Türkçeye Göz Kulak Olmak

Bir dilin zenginliğinin göstergesi nedir? Sözcüklerinin çokluğu mu, yoksa yapı bakımından zengin biçimlere sahip olması mı? Dilbilimciler esasen bütün dillerin, konuşurlarının ihtiyacına cevap verecek düzeyde olduğunu belirtmekte, bugün bazı dillerin daha üstün görünmesinin nedenini, o dillerin doğasına değil, siyasal ya da ekonomik gücüne bağlamaktadır.

Ancak kabul etmek gerekir ki her dilin kendine özgü özellikleri vardır. Örneğin Arapçada deve ile ilgili yaş, tür ve cinsiyete bağlı onlarca farklı ad bulunmaktadır. Benzer biçimde Eskimo dilinde kar’la ilgili sözcük sayısı oldukça fazladır. Aput ‘yerdeki kar’, gana ‘yağmakta olan kar’, pigsirpog ‘rüzgârda savrulan yerdeki kar’, gimugsug ‘bir kar savruntusu’ anlamındadır. Bütün bunlar, Arapçanın ya da Eskimo dilinin, başka dillerden daha üstün olduğu anlamına gelmez.

Akrabalık adları bakımından zengin bir dile sahip olduğumuz bilinmekte. Örneğin Türkçedeki kayınbirader ve enişte sözcükleri, İngilizcede brodher in law ‘hukuksal erkek kardeş’; baldız ve görümce sözcükleri ise sister in law ‘hukuksal kız kardeş’ kelime grubuyla karşılanmaktadır. Hasılı, İngilizcede görümceyi baldızdan; kayınbiraderi enişteden ayırabilmek için bağlama bakmaktan başka bir olanak yok. Benzer biçimde dayı ve amca sözcüklerini ayırt etmek için İngilizcede başka bir kelimeye ihtiyaç vardır: paternal uncle (baba tarafından amca), maternal uncle (anne tarafından amca).

Bana göre bir dilin anlatım gücü deyimlerinde saklıdır. Deyimler sayesinde onlarca sözcükle ifade edebileceğimiz bir duyguyu kısa ve etkili biçimde karşımızdakine aktarabiliriz. Anlama yüklemek istediğimiz derinliği, abartıyı, yoğunluğu ya da şiddeti deyimler sayesinde kolayca elde edebiliriz. Örneğin kızmak, öfkelenmek ve küplere binmek biçimleri, kızgınlığın derecelerini gösterir. Şeyh Galip’in farklı bir bağlamda söylediği ‘Onlar ki kelama can verirler’ dizesi, bence deyimler için çok uygun. Hakikaten deyimler söze can katmaktadır.

Türkçede bakma ya da görme eyleminin farklı biçimlerini ‘göz’ sözcüğünü kullanarak anlatan onlarca deyim vardır. Bir şeyi incelemek için alıcı gözüyle; çaktırmadan bakmak istediğimizde göz ucuyla ya da gözümüzün kuyruğuyla; anlamsızlığı ifade etmek için boş gözlerle; korkmadığımızda ya da korkutmak istediğimizde adamın gözünün içine bakarız.

Birinden hak etmediğimiz ağır sözler duyunca açtı ağzını, yumdu gözünü deriz. Gözümüz dönecek kadar kızdığımızda muhatabımızı gözümüze kestirip gözdağı vermekten geri durmaz; gözünü yıldırmak ya da korkutmak için gözümüzü devire devire bakarız.

Hakkımıza göz dikeni, gözümüz tutmaz ve alimallah gözünün yaşına bakmadan cezalandırmayı dört gözle bekleriz.

Şöyle bir göz atmak için göz gezdirdiğimiz bir kitaba kapılıp göz kesildiğimiz çok olmuştur.

Ziya Paşa’nın ‘Nevcivan sevmekte ben piranı ta’yib eylemem / Hüsn olur kim seyr ederken ihtiyar elden gider’ beytinde dediği gibi, bazen gözlerimiz irademizi yener ve gözümüzün iliştiği bir güzellikten gözlerimizi alamayız. Ağyar kem gözle baktığımızı düşünür diye korkarız ve vazgeçeriz; ama ne çare yeniden gözlerimiz gider ve takılır kalır.

Gözlerini süzen bir güzel karşısında gözümüz dünyayı görmez olur ve onu gözümüzden ırak tutmak istemeyiz. Dahası, sevgili göze gelmesin diye ‘Elemtere fiş, kem gözlere şiş!’ der, nazar duası okuruz. Gözlerini kaçıran sevgiliyle göz göze gelmek için gözümüzün feri kesilinceye kadar bekleriz. Gözden ırak sevgili gözümüzde tüter. Onu her hatırladığımızda yüreğimiz göz göz olur. İsteriz ki sevdiğimiz gözünü üstümüzden ayırmasın, bizim için her şeyi göze alsın.

Baba oğlunun, gözünü budaktan sakınmayacak kadar gözü kara oluşuyla övünür; anne gözü açılmamış kız arar, gözü gibi sevdiği erkek çocuğuna. Gözü dışarda olmasın diye oğlunu baş göz etmek için gözlerine uyku girmeyen anne, göz açıp kapayıncaya kadar bir zaman geçtikten sonra anasının gözü bir gelinin kendine başım gözüm üstüne demediğinden yakınır; sözün başını gözünü yaran uğursuz gelinin gözünü oymaktan aciz olmadığını; ama her şeye oğlunun mutluluğu için göz yumduğunu, iki gözü iki çeşme ağlayarak anlatır konu komşuya.

Şansı dönüp kar sağlayan turnayı gözünden vurur; ancak bununla gözü doymaz, aç gözlü olur ve başının gözünün sadakasını vermezse, gözünü toprak doyursun bedduasına müstahak olur.

Gözümüzde büyüttüğümüz nice gözü yüksekte sahte kahraman, insanların gözünü boyadığı için gözümüzden düşmüştür.

Yüz göz olmamak için ağır, yüzüne gözüne bulaştırmamak dikkatli davranmak akıllı adam işidir.

Duymanın, dinlemenin farklı yönleriyle ilgili ‘kulak’ sözünü kullanarak oluşturulmuş deyim sayısı da çoktur dilimizde.

Bize pek de kulak asmayan, kulak vermeyen ya da isteklerimizi kulak ardı eden çocuğumuzu, kulağını büküp ya da çekip uyarır; söylediklerimizi can kulağıyla ya da kulak kesilip dinlemesini isteriz.

Azımsadığımızda devede kulak; aza kanaat etmeyip elindekini yitirene boynuz isterken kulaktan oldu deriz.

Kulaktan kulağa yayılan ve nihayet bizim kulağımıza çalınan bir söylentiye inanıp kızgınlıkla hakkında ileri geri ettiğimiz lafın, dostumuzun kulağına gitmesinden korkar; hakkında söylediklerimizi duyunca kulaklarına inanmamasını ümit ederiz.

Kulağına küpe olsun diye bir sevdiğimizin kulaklarına kadar kızarmasını uygun buluruz. Kulak misafiri olarak dinlediğimiz bir olay, bazen eski bir dostu hatırlatır ve kulağını çınlatarak güzel günlerden bahsederiz.

Eski kulağı kesiklerden tecrübeli birinin öğütlerine kulak tıkamak akıl karı değildir.

Aklını çelmek için konuyu muhatabın kulağına katarız; unutmasın, sonradan düşünsün diye kulağında kalsın uyarısında bulunuruz; aklını karıştırmak için kulağına kar suyu kaçırırız. Yardım istediğimizde de ‘gözünü kulağını seveyim.’ diye yalvarırız.

Acaba, başka hangi dilde vardır, bu kadar zengin ve canlı, bu kadar anlam yükü taşıyan deyim…

Türkçe bu kadar anlatım gücüne sahipken, onu yetersiz görmek kimin haddine! Bilinmelidir ki sorun, Türkçenin bizatihi kendine ait değildir; sorun dilimizin zenginliklerinin yeni kuşaklara aktarılamamasındadır.

Deyimleriyle bu kadar canlı ve bu kadar diri olan Türkçeye göz kulak olacağını iddia eden varsa beri gelsin!…

Mustafa SARI

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir