Nıetzche’nin Tırnaklarını Sökmek

I.

İnsanın yaşam yolunda kendine rehberlik yapmış bir dehayı eleştirmesi çok güç bir iştir. Ama yine de bu işe kalkışacağım. On üç yaşımdan beri ömrüm Nietzsche’yi düşünerek geçti. Çok zor zamanlarımda Nietzsche’den öğrendiklerim beni ayakta tuttu ve hayata sımsıkı bağladı. Nietzsche’nin tüm külliyatını okudum ve onun üzerine çok güzel bir kitap yazdım ve bir dönem Nietzsche’nin havariliğini yaptım. Fakat 2017 yılından sonra, yani psikoterapimi yaptıktan, Bediüzzaman’ı ve Kuran’ı bir psikoterapi kitabı olarak okumayı öğrendikten ve ibadete başladıktan sonra yeni bir yaşam şuuruna eriştim. Ve bu yeni yaşam şuuru beni belli konularda Nietzsche’yle çatışma içine soktu. Başlarda bu durum beni çok rahatsız etmiyordu fakat bu çatışmanın ruhumda yarattığı ıstırap eninde sonunda beni bu çatışmayla yüzleşmeye ve hesaplaşmalarımı kaleme dökmeye zorladı. Ben de bundan bir iki hafta kadar evvel Richard Schacht’ın 660 sayfalık mükemmel Nietzsche özetini okudum ve bu çatışmanın nereden kaynaklandığını ve bu çatışmayı çözmek istiyorsam Nietzsche’yi nasıl dönüştürmem gerektiğini anladım. Bu yazı bu hesaplaşmaların kaleme dökülmüş şeklidir.

Başta bu yazıyı objektif bir makale suretinde yazmak istiyordum. Fakat bir makale genellikle ruhsuz ve cansız kansız olur. Bunun yerine ben de ömrümüm başından beri Nietzsche’yle maceramın nasıl şekillendiğini bir yaşam hikayesi gibi anlatmanın derdimi daha iyi ifade edeceğine inandım. Bu yazıda on üç yaşımdan beri Nietzsche’yle maceramın nasıl şekillendiğini, Nietzsche’nin beni nasıl dönüştürdüğünü ve ona olan eleştirilerimin nasıl adım adım şekillendiğini anlatacağım. Bir yaşam hikayesi suretinde anlatılmış olsa da bu yazı bir otobiyografi değildir. Bir düşünce eseridir. Umarım bu yolla okurun da bir tefekkür sürecine katılmasını sağlayabilmiş olurum.

II.

Benim Nietzsche’yle ilk karşılaşmam ortaokul yıllarında arkadaşlarımla gittiğim laik kitapçılarda gördüğüm Nietzsche kitaplarının kapaklarının üzerimde yarattığı etkiydi. O dönemlerde radikal İslamcıydım ve Nietzsche’nin kitapları yeni yeni çevrilmeye başlanmıştı. Kitapların kapaklarında Nietzsche’nin dehşet verici bir yüzü vardı. Kalın gür bıyıklar ve öfkeli bir yüz. Ve kitapların adları benim dinim için tehdit ediciydi: Deccal, Ahlakın Soykütüğü, İyinin ve Kötünün Ötesinde, Putların Alacakaranlığı, Güç İstenci… o dönemlerde bir gün bu kitapları okursam dinimden çıkabileceğimi düşünür ve Nietzsche’den çok korkardım.

Çok daha sonrasında Nietzsche külliyatını 2013 yılında okuduğumda bu kitaplar beni dinden uzaklaştırmaktansa dinime daha çok bağladı. Çünkü Nietzsche Hıristiyan itikadını reddetmiş olsa da Allah yolunda yolculuk yapan ve bu yolda nice ilahi hakikatler keşfetmiş bir düşünür olarak göründü gözüme.

Bir iki örnek vereyim:

Nietzsche’nin en temel düşüncelerinden biri Apollon-Dionysos ikilisidir. Bu ikili evrene biçim veren iki metafizik ilkedir. Apollon bizleri bütünleştirir ve yaşamımıza mutluluk katar. Dionysos ise bizleri paramparça ve darmadağın eder. Fakat her Dionysos yeni bir Apollon’un başlangıcıdır. Yani her paramparça olduktan sonra yeniden bütünlüğümüzü sağlar, ayağa kalkar ve hayat yolunda yolculuğumuza devam ederiz. Bu dönüşüm de bizim özgür irademizle gerçekleşmez. Evrene hükmeden bu iki metafizik ilke bizlere hükmettiği için gerçekleşir. Pek kimse bilmez ama bu düşünce İslam metafiziğindeki Cemal-Celal ikilisinin Batı düşüncesine tercümesinden ibarettir. Tanrı’nın bir Cemali isimleri vardır ve bu isimler bizleri bir bütünlük haline getirir ve bizi mutlu eder. Tanrı’nın bir de Celali isimleri vardır ki bu isimler yoluyla Tanrı bizleri paramparça eder. Fakat her paramparça oluş yeni bir Cemal’in hizmetindedir. Zira Tanrı bizleri her ölümümüzden sonra yeniden diriltir ve bizlere yeniden bir bütünlük bahşeder.

Nietzsche kozmolojisinin temel düşüncesi olan kuvvet düşüncesi de İslam metafiziğinde tam bir karşılık bulur. Nietzsche için kuvvetler birer oluş ve süreçtir ve evrene ve evrendeki varlıklara biçim verir. “Kuvvet nedir?” diye Nietzsche’ye sorduğunuzda Nietzsche sizlere şöyle bir yanıt verecektir: “Birer oluş ve süreç olarak kuvvetler kozmik arzulayışlardır. Örneğin bir elmayı yedikten sonra o elmanın tüm vücuduna dağılıp sonra dışkı olarak çıkmasına kadarki süreç tek bir kuvvetin güdümü altındadır.” Buradan bakınca Nietzsche’nin örnek olarak verdiği bu kuvvet Tanrı’nın Rezzak (rızık verici) ismine tekabül eder. Nietzsche için bu kuvvetlerin bir benliği, ruhsallığı ya da öznelliği yoktur. Fakat bunlar bedenimizdeki bilinçsiz ama bir hedefe yönelmiş dürtüler ve içgüdüler gibi birer arzulayıştır. İslam metafiziğinde Tanrı’nın sonsuz ismi vardır. Bu isimler de evrene biçim veren kozmik arzulayışlardır. Ve evrendeki her varlık Tanrısal isimlerin güdümünde bir varlık kazanır. Nietzsche’nin kozmik arzulayışlar olarak kuvvet kavramından ne anladığına bakacak olursanız bu kuvvetlerin her birinin İslam metafiziğinde ilahi bir isme tekabül edeceğini görürsünüz. Yani Nietzsche sayesinde ben o güne kadar soyut olarak bildiğim ilahi isimleri somut bir biçimde tefekkür etme yeteneği kazanmıştım.

Nietzsche’nin yaratmak istediği üstinsan da İslam kozmolojisinde tam bir karşılık bulur: insan-ı kamil. Nietzsche Güç İstenci kitabında yaratmak istediği kahraman için şu adı kullanır: İsa ruhlu Jül Sezar. Üstinsan Jül Sezar gibi olmalıdır. Yani mıymıntı ve silik olmamalı, hayatın zorluklarına karşı mücadeleci savaşçı ruhunu korumalı ve evrene bir biçim verme iradesini gösterebilmelidir. Fakat alabildiğine bencil olan Jül Sezar’dan farklı olarak, üstinsanın ruhu İsa gibi evrene, yaşama ve yaşamdaki her şeye karşı sevgi dolu olmalıdır. Buradan bakınca İsa ruhlu Jül Sezar tam da İslam peygamberi Hazret-i Muhammed’in tecessümüdür. Zira Hazret-i Muhammed’in kalbi de insanlığa ve evrene karşı sevgi doluydu. Fakat Hazret-i Muhammed de mıymıntı ve pısırık bir insan değildi. O değerleri namına tüm dünyayla ölümüne savaştı, defalarca yıkım yaşadı ve her seferinde ayağa kalktı. Nihayetinde bu yolda başarılı da oldu. Zaten yeryüzünden ve bedenden nefret ettiği ve pısırık insanlar yarattığı için kurumsal Hıristiyanlığa düşman olan Nietzsche’nin savaşçı olduğu ve yeryüzü nimetleriyle barışık olduğu için İslam’a sempatiyle yaklaştığını eserlerini taradığınızda da göreceksiniz. 

“Tanrı öldü” sloganıyla bilinen Nietzsche’nin bir çeşit Tanrı’ya inandığını da külliyatını dikkatle okuduktan sonra keşfedecektim. Nietzsche tüm felsefesini sistematik bir biçimde özetlediği Güç İstenci adlı kitabında tüm evreni kuvvetler ve güç istenci kavramlarıyla taradıktan sonra evrenin bütününü tefekkür eder ve şu cümleleri söyler: “İşte burada tüm evreni temaşa eden bir Kozmik Bilinç’in varlığını kabul etmek zorunda kalıyoruz. O halde Hıristiyan Tanrısını reddediyoruz. Fakat bir oluş ve süreç olarak Tanrı’yı kabul ediyoruz.”

III.

Benim Nietzsche’yle ikinci karşılaşmam yirmi yaşımda cemaat imamıyla bir sorun yaşadıktan sonra gönderildiğim kitap okuma kampında gerçekleşti. Bu kampta elime gençleri felsefeden uzak tutmak için bir Nurcu’nun yazdığı bir kitap geçti. Bu kitapta yazar, Schopenhauer ve Nietzsche gibi büyük filozofların hayatlarından travmatik sahneler aktarıyor ve “eğer felsefeyle uğraşırsanız siz de böyle travmalar yaşarsınız” mesajını veriyordu.

Nietzsche’nin travması Nietzsche’nin delirme olayıydı. Nietzsche bir gün bir at arabasına biner. At hastalıklıdır. Arabacı, at yürüsün diye atı acımasızca kırbaçlar. Nietzsche “zulmetme hayvana!” diye bağırır. Bunun üzerine arabacı Nietzsche’yi de kırbaçlar. Ve Nietzsche yere yıkılır, “ben ne kadar ahmakmışım” diyerek delirir. Ve o güne kadar düşmanı olduğu Hıristiyan papasına ‘çarmıha gerilen’ imzasıyla bir mektup yazar. Nietzsche’nin sonraki on yılı ablasının bakımında geçer Nietzsche bu olaydan sonra delirmiştir ve o günden sonra artık kimseyle konuşmaz.

Bu hikâye beni Nietzsche’den uzaklaştırmaktansa ona âşık etti. Zira hayvan sevgisiyle dolu bir evde büyüdüm ve bir insanın hayvana merhamet duygusuyla delirmiş olması bende o kişiye karşı muazzam bir sevgi ve merhamet duygusu uyandırdı. Ve sonraki on yedi yılımda “bu adam ne yaşamış olabilir ki bu olaydan dolayı delirdi?” diyerek çok düşündüm. Ve nihayetinde Nietzsche külliyatını okuduktan sonra sanırım doğru cevabı buldum.

Nietzsche ömrü boyunca merhamet duygusuna düşmanlık etti. Nietzsche ömrü boyunca hastalıklı ve zayıf insanları aşağıladı. Nietzsche, idealindeki üstinsana şunu tavsiye etti: “insanlık namına güzel bir değer yarat. Ve sıradan insanları bu değer namına gerekirse kırbaçlayarak at gibi koştur.” Ve Nietzsche, felsefesini inşa ederken ömrü boyunca kendi ruhunun derinliklerindeki dürtüleri analiz etti. Nietzsche’nin o hastalıklı at kırbaçlanırken ata duyduğu merhamet duygusu kendi felsefesinin kökten yıkımı anlamına geliyordu. Bu kökten yıkım sanıyorum Nietzsche’nin zihninde ağır bir travma yarattı çünkü yıllarca kendisine karşı savaştığı o merhamet duygusunu ruhunda fark ettiği anda Nietzsche’nin tüm felsefesi çökmüştü. İşte bu sebeple Nietzsche çöküşü yaşar yaşamaz “ben ne ahmakmışım” dedi ve papaya ‘çarmıha gerilen’ imzasıyla bir mektup sundu. Ve tüm felsefesi çökmüş olduğu için artık ömrü boyunca hiç konuşmadı. Buradan bakınca Nietzsche’nin çöküşünü ‘frengi hastalığının beyne sıçraması’ olarak kavramak biraz komik kaçıyor.

IV.

Benim Nietzsche’yle üçüncü karşılaşmam, Nietzsche’yi sevmeyi öğrendikten sonra, yirmi bir yaşımda Fehmi Baykan’ın yazdığı kısa bir Nietzsche özetini okumamla gerçekleşti. Baykan bu kitabında Nietzsche’nin tüm girift düşüncelerini anlatmıyordu. Sadece onun bedene, yeryüzüne ve dünyevi güzelliklere olan tutkusunu nazara veriyordu.

Nietzsche bedenin şeytan işi olarak kodlandığı, benliğin günahkâr kabul edildiği, yeryüzünün metafizik ve uhrevi âlem adına hor ve hakir görüldüğü Hıristiyan züht ahlakına savaş açmış bir düşünürdü. Fehmi Baykan Nietzsche’nin bu yönü üzerinde duruyor ve onun bedeni, yeryüzünü, benliği ve dünyevi güzellikleri nasıl tanrısallaştırdığını ve kutsadığını anlatıyordu.

Bu kitap benim için çok sarsıcı ve ilham verici oldu. Zira benim cemaatimde de bedensel arzular şeytan işi olarak kodlanıyordu. Benim cemaatimde de insan günahkar bir insan olarak kabul ediliyordu. Benim cemaatimde de dünyevi güzellikler şeytanın ayartması olarak kabul ediliyordu. Bunların tamamı Bediüzzaman adına bizlere dayatılmış şeylerdi. Bize Bediüzzaman adına katı ve acımasız bir züht ahlakı dayatılmıştı.

Bu kitabı okuduktan sonra züht ahlakına düşman oldum. Ve İslam tasavvufunu ve Bediüzzaman’ın düşüncelerini daha derinden kavramayı öğrendim.

Her şeyden önce bize oldukça çarpık bir züht ahlakı öğretilmişti. Bunu Hakim Tirmizi’nin Kulluğun Mertebeleri adlı kitabını okuduktan sonra keşfedecektim. Hakim Tirmizi şöyle diyordu kitapta: “Önce benliğine, bedenine ve yeryüzüne düşman olmalısın. Fakat sonra bedeninin dürtülerini terbiye etmeli, benliğini dönüştürmeli ve yeryüzüne başka gözlerle bakmayı öğrenmelisin. Bunları yaptıktan sonra benliğini, bedenini ve yeryüzünü tutku ve aşkla sevmelisin.” Bediüzzaman da züht ahlakının tam aksi şeyler aslında: “Tanrı evrenin ötesinde bir yerde duran bir varlık değildir. Aksine Tanrı evrenin ruhudur. Görüyor olduğun evren onun bedeni ve aynadaki yansımasıdır. Yeryüzü ve yeryüzündeki tüm güzellikler Tanrı’nın güzelliğinin tecellisidir. Yani yeryüzü ve yeryüzündeki her şey tanrısal ve kutsaldır. Sen de bedeninin şehvetlerinin esiri olmaktan kurtulmalı ve bedenine hükmetmeyi öğrenmelisin. Bunları yaptıktan sonra yeryüzünün tüm güzel nimetlerinden tatmalısın. Ve ayrıca sen potansiyel olarak Tanrı’nın tecellisisin. Bağrındaki ilahi tohumu inkişaf ettirmeli, kendime yüksek idealler bulmalı ve tam bir tanrı yansıması ve kutsal bir kişilik olmalısın.”

Bunları okuduktan sonra Nietzsche’nin benliğe, bedene ve yeryüzüne bakışıyla, tasavvufun ve Bediüzzaman’ın bakışı arasında ciddi bir fark olmadığını gözlemledim. Zira Nietzsche’nin de derdi bedeninin ve dürtülerinin esiri bir hayvan olan insanın kültür yoluyla kendini sanatkarane işleyerek benliğini, bedenini ve dürtülerini yüceltmesi, benliğin ve bedenin üzerinde onları hadım etmeden onları ıslah ederek tam bir hakimiyet kurması ve kendini güzel hedeflere adarken bir yandan da dünyevi güzelliklerden tatmasını sağlamaktan ibaretti. Nietzsche’de benliğin, bedenin ve yeryüzünün tanrısallaştırılması çabası bundan ibaretti.

V.

Benim Nietzsche’yle dördüncü karşılaşmam yirmi beş-yirmi sekiz yaşlarım arasında Sabancı Üniversitesindeki yıllarımda gerçekleşti. Burada Nietzsche bizlere bir yaşam filozofu olarak değil, postmodern toplum düşüncesinin arkasındaki bir toplum düşünürü olarak öğretildi. Yani mutlak hakikatlerin olmadığını savunan, her hakikat iddiasının aslında sınırlı bir ‘perspektif’in ürünü olduğunu iddia eden bir düşünür olarak. Yani burada benim için Nietzsche postmodern göreciliğin düşünüründen ibaretti. Postmodern düşünürler için her hangi bir yolla hakikati teorik olarak temsil etmek imkansız görülüyordu. Ve postmodernler için Nietszche temsil ve mutlak hakikat düşüncesinin krizini ilk ilan filozoftu.

Nietzsche için her hangi bir din ya da öznel filozoftan öte, hakikatin en kusursuz temsili sayılan doğal bilimler bile doğayı kontrol etmek için dış gerçekliği tahrif etme ve basitleştirme girişiminden ibaretti. Fakat Nietzsche için temsilin krizi daha derinde yatıyordu: onun için görme yetisi, akletme yetisi gibi bize dış gerçekliği sunduğuna inanılan fizyolojik yeteneklerimlerimiz, organizmaların evrim sürecinde hayatta kalma ve çevresini kontrol etme çabasıyla yarattığı basitleştirici ve tahrif edici yeteneklerdi. Yani insan gözünün ve aklının bile hakikati keşfetmekte herhangi bir yeterliliği yoktu. Yani Nietzsche için temsil krizi salt sosyolojik değil, fizyolojik ve kozmolojikti.

Fakat Nietzsche için mesele bundan ibaret değildi. Bunu sonra öğrenecektim. Zira Nietzsche mutlak hakikatlere ve hakikatlerin keşfedilebileceğine inanıyordu. Akıl ya da göz yoluyla değil, beden ve onun dürtüleri yoluyla… Nietzsche için bedenin dürtüleri dışarılardan bir yerlerden gelmiş şeyler değildi. Aksine onlar doğada işleyen birer arzulayış ve süreç olarak kuvvetlerin insandaki sınırlı cisimleşmelerinden ibarettiler. İnsanlar bedenlerinin ve dürtülerinin esiri olmayı bırakır, bedenlerine ve dürtülerine hükmetmeyi öğrenir ve çevrelerindeki dünyanın bedenleri ve dürtüleri üzerinde bıraktığı izleri tefekkür edebilirse doğa, evren ve toplum hakkında da mutlak hakikatlere ulaşabilirlerdi. Nietzsche bu yolla evrene, organizmalara, tarihe, topluma ve bireylere hükmeden kuvvetleri ve tüm kozmozun ezeli yasası olan güç istencini keşfetmiş ve tüm varlığı bu kavramlar eşliğinde yorumlamayı becerebilmişti.

Çok daha sonrasında, otuz yedi yaşımda, tasavvufu ve Bediüzzaman’ı salt bir ahlak öğretmeni olarak değil de; doğaya, evrene ve topluma dair açıklayıcı bir kuram olarak görmeyi öğrendiğimde, Nietzsche’nin mutlak hakikatler ve onların nasıl keşfedilebileceği üzerine düşüncelerinin İslam düşünürleri tarafından asırlarca önce öne sürülmüş olduğunu fark edecektim.

Tasavvufta insanın bedensel dürtülerine hükmetme becerisi olarak tavsiye edilen züht, sadece güzel ahlak sahibi olmak için değildi. Züht ayrıca evrenin aldatıcı görünüşünden onun derinindeki mutlak hakikatleri keşfetme yeteneğini kazanmak için de kurumsallaştırılmıştı. Bu özelliği tasavvuf düşüncesinde ciddi yeri olan Sühreverdi’nin Hikmetü’l-İşrak adlı kitabında görebilirsiniz. “bedenin ve dürtülerin üzerinde egemenlik kur” der Sühreverdi ve ekler “ve dış dünyanın bedeninde nasıl etkide bulunduğunu tefekkür et. Bu yolla dış dünyanın aldatıcı görünüşünden onun derinindeki mutlak hakikatlere ulaşacaksın.”

Sufi bu yolla evrenin, tarihin, toplumun ve bireyin derininde işleyen tanrısal isimleri ve sıfatları keşfeder. Ve evrenin görünen yüzünü bu sıfatlar ve isimler eşliğinde yeniden yorumlamayı becerir. Nietzsche’deki kuvvetlerin tanrısal isimlerin birer tezahürü olduğunu söylemiştim. Nietzsche’nin tüm evrenin ilkesi olarak keşfettiği ‘güç istenci’ ise Tanrı’nın en temel iki sıfatının ‘İrade’ ve Kudret’ sıfatlarının Batılı bir dille ifade edilişinden ibaretti. Yani Nietzsche aslında farkına varılmamış bir sufiydi.

Nietzsche bu yolla çok şey keşfetmiş olsa da yine tanrısal sıfatlar olan İlim, Hikmet, Adalet, Rahmet gibi tüm kainatı kuşatan belli kozmik hakikatleri keşfetmekte başarısız olmuştu. Ve bu yetersizliğin onun tüm düşüncesi üzerinde tahrip edici sonuçları olacaktı. Bunları yeri gelince ele alacağım için şimdilik sadece bir işaret bırakmakla yetiniyorum.

VI.

Benim Nietzsche’yle beşinci karşılaşmam otuz iki-otuz dört yaşlarım arasında ODTÜ’de sosyoloji öğrencisiyken gerçekleşti. Burada Nietzsche’yi daha sonrasında Foucault’nun kemale erdireceği soykütük düşüncesinin mimarı olarak öğrendik. Soykütük: yani her hakikat iddiası, her adalet ve ahlak çağrısı bir bireyin ya da bir toplumsal grubun güce yönelik arzusunun bir cisimleşmesinden ibarettir. Ve sosyoloğa düşen vazife, bu hakikat, adalet ve ahlak çağrılarının içeriğiyle meşgul olmak değil, bu çağrıların arka planında nasıl bir güç arzusunun yattığını ifşa etmekten ibarettir.

Soykütük düşüncesi bizlere ODTÜ’de sosyolojiyle sınırlı bir mesele olarak öğretilmiş olsa da, Nietzsche için soykütük sadece sosyolojik ve tarihsel bir mesele değildi. Aksine bu düşüncenin onda oldukça kozmik, insanın hayvani varoluşuna ve onun biyolojik evrim tarihine yaslanan oldukça organik kökenleri vardı. Zira Nietzsche için her hakikat, adalet ve ahlak çağrısı gücünü maksimize etmeye çalışmaktan başka hedefi olmayan insan organizmalarının, onların anatomilerinin ve fizyolojilerinin bir ürününden ibaretti. Nietzsche için sadece hakikat, adalet ve ahlak çağrılarının değil; insanın görme, işitme, akletme yeteneklerinin bile insanın hayvandan evrilme sürecinde organizmaların etrafına hükmetme arzusuyla meydana getirdiği yetenekler olduğunu söylemiştim. Böyle bakınca insan organizmaları, onların anatomileri ve fizyolojileri açısından, hakikat, adalet ve ahlak kavramlarının herhangi bir kozmik ya da kutsal değeri yoktu. Onlar sadece güç istencinin maskelerinden ibaret olarak değer kazanıyorlardı Nietzsche’de (ve onun tilmizi olan Foucault’da).

Buradan bakınca insan ahlakının hiç ama hiçbir kutsal değeri yoktu. Zira evrende ve insan organizmasında asli bir değeri olmayan ahlak, Nietzsche için dürtülerin başka organizmalar tarafından kişiyi kontrol etmek üzere bastırılmasından ibaretti. Ahlakın toplumda kişiyi kontrol etme çabasından öte bir değeri yoktu. Yani ahlak kutsal filan değildi.  Daha sonrasında bu bastırma kuramı Freud’da, Durkheim’da, Norbert Elias’da da asli bir kuramsal konum kazanacaktı. Nietzsche’de ahlakın değeri bu olduğu için, yani ahlak Nietzsche’de hiçbir kutsal değere sahip olmadığı için, toplumsal ahlakı samimiyetle takip eden insanlar için Nietzsche aşağılayıcı ‘sürü’ tabirini kullanacak ve ‘kendine yapılmasını istemediğin şeyi başkasına yapma’ adlı, tüm dinlerin ahlakın temeli saydığı kutsal değeri, ‘kölelerin efendilere duyduğu hıncın yarattığı bir pislikten ibaret olarak kavrayacaktı.

Bu düşünceler ODTÜ yıllarımda beni rahatsız etmiyordu. Fakat soykütük düşüncesi, yani insanın hakikat, adalet ve ahlak çağrılarının arkaplanında nasıl bir kirli güç arzusunun yattığını keşfetme ve insanın kendini bu kirli arzulardan kurtarma  yeteneği kazanma çabası, İslam tasavvufunda da asli bir yere sahipti. Yani kişinin kendi kendinin soykütüğünü yapma çabası ve kişinin kendini tüm kirli arzulardan ve hınçtan temizleyip temiz dürtülere ve temiz arzulara ulaşma çabası İslam tasavvufu için de asli bir çabaydı.

İslam tasavvufunda murakabe en az züht kadar asli bir yere sahiptir. Murakabe: yani kişinin en güzel ve kutsal duygulara sahip olduğunu sandığı zamanlarda bile, kendi saklı kalmış kirli dürtülerini gözden geçirmesi, onları açığa çıkarması, bu dürtüleri tüm pisliklerinden arındırması ve yerine güzel dürtüler yerleştirerek kendine tanrısallaşmış ve kutsanmış bir mahiyet kazandırma çabası. Nietzsche’nin soykütük düşüncesi de sadece bir toplum eleştirisi meselesinden ibaret değildi aksine soykütük çıkarma çabası Nietzsche için bir son hedef değil, son hedefe ulaşma çabasında bir yöntemdi. İnsan kendi bağrındaki hıncı ve kirli dürtüleri açığa çıkardıktan sonra, Nietzcshe’nin bireyden beklediği şey, bu dürtüleri temizlemek, onları hınçtan arındırmak, bu dürtüleri bir sanat eserine çevirip kişinin kendini tanrısallaşacak kıvama getirmesinden ibaretti. Yani Nietzsche için soykütük sadece bir toplumsal eleştirisi meselesi değil, aynı zamanda sufiler gibi bir nefs terbiyesi meselesiydi.

Nietzsche soykütüğü bir toplumsal eleştiri yöntemi haline getirirken de bunu muhatabını yok etmek ya da tahrip etmek için yapmıyordu. Nietzsche nefret ve hınç duygusuyla değil, sevgi duygusuyla soykütük yapıyordu. Nietzsche bunu hep söylüyordu: “benim bütün meselem yaşama, içindeki her şeyle beraber ‘evet’ demekten ibarettir.” Onun Hıristiyanlık eleştirilerinde gözettiği hedef, Hıristiyanlığı yok etmek değil, Hıristiyanlığın bağrındaki hıncı, yaşama hayır diyen bozuk güç istencini ve Hıristiyanlığın bağrındaki tepkisel kuvvetleri gidermek, kendi deyimiyle Hıristiyanlık zehrini bala çevirmek ve Hıristiyanlığın tarih içinde yarattığı kurumları ve değerleri, onları dönüştürerek, yeni toplumun ve üstinsanın bileşeni haline getirmekten ibaretti. Nietzsche züht ahlakını yok etmek değil, korumak istiyordu. Fakat üstinsan için züht, yeryüzüne nefretin değil, kişinin hayat namına yüksek idealler peşinde koşarken kendi bedeni üzerinde kurması gereken denetimin bileşeni olarak değer kazanacaktı. Geçerken söyleyeyim: ‘Zehiri bala çevirmek’ deyimi iyi bir Hafız Şirazi okuru olan Nietzsche’nin muhtemelen İslam sufilerinden tevarüs ettiği bir  deyimdi. Zira bu deyim örneğin Mevlana’nın Mesnevi’sinde defalarca tekrarlanacak kadar kurucu öneme sahiptir.  

VII.

Benim Nietzsce’yle altıncı karşılaşmam otuz yedi yaşımda, ağır bir travmanın sonrasında ruhsal olarak tamamen çökmüşken, “bu kitap seni teselli edecek” diyerek o güne kadar nefret ettiğim Mevlana’nın Mesnevi’sini ve “bu külliyat sana güç verecek” diyerek Nietzsche’nin külliyatını elime almamla gerçekleşti. On beş gün içinde yirmi sekiz cilt kitabı satır satır anlayarak aşk ü şevk ile okudum ve Mevlana’nın şahsında tasavvuf mirasının ve Nietzsche’nin düşüncelerinin özünde aynı yaşam felsefesinin tecessümü olduğunu fark ettim. Ve büyük bir şevkle bu iki düşünür hakkında güzel bir kitap yazdım. Bu iki eser yoluyla yaşadığım travmayı eninde sonunda atlatacağımı anladım. Hayata sımsıkı sarıldım ve ve uzunca bir müddet Nietzsche’nin havarisi oldum.

Bu süreçte Nietzsche bana neler öğretti? Apollon ve Dionysos’u, yani Tanrı’nın cemalini ve celalini beraberce sevmeyi… Yani darmadağın olmaktan korkmamayı… Amor fati, yani tüm acı yaşanmışlıklarıyla kaderimi sevmeyi… Yüreğimdeki hıncı arıtmayı… Yaşama içindeki her şeyle beraber ‘evet’ demeyi ve kimseden nefret etmeyerek, kimseyi yok etmeye çalışmayarak herkesin ve her kesimin yüreğinin derinliklerindeki güzellikleri inkişaf ettirmeye çalışmayı, yani zehri bala çevirmeyi…. Güce ve prestije yatan arzularımı yok etmeye çalışmayarak bu arzuları insanlığa katkı sunacak projelere adama düşüncesini… Kimseyi hor görmeyerek başarılarımla gurur duyma yeteneğini… Üstinsanın temel bir vasfı olarak birbiriyle çatışan hakikatleri hiçbirini reddetmeden beraberce yüreğimde taşıyabilme yeteneğini… cennete yönelik arzumu bu dünyayı cennete çevirmeye çalışarak doyurma düşüncesini… Ve biraz ilgisiz olacak ama onun güçlü termodinamik eleştirisinden hareketle doğal bilimlerin en temel saydığı hakikatlere bile isyan edebilme cesaretini… Bir de elbette o güne kadar düşmanı olduğum bin dört yüz yıllık tasavvuf mirasıyla da Nietzsche sayesinde barışmıştım. Elbette ki o dönem Nietzsche’yle anlaşamadığım şeyler vardı ama o şevk ve heyecanla uzunca bir süre bunları kafama takmadım. O dönem sadece bir temel düşüncesine itiraz etmiştim Nietzsche’nin: “ahlakın kaynağı bastırma değildir. ‘Kendine yapılmasını istemediğin şeyi başkasına yapma’ buyruğu köle ahlakı veya sürü ahlakı değildir. Bu ahlak yasası bedenimize, dürtülerimize ve organizmamıza kazılı temel bir fizyolojik yasadır.” Bu itirazımı 2015 yılında yazdığım Kara Kitap isimli kitabımda temellendirilmiş bir şekilde dile getirmiştim. (Fakat çok provokatif bir dille yazıldığı için aslında çok ciddi bir felsefe kitabı olan Kara Kitap’ı neredeyse kimse okumadı.)

VIII.

Mevlana ve Nietzsche üzerine yazdığım kitabın müsveddesini hatırı sayılır bir entelektüel okudu ve bana şöyle dedi: “sende büyük bir eser yazacak potansiyel var. Bu yeteneğini israf etme.” İyi mi yaptı kötü mü yaptı bilmiyorum ama bu sözler üzerine büyük bir eser yazabilmek için felsefe klasiklerini okumayı bıraktım ve gerçekten büyük bir eser yazmak için eski büyük filozofların yaptığı gibi başka alanlara el attım. Yani o döneme kadar hiç ciddiyetle el atmadığım antropoloji, dünya tarihi, psikoloji, dinler tarihi, doğa bilimleri, biyografi, şiir, matematik vs. gibi farklı disiplinlerden kitapları deli gibi okumaya başladım. Büyük eser yazamadım. Sanıyorum kullanmak zorunda olduğum ilaçlardan dolayı bu saatten sonra da asla yazamayacağım. Ama bu okumalar düşünce dünyamı hayli dönüştürdü. Daha sonrasında, 2017 yılında psikoterapi klasikleri okuyarak kendi psikoterapimi yaptım. Yoğun bir biçimde Kuran ve Bediüzzaman okumaya başladım. Ve ibadete başladım. Bu süreç de benim dünyaya bakışımı hayli dönüştürdü. Ve nihayetinde Nietzsche’den öğrendiklerimle yeni varoluş şuurum arasında ciddi çatışmalar başladı. Uzunca bir süre bu çatışmaları bir çözüme kavuşturmadan ruhumda taşıdım. Fakat nihayetinde bu çatışmayla hesaplaşmam gerektiğini anladım. Ve Richard Schacht’ın, Nietzsche’nin tüm felsefi sistemini 660 sayfada eksiksiz bir biçimde özetleyen muhteşem kitabı dilimize çevrilince bu kitabı hemen aldım, ciddiyetle okudum ve Nietzsche’yle nerelerde anlaşamadığımızın bir dökümünü yaptım. Bu yazının geri kalanı Nietzsche’den öğrendiklerime ne gibi rötuşlar attığımı gösterme çabamdan ibarettir.

IX.

Nietzsche’yle hangi hususlarda anlaşamıyordum? (1) evrendeki her şeyi ama her şeyi güç istencine indirgemesi, (2) ahlakın kökenini travmatik bir bastırma olarak kodlaması, (3) “kendine yapılmasını istemediğin şeyi başkasına yapma” buyruğunu sürü ahlakı diyerek küçümsemesi, (4) ruhu reddetmesi ve her şeyi beden olarak görmesi, (5) dinleri kökten reddetmesi (6) merhamet duygusunu aşağılaması, (7) Marxist eşitlikçi düşünceyi hor görmesi, (8) Mutlak bir Benlik olarak Tanrı’yı reddetmesi (9) insanın tüm ruhsal yeteneklerini, görme, işitme, bilinç, dil, akıl, hafıza, özgür irade, vs Tanrı’ya referans vermeyen bir evrim kuramından türetme çabası (10) bilinci ve tüm bilişsel yetenekleri tüm hor ve hakir görmesi (11) görüyor olduğum haliyle dünyayı, yani içinde annemin, kedilerimin, kitaplarımın olduğu dünyayı “hakikatin tahrifidir” diyerek çöpe atması….

Yazının devamında bu eleştirilerimi dile getireceğim. Biraz dağınık olabilir. Ve kullandığım ilaçlardan dolayı derdimi tam olarak ifade edemeyebilirim. Ama sanıyorum Nietzsche’den bir şeyler öğrenmek ve Nietzsche’yi farklı ufuklara taşımak için onu eleştirmek isteyen okur ne demek istediğimi anlayacaktır.

Başlayalım.

Esat ARSLAN

Makalenin devamı için linki tıklayınız: NIETZSCHE’NİN TIRNAKLARINI SÖKMEK

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir