şekil, grafik fazla olmalı. Konular en ince ayrıntısına kadar verilmemeli, öğrencinin aklına kapı aralamasını sağlayabilecek şekilde açık uçlu olarak kalması gerekir.  Bir diğer taraftan öğretmenin kendisini sınıfın tek hâkimi ve tek bilgi kaynağı olarak görmemesi,  soru soran öğrencilerin ayıplanmaması da ezberciliğin boynunu vuran bir giyotindir.  

Zihin haritasına müdahale ederseniz birey her geçen gün kendi dünyasında toprak kaybeder. Merak, özgüven ve özgürlüğü aşıladığınızda ise yeni fetihlerin olması yakın demektir. Bilimde ve teknikte gelişmiş ülkelerle yarışabilmemiz ve hikâye kültüründen analitik düşünebilen bir nesil yetiştirebilmemiz için ezberden kurtulmamız gerekecek. Aksi takdirde manipüle edilen ve dayatılan bir eğitimi kabullenen çocuklarımızdan Pele çıkaramayız. Netice-i kelam onun (ezberin)  ölümünü bekliyoruz o öldüğünde  “Biz” (özgünlük) doğmuş olacağız…

Necati İLMEN

Dipnot

[1] “Pele: Bir Efsanenin doğuşu” filmi

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *