Türkiye’nin Kültürel İhyası ve Diaspora

Türkiye’nin edebiyat ve düşünce hayatında irtifa kaydetmesi, kültürel bir ihya sürecine girmesi Türkiye dışında ama gönülleri bu topraklarla kaim bir nesle mi kısmet olacak?.. Bu sorunun çıkış noktası, Temmuz’un ikinci haftasında bir program vesilesiyle Saraybosna’ya gerçekleştirdiğim ziyaret oldu. Ama ziyaretin detaylarına geçmeden önce meramımı ifade edebilmem için meseleyi biraz geriden almam gerekiyor.

Muhakkak bilenler, en azından haberdar olanlar vardır. YTB uzun yıllardır ülkemizde öğrenim gören lisans ve üstü öğrencilere yönelik çeşitli akademiler düzenliyor ve gençlere üniversite eğitimleri yanında kültürel olarak da kendilerini geliştirebilecekleri bir zemin oluşturuyor. Gençler uzun soluklu atölye çalışmalarıyla, seminerlerle ülkemizin farklı şair, yazar ve akademisyenleriyle bir araya geliyorlar. Üstelik bu çalışmalar, sevindirici bir şekilde kurumlarımızın icra ettiği faaliyetlerin en temel ve kronik sorunu olan istikrarsızlıktan da uzak. Böyle olunca YTB faaliyetleri etrafında kümelenen Balkan coğrafyası ve muhtelif Avrupa ülkelerindeki gençler, yine YTB marifetiyle yayımına başlanan Bağ-lar ve Telve isimli iki dergi etrafında bir araya gelmiş durumdalar.

Ziyaret vesilesi, işte bu gençlerin yürüttüğü yazarlık akademisi ve Bağ-lar dergisinin onuncu sayısı tanıtım toplantısıydı. Dosya konusu Srebrenitsa Soykırımı olunca, isabetli bir şekilde program için Saraybosna belirlenmiş ve programlar da soykırım ve bunun edebiyata yansıması çerçevesinde şekillendirilmiş. Beş gün boyunca paneller, seminerler, toplantılarda bu mesele etrafında konuşuldu.

Bu genç arkadaşlarla daha önce de bir araya geldiğim için artık çoğunu yakından tanıyorum. Öğrenim hayatlarının bir bölümünü Türkiye’de geçirdiler ama iş orada kalmadı ve yukarıda da belirttiğim üzere YTB tarafından istikrarlı bir çalışma zemini sağlandığı için ne aralarındaki irtibat koptu ne de bu arkadaşların Türkiye ile olan irtibatı.

Yazının girişindeki soruyu işaret ederek ‘Tamam, nitelikli gençler var ve güzel işler ortaya koyuyorlar; ama biraz abartmıyor musun?’ diye düşünebilirsiniz. Çünkü bunu ben de düşündüm. Acaba duygusal mı davranıyorum, bu gençleri yakından tanıdığım için meseleye taraflı mı bakıyorum; diye. Sonra aklıma Tanzimat döneminde Avrupa’ya gönderilen öğrenciler geldi. Malum, ilk olarak II. Mahmud döneminde başlayan bu uygulama öncelikle askeri alandaki modernizasyon için olsa da sonrasında bilim ve teknik alanında topyekûn Osmanlının modernleşme sürecini işaret eden ve Cumhuriyet döneminde de icra edilen bir uygulamaydı. Bu konuda çok kaynak yok görebildiğim kadarıyla. Hangi alanda, hangi dönemde kaç öğrenci gönderildi, nerelere gönderildi; bunun sayım dökümüyle ilgili bir kaç kitap ve bazı akademik tezler var. Verimliliğine, sonuçlarına, sosyolojik etkilerine dair bir çalışmaya rastlamadım. Ama genel kanaat, kurumların modernizasyonu bağlamında nisbi faydaları olmakla birlikte maliyet-fayda açısından çok verimli olmadığı yönünde. Gönderilen gençlerin yaşadıkları kültür şoku, çoğunun zaten devlete mesafeli olup aslında dönüp memlekete hizmet etmek gibi bir gayelerinin olmayışı, istekli olanlarınsa muhtemelen öğrendiklerini bu topraklara uyarlayacak bir yordam ve zeminden yoksun olmaları, kağıt üzerinde iyi bir plan gibi duran bu uygulamanın istenilen başarıya ulaşmasına mani olmuş olabilir. Sanat ve edebiyatımıza etkileri yani kültürel anlamda neticesi konusunda da Tanpınar’ın Bitmeyen Çıraklık başlıklı yazısının son satırları geliyor aklıma: “Neslimizin büyük bir ıstırabını zannederim ki buldum: Kim olursak olalım, nasıl yetişirsek ye­tişelim, hayat tecrübemizin mahiyeti ve genişliği ne olursa olsun, bi­zim ağzımızdan hâlâ okuduğumuz frenk kitapları konuşmaktadır. Tıp­kı bizden evvelkiler gibi…

Diaspora eliyle sosyal bilimlerde bir aydınlanma

Türkiye son yıllarda başta savunma sanayii olmak üzere mühendislik ve fen alanlarında büyük bir sıçrama gerçekleştirdi. Bulunduğumuz coğrafya ve konjonktür düşünüldüğünde son derece kıymetli bir kazanım bu. Fakat kültürde, sanatta ve bu alanlara da zemin oluşturacak şekilde özellikle sosyal bilimlerde akademimiz, genel olarak düşünce dünyamız tam bir çölleşme içerisinde. Bunun birçok sebebi var elbette. İlköğretimden başlayarak eğitim sistemimizde sürekli sil baştan yeni uygulamalara geçilmesi, yeni medya döneminin, internet teknolojilerinin (sosyal medya kullanımı ve bu mecralarda geçirilen süre olarak nüfusa oranla ilk sıralardayız) hayatımızı kuşatması, iki binler sonrası hızla yükselen refah düzeyi ve ardından yaşanan ekonomik çalkantıların, bir bağımlının bir anda yoksunluk krizine girmesi gibi insanın ve toplumun dengesini bozması ve daha neler neler… Toplumun kahir ekseriyeti konforunun sürmesi ve hazzının devamı dışında meselesi olmayan yığınlar. Böyle bir zeminde bizim kuşak (aslında daha öncesi kuşakları da dahil etmeli) ve sonrasında hasbelkader okuyan, düşünen ve yazan, memleketin istikameti ve akıbeti konusunda endişe taşıyan az sayıdaki eşhas, bunu adeta kendisini el yordamıyla inşa ederek yapagelmiştir. Bu da son derece kıymetli tabii ki, yabana atılacak, görmezden gelinecek bir gayret değil. Fakat bireysel gayretler kolektif bir vaziyete evrilmezse yeterli de değil. Üstelik bu durum bir konfor alanı ve beraberinde altı çok da dolu olmayan bir özgüven getiriyor ayrıca ve bazı arızalarla malul. Parçalı bir zihin, içinde yaşadığımız toplumsal atmosfer ve siyasanın dışına çıkamama, görüş açısı ve netlik ayarı problemi… Çünkü muhayyilenin akademiden kovulduğu, düş ve düşünce bağının bir türlü tesis edilemediği, memuriyetteki yükselmeyle akademideki yükselmenin aynı motivasyonla gerçekleştiği, şair ve yazarlarının da bir köşede kendi kavillerince bir türkü tutturduğu zemin ancak bu kadarına müsade ediyor. Muhtelif kamu kurumları, kamu dışı sivil oluşumlar iyi niyetlerle bir takım girişimlerde bulunsalar da (ayrıca bunların bir bölümünün iyi niyetinden de şüpheliyim) bu girişimler yıllık hedefleri tutturmaktan, raporlarında istatistik verisi olmaktan öteye gitmiyor ve ana bir hedef istikametinde planlı çalışmalar olmaktan uzak.

İşte böyle bir manzara içerisinde, bu yazının vesilesi olan genç arkadaşlar, bana öyle geliyor ki kültürel bir kalkınma hamlesi olacaksa bunda büyük bir rol üstlenecekler. Öncelikle zaten Avrupa’nın dört bir yanında ve Balkan coğrafyasında doğup büyüdükleri için bir kültür şoku ya da kompleks içerisinde değiller. Üstelik kimlik bilinçlerini, aidiyetlerini koruyarak yetişmenin yanında, Türkiye’de olup bitene Türkiye’deki gençlerden daha duyarlılar. Dışarıdan bakmanın avantajlarına sahip olmakla birlikte her biri akademik olarak son derece donanımlı; en azı iki üç dil biliyor. Türkiye’deki siyasa ve piyasanın yıpratıcı, kimi zaman yıkıcı etkilerinden uzaklar, ayakları yere basıyor. Kimi akademik hayatta, kimi özel sektörde mühendis, doktor, yönetici olarak hayatın içinde… Yani pekala işlerine bakabilirler; kariyerlerinin, hazlarının peşinde güzel bir hayat sürebilirler. Ama bununla yetinmeyip Türkçe üzerinden Türkiye’yi kendilerine mesele edinmişler. Ve YTB marifetiyle buldukları zeminin istikrarı sayesinde yazı üzerinden ya da yazıyla kurdukları bağ dönemsel bir sosyal etkiqnlik, deneyim olmanın çok ötesine geçerek nitelik kazanmış. Artık bu gençler ülkemizdeki muhtelif dergilerde yazıyorlar ve çeşitli yayınevleriden kitapları çıkıyor. Hem Türkiye’de hem bulundukları ülkelerde edebiyatın ve düşüncenin yükünü omuzlanıyorlar. Dolayısıyla diasporadaki bu büyük potansiyeli kendi emeğimize eklersek, sanıyorum ki bu yolda büyük bir çarpan etkisi oluşturacaktır ve bu arkadaşlara ne kadar alan açılırsa, kültür ve düşünce hayatımız o ölçekte zenginleşecektir.

Tanzimat sonrasında Avrupa’ya gönderilen öğrenciler, muradedilen aydınlanmayı sağlayamadı belki ama zaten Avrupa ve Balkanlarda mukim ve fakat yüreklerinde Türkiye, kalemlerinde Türkçe olan gençler sayesinde nihayet kültürel anlamda bir irtifa kaydedebiliriz.

Hüseyin KARACA

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir