Giriş
Ziya Gökalp, (1876-1924) Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş felsefesinin oluşumunda dolayısıyla da kurucu lider Mustafa Kemal Atatürk üzerinde oldukça etkili aydınlardan biridir. Gökalp, okulda düzenli ve yöntemli bir şekilde Batı kültürünü öğrenirken, döneminin âlimlerinden olan amcası vasıtasıyla da Doğu kültürü ve Türk-İslam âleminin seçkin eserlerini okumuş, Namık Kemal ve Ziya Paşa’nın yazı ve şiirleriyle oluşmaya başlayan “milliyetçi” söylemi benimseyen özgün bir düşünürdür. “O kadar ki, Milli Türk devletinin kuruluş döneminde Gökalp Türkçülüğünün sosyal-ideolojik yorumuna yöneldi.” (Gökalp, 1982, s. 60; 1981,173-176, İnalcık, 2014, s.328, 331) Türkçülük inancını 15 yaşındayken okuduğu Ahmet Vefik Paşa’nın “Lehçe-i Osmani” ve Süleyman Paşa’nın ”Tarih-i Âlemi” adlı eserine bağlayan Gökalp, Osmanlı Devleti ile Türkiye Cumhuriyeti arasında “köprü” ve “kurucu” âlimlerden olup, Türk Milliyetçiliğinin teorisyenlerindendir. (Gökalp,1976c, s.57;1982, s.306; İnalcık,2016, s.77)
Osmanlı Devletinin yaşadığı sorunların nasıl aşılabilineceğine dair Türk Yurdu Dergisinde yayımladığı (1918) ve Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak ismiyle bir araya getirilen metinlerinden dolayı Ona “Bir İmparatorluk Entelektüeli” de denilir. Gökalp’in deyimiyle, bir milleti ilmî surette incelemek için öncelikle geçmişte ve bugünde nasıl olduğunu aramak demektir. Bu yapılırsa gelecekte/istikbalde nasıl olması lâzım geldiği üzerine düşünebiliriz. Türk Hikmeti/Felsefesi bağlamında Türk Medeniyetinin evreleri İslam dinine girmeden önceki dönem “Eski Devir”, İslamiyet’i kabul ettikten Garp Medeniyetiyle yüzleşinceye kadar ki dönem “Orta Devir”, kabul ettikten günümüze kadarki olan “Yeni Devir” olarak adlandırılarak tasnif edilir. Onun “Türkleşmek, İslamlaşmak ve Muasırlaşmak” adlı eserini bu tasnifleme ışığında okumak gerekir. Bu yazılarda Türkleşmenin diğer tutumlarla bir çelişki içinde olmadığına vurgu yapılır, hatta Türk Milliyetçiliğinin İslamlık ve Osmanlılığa yapacağı katkılara dikkat çekilerek, üç bakış açısının bir arada yürütülme imkânı üzerinde durulur. Gökalp, “Bunlar birbirine zıt kavramlar olmayıp, tek merkezli üç daire gibi birbirini kapsayan ve tamamlayan toplumsal realiteler” diyerek bu düşüncesini dile getirir. Osmanlı-Türkiye Cumhuriyeti geçiş sürecinde “köprü entelektüel” olması bu nedenledir. (Gökalp, 1976, 1-13; İnalcık, 2014, s.346, Coşkun, 2004, s. 71) Onun fikirleri “Genç Türkiye”ye biçim verdi, ruh kazandırdı. Çeşitli konulardaki ileri görüşleri, Cumhuriyet’in güç aldığı temel kurum ve kuruluşların kurulup, gelişmesinde etkili oldu.” (Gökalp, 1976b, 25-26, 2018, 1981, s. 2945 vd, 1974, 11, 2014, 32, 1977b, 3. Ülken, 2020,11, Heyd, 1980,7-9; Mazlum ve Gölbaşı, 2009)-,s.226-229)
Bütün bu nedenler dolayısıyla Türkiye Cumhuriyetinin esas teşkilâtını biçimlendiren, Türk devlet adamlarına ilham veren zihniyeti tanımak isteyenler Ziya Gökalp’in fikirlerine dikkat etmelidir. Çünkü 1908’de İttihad ve Terakkî ideolojisini tespit ödevi Ona verilmişti, bu açıdan Cumhuriyetin manevî kurucularından biri, belki de bu kuruluşta payı en büyük olanıdır. O, “Modem Türkiye”nin siyasî ve fikrî gelişmeleri içinde bir nirengi noktası olarak değerini korumaktadır. Çünkü kendi sistemini kuran bağımsız bir filozof, kamucu bir aydın olarak başta Mustafa Kemal Paşa olmak üzere, İkinci Meşrutiyet, Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet dönemlerinin siyasal, toplumsal ve kültürel hayatında etkili olan yönetici ve aydınların düşüncelerini derinden etkilemiştir. Diğer bir ifadeyle Gökalp’in korporatist sistemi, çağdaş Türkiye’de egemen siyasal düşünüşün hem en yetkin ifadesi, hem de biçimlendiricisi olmuştur. Bu açıdan “maşeri vicdan”da zaten olgunlaşmış olana “idrak” kazandırmış kişidir” denilir. (Gökalp, 1982), 33, 1977a,s.32, 107,Heyd, 1980, s. 7, 9,33, 126, İnalcık, 2016, s.189; Parla, 1982, 33, 49-53, 73)
Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş felsefesine önemli katkılar yapan köprü düşünürlerden olmasına rağmen Gökalp’in en yanlış bilinen ya da çarpıtılmış yönlerinden birisi “milliyetçilik görüşü”dür. Olgunluk çağında iyice törpülenen “mefkürevi” Turancılığı sağda övgüyle, solda yergiyle karşılanmıştır, ama onun kesinlikle “ırk”a ve “dünya hâkîmiyeti”ne dayanmayan, çok net biçimde dil ve kültür esasına dayalı, ulusların eşitliğine inanan kültürel ve barışçıl milliyetçiliği göz ardı edilmiştir.” Nitekim Gökalp Divan-ı Lugati’t-Türk’ten hareketle devlet/il teriminin “sulh/barış” anlamına geldiğini söyler. O, İlçi/elçi teriminin “’barışçı” demek olduğuna dikkat çekerek, “Eski Türkler’ de devlet, barış dininden doğduğu için devlete de il adı verildi” der. (Gökalp, 1991, 124, 1981, 9-55, 99; 1977c, s. 39-49) Üstelik “O, çağdaş Türk milliyetçiliğini/ulusçuluğunun kan bağı ve ırk gibi biyolojik esaslar üzerine kurmaz. Millî duygu ve hasletler üzerinde yükselen çağdaş bir milliyetçilik oluşturulmasına önemli katkı sağlar. Çünkü “O, ulusçuluğu tanımlarken Türk, Türk kanı, Türk ırkı gibi kavramlardan değil, etnik ve dinsel inancı ne olursa olsun kendini bu ülkeye ait hissetme olgusundan hareket etmiştir. Bugünkü Atatürkçü Türk ulusçuluğu da bu temel parametre üzerinden tanımlanmaktadır.” (Mazlum ve Gölbaşı, 2009, s.236, Osmanağaoğlu, 2008,9, Türkman, 2003, s.157)
1. Ziya Gökalp’e Göre Felsefî Türkçülük
Gökalp, “Türkçülüğün Programı”nı sekiz bölüm şeklinde açıklar. Bunlar, Dilde Türkçülük, Bediî/Estetik Türkçülük, Ahlakî Türkçülük, Hukuki Türkçülük, Dini Türkçülük, İktisadi Türkçülük, Siyasî Türkçülük ve Felsefî Türkçülüktür.
Gökalp felsefenin “Muakele” yani idrak etmek, karşılıklı akıl yürütmek, tefekkür etmek olduğunu belirtir. Felsefe düşünmek için düşünmek, yani menfaatsiz, garazsız ve hasbî karşılıklı bir düşünüştür. O, bu tarz düşünüşü “spekülasyon” terimi ile ifade eder. “Felsefe ilimle çelişkiye düşmemek şartıyla ruhumuz için daha ümitli ve daha vecdli daha teselli edici, daha çok saadet bahşedici, bütün yeni ve özgün varsayımları ortaya atabilir. Zaten felsefenin vazifesi bu gibi varsayımlar ve görüşleri arayıp bulmaktır. (Gökalp, 2014, 204-205 – Tuncay, 1978, s. 224-227)
Gökalp, (müspet/pozitif) ilim ve felsefe arasındaki farka dikkat çekerek tahlillerine başlar. Felsefenin ilme dayanmakla birlikte ilmî düşünüşten başka bir türlü düşünüş tarzı olduğunu belirtir. Ona göre, başlangıçta bütün bilgiler felsefenin içindeydi, hem teorik hem de pratik olmak üzere genel bir bilim demekti. Felsefenin ilahi ve beşeri her şeyi açıklamak ve güzeli aramak ve iyi olanı yapmak hususlardaki faaliyeti sevk ve idare etmek şeklinde iki hedefi olduğunu söyler. Döneminde özel bilimler bağımsız bir hayat yaşamak üzere birer birer ondan ayrıldığı için felsefenin işinin sınırlandığını düşünür. Ona göre, felsefenin objektif ve müspet unvanlarını alabilmesi, ancak bu sıfatları taşıyan ilimlerle uygun olması sayesindedir. İlmin olumsuzladığı/nefyettiği hükümleri felsefe ispat edemez, ilmin ispat ettiği hakikatleri felsefe olumsuzlayamaz. (Gökalp 1982, s. 3, Osmanağaoğlu, 2008, s. 8,39, Karaveli, 2008,162)
Döneminin hâkim felsefe modelinin pozitivizm olduğu düşünülünce kendi içinde tutarlı gözükür bu tespitler, ama günümüz açısından tutarlı olduğu söylenemez. Çünkü bilim tarihi ve bilim felsefesi arasındaki fark dikkat edersek, bilim tarihinde farklı zamanda farklı teoriler ile evrenin işleyişi açıklanmaya çalışılmıştır. Batlamyus, Kopernik, Newton ve Einstein’in ortaya koyduğu teoriler, evrenin oluşumu/işleyişine dair olup yanlışlanana kadar, işlevselliğini korumuştur. (Uyanık, 2024a, s. 117-128, 2012, 7-18, 2019d,s. 331-366)
“Felsefî Türkçülük” hususuna gelirsek, Gökalp, felsefenin değerini belirlemenin müspet ilimlerle uygun/ahenkli olması ve ruhlara büyük ümitler ve teselliler, saadetler vermesiyle ölçüleceğini belirtir. Bu yönüyle felsefenin sübjektif olduğunu, bunun da millî bir boyutu olduğunu gösterir. Her milletin kendine özgü bir felsefesi olduğundan dolayı, ahlakta, bediîiyatta (estetik ve güzel sanatlarda) ve iktisatta olduğu gibi felsefede de Türkçülük olabilir. (Gökalp, 1982, 5-8, Tuncay, 1978,s. 149-150)
Bu noktada “Türk Felsefesi”nin “Osmanlı Felsefesi”nden farklı olduğunu O hars ve medeniyet farklılığı üzerine oturtarak bu ayırımı yapar. Gökalp, bunu müzakere ederken, “Felsefede refah mı, saadet mi öncelenmeli?!” sorusu bağlamında görevinin hayatın bu en mühim sualine cevap verebilmek olmasından hareket eder. Bu hususta samimi ruhlu insanların derin bir surette düşünmesine felsefe” denildiğini belirtir. Ona göre, “Buradaki felsefe, filozofların felsefesi değil, herkese mahsus olan kıymet/değer telakkisinden ibarettir. Mesela, bazı adamlar refahı saadetten mukaddem/öncelikli bilirler, bazıları da saadeti refaha takdim ederler/öncelerler. Bu iki türlü görüş, o iki taifenin felsefeleridir. İşte, Osmanlı yöneticileri/zimamdarları en büyük değeri refaha veriyorlardı. Orada oluşturulanı “yüksek saray medeniyeti” halk kültüründen kopuktur. Türk halkı ise, refahı ikinci dereceye indirerek birinci dereceyi saadete hasrediyordu.” Bu ayrımı son derece önemlidir, çünkü refah, uzvî ihtiyaçların mükemmel bir surette tatmin edilmesi, saadet, içtimâî mefkûrelerin yükselmesinden duyulur. “Bu saadetin fiilen tahakkuk etmesinden doğan sevinç/meserret gizlidir/hafidir. İşte, Türk halkının refahtan mahrum olduğu halde, niçin daima mesut olduğu, Osmanlı yöneticilerininse (zimamdarlarınınsa) büyük bir refah içinde yaşadıkları halde niçin daima hallerinden şikâyet ettikleri, bu iki ma’kûs (karşıt, birbirine ters olarak konumlanmış) felsefe ile izah olunabilir.” (Gökalp, 1977c, 46, 2014, 204, 1981,s. 46)
İnalcık, bu ayırım son derece önemli olduğunu söyler: “Öz bütünleşmiş kimliğini saklayan bölgesel halk kültürleri; millî bilinçlenme ve millî devletlerin kuruluş sürecinde, millî kültürün temeli olarak ele alınmıştır. Aynı süreçte Türkiye’de, şehirler dışında nispeten bağımsızlığını korumuş, Avrasya geleneklerine bağlı kalmış Türkmen kültürü, “millî kültür” varlığının temeli sayılmış; aydınlar Türk “harsı’: Türk dili, Türk edebiyatı, Türk tarihi için Avrasya kaynaklarına yönelmişler, “Osmanlı medeniyeti: Türk’e yabancı, kozmopolit, yapay bir kültür olarak inkâr edilmiştir. (Gökalp’in, E. Durkheim ve daha çok Gaston Richard yoluyla Alman Gemeinschaft sosyolojisinden alarak geliştirdiği: “hars” (kültür) ve medeniyet ikilemi, Türkiye Cumhuriyeti kültür tarihine damgasını vurmuştur. Fakat Türkiye’de, özellikle son yarım yüzyıl içinde, şaşırtıcı bir biçimde “Osmanlı medeniyeti”, millî kültürün vazgeçilmez bir parçası ve devamı sayılmaya başlamıştır. Aynı soru, dinde bilinçlenme, Cumhuriyet Türkiyesi’nin Osmanlı Devleti’nin devamı gibi algılanmasında ortaya çıkmıştır. Başka bir örnek vermek gerekirse, sanat tarihi kongrelerinde Osmanlı sanatı, “Türk Sanatı” olarak benimsenmiştir.” İnalcık, 2016, s. 242-245)
Teorisyen olmanın ötesinde verdiği derslerle bilgi ile hayat arasında bir köprü kurmayı amaçlayan Gökalp, ilkokuldan yükseköğretime kadar eğitimin önemine dikkat çekmiş ve öğretmenlerin akademik ve bilimsel şekilde yetişmeleri gereğini vurgulamıştır. Eğitimin bütün süreçlerinde tartışmaya, sorumluluğa, özgürlüğe ve rekabete dayalı bir felsefî eğitim sistemi oluşturmaya çalışmıştır. (Gökalp, 1977a, s. 13; Bircan, 2019,s.52)
1.1. Gökalp’in “Türklerde Az Filozof Çıkmıştır” İddiası
Gökalp, Türklerin hayatlarının sürekli mücadele ile geçtiğini, bu nedenle sırf düşünmek için düşünmeye vakit ayıracak çok az adam yetiştirdiğini söyler. Bu kimselerin de düşünüş yollarını bilmediklerini, mefkûrelerini iyi idare edemediklerini, çoğunlukla dervişlik ve kalenderlik çıkmazlarına saptıklarını düşünür. Bununla birlikte Türklerin arasında şimdiye kadar az filozof yetişmesi, Türklerinin muakaleye yani hasbî (çıkarsız, garazsız) felsefî sorgulamaya yeteneksiz oldukları sonucuna götürmez. Bunun gerekçesi ona göre, Türklerin henüz müspet ilimlere huzur ve istirahatçe muakaleye yani felsefî üretimi mümkün kılacak bir seviyeye yükselmemeleridir. (Gökalp, 2014, s.205, Osmanağaoğlu, 2008, 24).
Bu nokta da “halk felsefesi” ve “yüksek felsefe” ayrımı yapan Gökalp’e göre, Türklerin felsefece geri kalmaları yalnız yüksek felsefe açısından doğru olabilir. Bu nedenle “Türk edebiyatı ne Âşık Paşa ile ne de Nevâî ile başlamaz” der. Bunların “Yüksek Felsefe” olarak sunulmasına karşı çıkararak “Edebiyatın kaynağını hem taşa kazınmış yazılarda, ceylan derilerinde, hem de halkın koşmalarında, masallarında, destanlarında aramak gerektiğini” söyler. Gökalp, Arap ve Fars akıllarının çıkarımlarının ortaya çıkardığı İslam tasavvurlarının millî bünyeyi yozlaştırdığını düşünür. Bunun yerine millî kimliğin de yaşamasına imkân tanıyan bir Türk Müslümanlığı fikrînin gelişmesi için gayret göstererek, zühdî tasavvuf yerine ilahî âşka, geniş bir hoşgörü ve insan sevgisine dayanan Varlığın Birliği (vahdet-i vücûd) öğretisinin öncelenmesi gerektiğini söylemiştir. (Gökalp, 2018, s. 45 vd. Uyanık, 2021, s. 265-302)
Modern dönemde milli kimliğin, Türk milleti tasavvurunun ve felsefi duruşunun bu kültür üzerine inşa edilebileceğini söyle açıklar: “Türklerde yüksek felsefe ilerlememiş olmakla beraber, halk felsefesi gayet ileridir, yüksektir. İşte felsefî Türkçülük, Türk hakkındaki bu millî felsefeyi arayıp meydana çıkarmaktır. O kadar ki “halen halk tabanında yaşamakta olan kültürel öğelerin aşağıdan yukarıya süzülerek rafineleştirilmesi ve böylece bir millî kültür oluşturulmasını gerekir.” (Mazlum ve Gölbaşı, 2009, s. 231, İnalcık. 2016, s. 35. 240; Yıldırım, 2020, s. 345)
Gökalp, “Türk harsı” ile “Osmanlı medeniyeti” mukayesesinde “Hangi Türklük? Hangi Osmanlılık?” diye soracak olursanız, “Vatanımızda asırlardan beri yan yana yaşadıkları halde, birebiriyle kaynaşmayan Türklük ile Osmanlılığı kastediyorum” der. Ona göre, Türk Harsı üzerine yükselen “Halk felsefesi” bizde bütün milletlerden daha yüksektir ve Çanakkale savaşını kazandıran da budur. O kadar ki Asya, Avrupa ve Afrika’da bütün milletleri yenmişler egemenliği altına almalarını Türk felsefesinin bu milletlere ait felsefelerin hepsinden daha yüksek olmasına bağlar ve “Bugünde öyledir. Yalnız şu varki maddi medeniyet açısından gerilime var. Medeniyetce onlara müsavi olduğumuzda cihan hakimiyeti yine bize geçecektir” der. (Gökalp, 1977c, s.44, 2014, 205)
Peki bu durumda niçin şiirinde “Türk Felsefesi yoktu” der? O dönemde üretilen Türkçe metinlerin konumu neydi? Farsça ve Arapça yazılan metinler Arap ve Fars kavimlerine mi hizmet ediyordu? Bu sorunun cevabı için öncelikle “Türk Aklı ve Ürettiği Müslümanlık Tasavvuru” üzerinde kısaca durmamız gerekir. Çünkü İslam’da, bin yıllık kültür tarihimizde Türk asıllı bilginler çoğunlukla Arapça, Farsça bazen Türkçe yazmışlardır.” (İnalcık, 2016, 69, 144, 150-152)
2. Türk Aklı ve Ürettiği Felsefe
M. Fuad Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar adlı klasik eserinde, Ahmed Yesevî ve Yunus Emre’de İslam medeniyeti dairesinde özgün Türk dini düşüncesinin kaynaklarını ayrıntılarıyla inceler. Türk Müslümanlığı ifadesini Yesevî ile özdeşleştirir, Anadolu’daki izdüşümü ise Yunus Emre’dir, der. (Köprülü, 1991,s.1-2, 18-19, 76) Bu eseriyle Köprülü, Gökalp’in düşlediği sürüp gelen öz “millî kültür”, “millî ruh” üzerinde bilimsel araştırmaların temelini atmış bulunuyordu.” (İnalcık, 2016, s. 87,90-91) Çünkü Gökalp’e göre, ‘Türk’çe düşünmek; “Türk gibi duymak, Türk gibi düşünmek, bilhassa Türk gibi irade edip, Türk gibi çalışmaktır. Bu noktada kimin ne kadar Türk olduğunu ancak içtimâî sireti (toplumsal görünüşü) göstereceğini söylemesi (Siretin suretine yansıması) önemlidir. (Gökalp, 1980, s. 37)
Bu bağlamda Türkistan’da temelleri atılan Türk’çe düşünüş ve Türkçe deyişlerle Türk Felsefesinin metafiziknu boyutu anlaşılır ve yaşanabilir bir şekilde ileten Yunus Emre ve onun takipçilerinin Anadolu’da verdikleri eserler, Türk’çe Düşünüş, Türkçe Felsefe ve Türk Felsefesinin temel metinleridir. “Felsefeyi Anadolu’da Yeniden Yurtlandırmak: Türk Felsefesine Giriş” okumalarımızın temel hedefi bu metinleri analiz etmektir. (Uyanık, 2016a, 191-214; 2020, s. 21-45, 2016, s.80 vd, 2022b, 182-211)
Bunu Anadolu Uygarlıkları üzerine çalışan arkeolog Akurgal’ın ifadesiyle söyleyecek olursak, “Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde büyük aşamalara ulaşan Türk kültürü, Orta Asya, eski Anadolu ve Akdeniz-Ege kökenli olup İran/Pers, Arap ve Batı etkileri”ni araştırılmalıdır. Atayurt ve Anayurt irtibatını sağlayan Selçuklu ve Osmanlı’nın (diğer kadim milletlerin kısa süreli ve bazı kısımlarına sahip oldukları) Anadolu’ya bütünüyle hâkim olmaları ve Türkiye Cumhuriyetinin burada kurulma sürecini incelemek, Türk Felsefesinin pratiğe aktarılması olarak görülebilir.” (Akurgal, 1998, s. 9, 33, 214)
Bu noktada Erol Güngör’ün iç eleştirilerine dikkat ederek Türk Tarihini bütüncül okuma çabasını devam ettirerek, Selçuklu-Osmanlı-Türkiye Cumhuriyetini kuran kültürel süreklilikteki “sırrı” keşfedilmelidir. Bu, Türk Müslümanlığının Arap ve Fars Müslümanlık tasavvurlarından farklılığını ortaya koyacaktır. Böylece Gökalp’in bir Osmanlı Entelektüeli olarak duyduğu kaygıların sebebi de ortaya çıkabilir. Burada dikkat edilecek husus, farklı bir coğrafyada farklı bir kültürde (harsta) yaşanılan sorunları merkeze alarak çözümler üretmek için gönderilen ve Hz. Muhammed tarafından uygulamaya konulan öğretinin farklı zaman ve mekanlarda yaşayan farklı ırklara/kavimlerin içinde yaşadığı sosyo-politik şartlara göre okuması ve farklı (Fars, Türk, Maley, Kuzey Afrika vb) Müslümanlık tasavvurları olmasıdır. Arapların tarihsel şartlarının mutlaklaştırılarak tarihsici (neo-selefi) bir şekilde farklı coğrafyalarda yaşayan Müslümanlara taşınması tutarlı değildir. (Güngör, 2006, 68-77,80, Uyanık, 2017: 175-234, 2023a, s. 255.; 2023d, s.38-68)
Bunun bir de İslam öncesi dönemi olduğuna dikkat edersek, “Türk Felsefesi” Bumin Kaan’ın kurduğu Göktürk Kağanlığı (552-745) Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşları tarafından kurulan Türkiye Cumhuriyetini kuran Türk Aklının ürettikleridir. Diğer bir ifadeyle birçok devleti farklı zaman ve mekânlarda farklı isimlerle/hüviyetlerle kuran zihniyet/mahiyetin analizidir. Burada “Türk adı, aslında siyasî kimlik ifade etme” sürecine işaret eder. Bu tarihsel birikimi değer/aksiyoloji açısından incelenmesi Türk hanedanlarının egemenliği altına girmiş, Türkçe konuşan yerel halkların birçoğunun da tarihidir. Zira bunlar Türk kimliğini almışlardır. İlkin Göktürk siyasî egemenliği (V-VIII. yüzyıllar) bu halklara ortak Türk adını kazandırmıştır.” (İnalcık, 2016,s. 268, Uyanık, (2018a, 179-199, 2018b, 137-191, 2023a, s. 28:35-43; 2019e, s.8-23) Görüldüğü üzere Türkiye Cumhuriyeti aynı süreci takip etmiş ve vatandaşlık tanımını bu birikim üzerine kurmuştur ki, bunda Gökalp’in etkisi açıktır.
Mevlüt UYANIK
Makalenin devamını okumak için lütfen linki tıklayınız: Felsefi Türkçülük


Son Yorumlar