Özgürlük varoluşsal bir iksir. Başkasının himayesi veremez onu bana. Özgürlük; ben de var olan, bana ait bir şey. Alman Filozof Friedrich Nietzche: “Yaşamak için bir nedeni olan kişi, hemen her nasıl’a dayanabilir” diyordu. Kendimize ait bir özgürlüğe sahip olmayınca; üzerimizde tahakküm kurmak istiyor insanlar. Kimi zaman: Aile baskısı, çevre baskısı, mahalle baskısı, gibi otorite himayesi olarak sürüp gidiyor. Dickens’ın İki Şehrin Hikâyesi’nde okumuştum: “Yeni bir çağ başlamıştı; kral yargılanmış, ölüme mahkûm edilmiş ve kellesi uçurulmuştu: Özgürlük; Eşitlik, Kardeşlik ya da Ölüm Cumhuriyeti, ya istiklal ya ölüm diyerek tüm dünyaya silahla meydan okumuştu; Notre-Dame’ın devasa kulelerinde gece gündüz kara bir bayrak dalgalanıyordu.”
Özgürlük için ne bedeller veriliyor. Günlük yaşantımızda bunun pek farkında olamıyoruz. Ne zaman özgürlüğümüz bir mahrumiyete dönüşüyor o zaman; özgürlüğün ne denli büyük bir zenginlik olduğu anlaşılıyor. Cioran: “özgürlüğün etik bir ilke” olduğunu söylemişti, Çürümenin Kitabı’nda. Birey olarak var olan insan, kimsenin himayesinde olmadan; kendi öz saygısı, öz benliği, kendi düşünce ve fikirleri vardır. Düşüncelerini kimseye dayatmadığı gibi, kimsenin de düşüncesine karışmamaktadır.
Özgürlük; büyülü, özel bir kelime. Aileden, çevreden alınacak bir şey değil. Kendi ruhumda hissettiğim bir şey. Başkalarının davranış ve düşünceleriyle şekillenecek bir şey değil de değil. Bu bir tür; güzel gösterilen adanış, dayatma, sindirilme, boyun eğme, ezilme, pasif duruma düşürme, bir tür psikolojik şiddet ve insanın kişisel haklarını kısıtlayan körlük, insanı kafese kapatan bir hapishane. Özgürlüğümü kısıtlayacak, ayağıma pranga takacak hiçbir insanla yoldaşlık etmem ve hayatımı paylaşmam söz konusu değil. Tabii özgürlük; kuralsızlık, sorumsuzluk, başına buyrukluk, saygısızlık da değil. Bir yerde kuralsızlık, düzensizlik varsa orada karmaşa olur.
Varoluşculuk-Özgürlük
Varoluşçu filozofların tamamında olduğu gibi (Varoluş Filozofları: Jean Paul-Sartre, Albert Camus, Friedrich Nietzsche, Siren Kierkegaar, Martin Heidegger.) Sartre’da, insana ait varoluşun özden önce geldiğini ve özün varoluş içinde belirlendiğini savunur. Sartre, varoluş ve öz problemini özgür istence bağlayıp, insanın imkân dâhilin de yapacağı özgür seçimlerinin, özü meydana getireceğini savunur. Sartre’da, varoluşun temel özelliği olan mutlak özgürlük, bireyi her şeyin nedeni konumuna getirir. Temel konuları yaşam, ölüm, sorumluluk ve özgürlük olan varoluşçuluk, insan olmanın ne demek olduğu üzerine kurulmuş felsefi yaklaşım. Varoluşçuluk, bireylere duyulan saygıyı, özgürlüğü savunuyor. Varlığımızın değeri asla bir kere ve tüm yaşam için belirlenemez. İnsanlar kendi değişme ve olma durumlarında bir süreklilik içindedir. Birey olmak, sürekli varlığımızı keşfettiğimizi ve anlamlı hâle getirdiğimizi gösterir. Daima kendimizi, diğerlerini ve dünyayı sorgularız. Belirli sorular yaşamdaki gelişim aşamamıza göre farklılık gösterse de, ana konu hiç değişmez: “Ben kimim?”, “Kimdim?” ve “Nereye gidiyorum? ”
Varoluşçuluğa göre insanın içinde bulunduğu koşulların temel boyutları; kendi farkındalığına varma kapasitesi, özgürlük, kendi kimliğini oluşturması ve diğerleriyle anlamlı ilişkiler kurması, anlam, amaç, değerler ve yaşamın bir koşulu olarak kaygı, ölümün ve yok olmanın farkına varılmasıdır. Ölümlüyüz yaşamımızda istediğimiz her şeyi yapacak kadar zamanımız yok. Varoluş kaygısı yaşamın temeli, farkındalığımızı artırdığımız oranda kendimizi tanıma, bilme, bulma yolculuğumuzda: Yalnızlığa, anlamsızlığa, boşluğa, suçluluk duygusuyla baş başa kalabiliriz. İnsanlarla ilişki kursak bile, temelde yalnızız. Yalnız olduğumuza göre yapabileceğimiz en iyi şey, kendi farkındalığımızı artırmak olacaktır.
“Özgürlük Yolu’nda izlenecek ve okunacaklar”
Mark Twain’in “Hucleberry Fınn’in Maceraları” Kitabının baskın olduğu ana tema: özgürlük. Esaretten kurtulmak isteyen, özgürlüğe kavuşmak isteyen köle olmaya mahkum edilmiş Jim ve iradesiyle özgür yetişerek büyümüş bir kadına iyilik etmesinden dolayı kadının onu kendine göre yetiştirmeye çalıştığı, hâl ve hareketlerini, düşüncelerini kontrol etmeye çalışmasından dolayı başka bir biçimde esaret yaşayan Huck’u anlatıyor. Jim ve Huck’un ortak arzusu; özgür olmak. Birtakım sebeplerden dolayı yollarının birleşmesi, birbirlerini koruyup kollamaları ve özgürlükleri için birlikte bir yola çıkıyorlar kitap sürükleyici ilerliyor.
“The Shawshank Redemptıon” filminde: Andy ve Red isimli iki mahkumun parmaklıklar ardındaki hikâyelerini konu ediyor. Andy Dufresne, genç ve başarılı bir banker. Karısını ve karısının sevgilisini öldürmek suçundan yargılanıp ve ömür boyu hapis cezası alır. Shawsank Hapishanesi’nde dayak, işkence, tecavüz, her türlü durum yaşanmakta, Andy yine de hayata bağlı ve iyimserdir ve etrafındakileri de etkiler. Andy iyimser bakış açısıyla çevresindeki tüm mahkumları, parmaklıklar arkasında bile özgür bir yaşam olabileceğine inandırır. Filmde insan için özgürlüğün ne kadar önemli olduğunu görüyoruz.
Yine özgürlükle ilgili tesir altına alabilecek “İnto The Wild” gerçek hayattan uyarlanmış ödüllü bir film: Christopher Johnson McCandless (12 Şubat 1968- 18 Ağustos 1992) “Alexander Supertramp“ takma adıyla da biliniyor. Amerikalı bir maceracı. Göçebe bir yaşam tarzı benimsemiştir. 1992’de otobüste 24 yaşındaki Chris McCandless yaşamış, ama sonunda açlıktan ölmüş halde bulunmuş. Yazar Jon Krakauer, Chris’in hikayesini anlatmış ‘Into the Wild’ adlı kitabını 1996’da yayımlamış. McCandless 1990’da Georgia’daki Emory Üniversitesi’nden mezun olduktan sonra, Kuzey Amerika’yı dolaştı ve sonunda Nisan 1992’de otostopla Alaska’ya gitti . Sushana Nehri’nin doğu kıyısında McCandless, ölümüne kadar derme çatma bir sığınak olarak kullandığı Fairbanks Bus 142 adlı terk edilmiş bir otobüs buldu. Eylül ayında, yalnızca (30 kg) ağırlığındaki çürüyen bedeni bir avcı tarafından otobüsün içinde bulundu. McCandless’ın ölüm nedeni açlık.
Christopher McCandless Üniversiteden mezun olduktan hemen sonra iş, aile ve sorumluluk gibi ağırlıkları geride bırakıyor. Bütün parasını yakıyor. Alaska’da doğada yaşamak için yola koyulur. Jon Krakauer’ın McCandless’ın gerçek yolculuğunu anlattığı kitaptan da okuyucu yolculuğun sonunu bilir. Sean Penn’in uyarlayıp yönettiği film yolun sonundan çok yolculuğun kendisi üzerine odaklanıyor. McCandless, uzun yolculuğu boyunca sayısız macera ve her türden insan ile karşılaşıyor. Grand Canyon’da river rafting yapıyor, doğayı kendine ev ediniyor, orta yaşlı bir hippi çift ve özellikle yaşlı yalnız bir adamla unutulmaz birer ilişki kuruyor. Sean Penn’in, Krakauer’ın kitabından, ve özellikle McCandless’ın yaşam ve cesaret dolu ruhundan çok etkilenmiş. McCandless ile karşılaşan herkes ondan çok etkilenir ve onun yaşamında ilham buluyor. Yaşamlarını geride bırakıp doğa ile bire bir varolmayı seçen McCandless’ın cesaret ve yaşam dolu ruhunu, özgürlük yolunu anlattığı bağımsız bir film.
Marcus Aurelıus‘un Kendisi için yazdığı yazılar kitaplaşmıştı. “Kendime Düşünceler” kitabında: “Yaşamın bir sis bulutundan, bir hiçten başka bir şey olmadığını göreceksin. Öyleyse nedir bu telaş? Şu kısacık hayatını düzgün bir şekilde geçirmekten neden hoşnut olmuyorsun? “ diyor. Haksız mı?
Ve yazıyı özgürlük temasıyla tezat gibi görünse de Şair Attila İlhan’ın “Ayrılık Sevdaya Dahil” kitabından: “Yalnızların en büyük sorunu/Tek başına özgürlük ne işe yarayacak/Bir türlü çözemedikleri bu/ölü bir gezegenin soğuk tenhalığına benzemesin diye/Yalnızlık mutlaka paylaşılacak suç ortağı bir sevgiliyle” mısralarıyla bitiriyorum.
Özgür ve sevgiyle kalın.
Zeynep YILDIRIM
Son Yorumlar