İnsanlığın göç tarihi aslında ilk insanlar Hz. Adem ve Hz. Havva ile başlıyor. Cennet yurdunda şeytan tarafından kandırılan Hz. Adem ve Hz. Havva cenneti terk etmek zorunda kalırlar. “İçinde bulundukları (cennet yurdu)ndan çıkardı” (Kur´an, 2:36) ayetiyle dünya hayatı, bir başka deyim ile, göç hayatı sadece cennetten çıkarılan Hz. Adem ve Hz. Havva için değil, aynı zamanda tüm insanlık için başlar.
Dünya hayatındaki amaç ise, tekrar o anavatana, yani nimetler yurduna, cennete geri dönebilmek. Bu dünyada kısa bir göç hayatı yaşayıp tekrar vatan-ı asliyeye ayak basabilmek, tüm göçedenlerin en büyük meselesidir.
Vatan-ı asliyeye geri dönme isteği ve arzusu insanın fıtratında vardır. 1960´larda, 1970´lerde Avrupa´ya, bilhassa Almanya´ya misafir işci olarak giden türk vatandaşlarına, hatta o dönem gelen İspanyol, İtalyan veya Yunan vatandaşlarına da sorsanız, aradan 50-60 sene geçmesine rağmen “Bir gün vatanıma geri döneceğim, doğduğum toprağa geri döneceğim” nidalarını işitirsiniz. Bu dönüş sadece çok azı için uçağın üst kısmında yaşarken gerçekleşir, çoğu için ise uçağın alt kısmında bir tabut içinde vuku bulur.

Göç olgusu insanlık tarihiyle başlıyor demiştik. Sadece Türklerin göç tarihi dâhi başlı başına bir ansiklopedidir. Şu an sadece Avrupa´da yaklaşık 7-10 milyon civarı Türkün yaşadığı tahmin ediliyor. Tarih boyunca göç etmeyen bir toplum hiç olmamıştır. Dolayısıyla tarih boyunca toplumların göç etmesi anormal bir şey olarak değil, aksine gayet doğal bir gerekçe olarak algılanırdı.
Göçetmenin “özel bir olgu“, ya da halihazırda olduğu gibi “olumsuzluk“ veya “sorun“ olarak algılanması ise sosyolojik olarak modernitenin getirdiği bir problemdir. Sanayileşme, şehirleşme, ülke sınırlarının kesinleşmesi ve ulus devletlerin kurulmasıyla beraber bürokrasinin de ilerlemesi “Göç”ü bir bürokratik bir mesele olarak önümüze getirdi. Vize, oturma izni, seyahat izni, çalışma izni, iltica statüsü gibi kağıt üzerinde yapılan hukuki “anlaşmalar” göç etmeyi bir anormal durum haline getirdi.
Halbuki felsefi olarak bir insanın A’dan B’ye gitmesi ve isterse B’de temelli kalması, hür iradesiyle verdiği ve başkasının karışamayacağı, hak ihlali söz konusu değilse engellenemeyecek bir karardır. Modern toplum ise bu hür iradeyle çeşitli sebeplerden dolayı, – ki günümüzde önplana getirilen en büyük sebep “güven” sebebidir – baş edemediği için, A’dan B’ye gitmeyi ve B’de kalmayı kanunlara ve kurallara bağlamıştır, bir takım sınırlamalar getirmiştir.

Nihai olarak bu şekilde bir algı göçü sorun olarak görür. Özellikle ırkçı akımların “Gemi doldu, artık gelmeyin” gibi söylemleri ideolojik olarak da göç etmeyi bir menfi olgu olarak sunuyor. Bu sebeple göç olgusunu gerçekleştirmek isteyen veya tüm zorluklara rağmen gerçekleştiren kişiler de “sorunlu şahıslar” olarak algılanabiliyor. Irkçılığın, kabileciliğin halen geçerli olduğu toplumlarda göç edenlere ikinci, hatta üçüncü sınıf insan muamelesi yapılır. Âdeta göç edenlerin cahil veya kötü niyetli olduğu empoze edilir. Halbuki savaş sebebiyle göç etmek zorunda kalanlar sadece okuma yazma bilmeyenler değil, elbette akademisyenler de, zengin de, fakir de, hasta da, sıhhatli de, genç de, yaşlı da böyle bir durumda istese de istemese de göç eder.
Eğer bakış açısı değişebilse, göç’ü hem göç edenler için hem de göç edilen toplum için bir fırsat olarak değerlendirilse, tarihte bir çok medeniyetin göç sayesinde kurulduğu göz önünde bulundurulsa, Göç Olgusu müspet karşılanacaktır.
Başa dönelim… Hz. Adem cennetten göç ettikten sonra, tövbe ediyor, anavatanı olan cennete geri dönmek istiyor, fakat aynı zamanda göç ettiği dünyada bir toplumun, bir insanlık medeniyetinin tohumlarını atıyor. Asıl hedefini unutmadan, ıskalamadan, göç ettiği yerin de kıymetini ve rızklarını bilerek bir gurbet hayatı yaşıyor, ve tekrar göç edeceği vakti bekliyor… Son göç vaktini… Her insan bu son göçü tadacak…

Cemil ŞAHİNÖZ
https://www.facebook.com/notes/%C3%B6mer-%C3%A7elik/zamanda-veya-mekanda-g%C3%B6%C3%A7/10155325741276936/ ………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………Zamanda yada mekanda göç…
Osmanlıyı ayakta tutan en temel değerlerden biride… tasavvuf kültürüydü denilir…
uzun süredir uzak kaldığımız bu büyük birikim… toplum tarafından yeniden keşfediliyor gibi sanki…
tasavvufun pratiğe uyarlanmış şekline tarikat deniliyor…
son devirde bu kavram hep negatif şekilde anıldığı için… bizim muhafazakar kesim dahi…
o köklü kültüre hayli mesafeli durdu… halbuki… hayatı yaşarken, yorumlarken, anlamlandırırken…
tasavvuf gözüyle bakmak…
kişiyi daha olgun, daha dingin, daha candan bir kişiliğe erdirir… çünkü bu bakış açısı… insanı kendi iç dünyasına doğru… uzun bir yolculuğa davet eder…çözümü dışarda değil… kendi içinde aramasını tavsiye eder… özeleştiriye yöneltir… kişisel gelişim sürecine kapı aralar… psikoAnalizi devreye sokar… nitekim belli bir birikimi aşabilen Batılı aydınlar… insanı tanıma amacıyla… doğu felsefelerini, tasavvufu, sufizmi mercek altına alıyorlar… aslında tarikat denince… böyle şeyler akla gelir… gerisi, bizim aydın kesimin yaftasından ibarettir… islamın içinde tasavvufla ilgili ilk işarete… hicret sürecinde rastlanır… yani tarikata atılan ilk adım… Mekkeden Medineye göçle başlar… kainatta hiçbir şeyin tesadüf olmadığına inananlar için… bu iki büyük vakanın… aynı süreç içinde cereyan etmesi… çok manidar sayılır…bir çok sembolik anlamlar yüklenir… ayrıca hicret olayı, takvim başlangıcı sayılarak… sanki herşeyin miladı gibi olmuştur…her yönden dönüm noktası halini almıştır… kelime manası olarak hicret… “mekanda” göçü temsil eder… buna karşın tasavvuf… “zamanda” göçün simgesi sayılır… yani kişinin kendi içine doğru yaptığı yolculuğu çağrıştırır… biri coğrafi mekanda, bedensel, yüzeysel bir yolculuk… diğeri duygusal katmanlarda, ruhsal, derinlikli bir yolculuk… işte bu iki ayrı yolculuk türünün… aynı anda başlaması… bize bir mesaj verir gibidir… yani sanki insana denirki… eğer “inandığın gibi yaşamak istiyorsan”… ya mekanda yada zamanda göç etmen zorunlu hale gelir… aksi halde belli bir süre sonra… “yaşadığın gibi inanmaya başlarsın”… sen yaşamı değil… yaşam seni yönetir… yani hangi şartlar içinde yaşıyorsan… önce onları kanıksamaya, sonra benimsemeye ve nihayet özümsemeye başlarsın… hatta zaman içinde… bu yaşam biçimini idealize etmeye bile yönelirsin… bir süre önce değiştirmek için çaba harcadığın yaşam şartları… tam tersine seni değiştirmeye başlar… onun için… eğer içinde bulunduğun ortam… senin kişiliğini, kimliğini, özünü aşındırmaya başlıyorsa… taviz vermeni, erozyona uğramanı, başkalaşmanı gerektiriyorsa… ya başka bir yere, yöreye, ortama hicret et… yada kendi iç alemine doğru göç et… yani iç dünyanı yenile ve hayata bakışını değiştir… bu yolculuğun ikiside… senin kişiliğini koruman yönünde… daha özgür, daha güçlü, daha içten olmana yolaçar… ezilmeni, çürümeni, çözülmeni önler… içindeki çocuğun, saflığın, ruhun diri kalmasını sağlar… gerçektende… insan bazen yıllardır yaşadığı yerden… ortamdan, şartlardan, ilişkilerden iyicene bunalınca… bir başka ortama yönelerek… herşeye yeniden başlama şansı yakalar… bu tebdili mekan, bir ferahlık kapısı aralar… sanki bütün ağırlıklar, çekintiler, sınırlamalar ortadan kalkar… yep yeni bir beyaz sayfa açılır… işte hicret denilen bu mekan göçü… sanki yeniden doğmuş gibi… yeni bir dünya sunar insana… ama herkes, herzaman… böyle yeni bir yere göç imkanı bulamaz… çoğu kez, çoğu kişi… ne kadar büyük çile çekerse çeksin… mecburen mevcut süregelen yaşantısına… devam etmek zorunda kalır… işte böyle durumlarda… kişiliğin ve kimliğin korunması için… diğer alternatif göç akla gelir… yani, iç dünyaya doğru göç, hicret, seyir… eğer bu iç yolculuk yönünde… birkaç adım atmak mümkün olabilirse… beyinde yeni bir pencere açılır… yeni bir bakış, algılama, yorumlama şekli oluşur… daha derin bir boyuta, katmana, zamana geçilir… kişiler, olaylar, fikirler… bir kademe daha dışardan, uzaktan, yukardan seyredilir… sokak, sadece sokağın ortasından değil… birkaç kat üstten takip edilir… daha geniş açıdan bakma imkanı kazanılır… bir olayı anlamak için… sadece bir fotoğraf karesi değil… video görüntüsü izlenir… bir şeyin ilk bakışta görünen, yüzeysel, şekilsel yönü değil… oluşumu, öncesi, sonrası ölçülür… tek tek ağaçlar kadar… ormanın genelide dikkate alınır… her olan şey… daha büyük bir planın parçası gibi görülür… bütün bunlar… kişinin iç alemini yeniden dizayn eder… dışa bakış başkalaşır… aslında dışarda olan biten şeyler… aynen eskisi gibi… aynı minval üzere devam edip gitmektedir… herşey, herkes, her nesne aynıdır… ama ona bakan göz ve izan değişir… yani görülen şey değil… gören göz değişir… dışarısı değil… içerisi değişir… kısacası kişilik değişir… tıpkı başka bir yere göçen insanın ruhu… nasıl taze, zinde, genç kalıyorsa… aynen ona benzer bir psikoloji ortaya çıkar… yeni bir yere taşınmış gibi… yeni bir dünyayla tanışmış gibi… yeni bir yaşantıya başlamış gibi… bir motivasyon yaşanır… çünkü kişi mekan olarak… hala aynı eski ortamda kalıyor olsa bile… zaman olarak bir iç boyuta geçer… işte buna zamanda yolculuk denir… tasavvufi tabirle, seyri süluk… bu seyire çıkan kişi… öncelikle dışa bakışı bırakıp… kendi içine yönelir… başkalarını ve başka şeyleri değil… özünü gözden geçirir… o güne kadar yaptığı gibi… hep dışarıyı, dış şartları, dış dünyayı değiştirme yerine… kendi iç alemini restore ve reforme etmeyi yeğler… dışarda yaşanan şeylerin… kendi kişisel çabasıyla değil… uzun vadeli, konsensus yoluyla, toplumsal anlayışla değişeceğini farkeder… onun için tek başına… boşuna Donkişotluk yapmaktan vazgeçer… hayatın devrimci bir değişimle değil… evrimci bir eğitim süreciyle şekilleneceğini anlar… bu iç rönesans sayesinde… daha esnek, daha ayarlı, daha hoşgörülü bir kişilik ortaya çıkar… eski aksi, sert, tavizsiz tavırlar azalır… hayatla barışık hale gelinir… zamanda yolculuğun semeresidir bu… ama bizim toplumun modern kesimi için… bu yol kapalı gibi görünüyor… içe bakışı öneren felsefeler küçümseniyor… iç mücahede yerine, dış mücadele daha öncelikli görülüyor… ve sonuç olarak… yaşamla savaş başlıyor… hayata karşı başa baş, dişe diş, dike dik… bir cedelleşmenin içine giriliyor… sürekli şikayet, çatışma, yarışma modunda yaşanıyor… kökleşmiş yapılar, yargılar, dengeler, değerler zorlanıyor… ve bir sürü stres üretiliyor… bu sürecin sonunda… tabiki bazı başarılar, kazanımlar, ilerlemeler elde ediliyor… ama ağır bedeller ödeniyor… nice insani incelik feda ediliyor… ruhlar köreliyor, vicdanlar zayıflıyor, değerler yitiriliyor… ne pahasına olursa olsun… sonuç almaya kilitleniliyor… hedef için, her şey mubah sayılıyor… var olmak uğruna herşeyden vazgeçiliyor… tam bir homo economicus= ekonomi insanı haline geliniyor… doğuştan getirilen hümanist ruh yok oluyor… özellikle gençlikten orta yaş kuşağına geçerken… tam bir aşınma süreci içine giriliyor… içten gelen ses kısılıyor… dışarının, sokakların, gerçeklerin gerektirdiği şey neyse… ona kulak veriliyor… ve bu aşınmanın ardından… birey, toplum tarafından asimile ediliyor… özel, özgün, kişisel şeyler silikleşiyor… büyük grubun içinde sıradan ve sürüden birisi olup çıkılıyor… çoğunluk, neyi nasıl düşünüyorsa… o ortalama kalıplar içine hapsolup kalınıyor… bunun adına… sosyalizasyon yani toplumsallaşma deniyor… kısacası kişi dışa doğru… yada içe doğru bir yolculuğa yönelmemişse… bu hazin son onu bekliyor… tek çıkış yolu hicret gibi görünüyor…bazen kimliği korumak uğruna… ya zamanı yada mekanı terke hazır olmak gerek… vazgeçmesini bilmeyen birisi, vazgeçilen birisi oluyor çoğu kez…