Garip Bir Taziye ve Tuhaf Bir Ağıt

‘Mesai başlamadan beni bekleyen belgeleri imzalasam iyi olacak; kaç gündür unutuyorum.’ diyerek bölüme geçmeden dekanlığa uğradım. Bütün memurlar telaş içinde, fakülte sekreteri telefonda… Dışarda feryat figan bir ambulans sesi… ‘Allah vere de ölüm olmasa’ demeye kalmadan sekreterin sesi çalındı, kulağıma; dekan beye bilgi veriyor: ‘Tekin Bey kalp krizi geçirmiş, hocam. Evet, hocam… Şimdi çıktı, ambulans; birazdan ulaşır, hastaneye…’

Gencecik adam. Geleli daha altı ay olmuştu, üniversiteye… Dekan bey ne kadar mutluydu; fakülteye doktorasını yeni bitirmiş, karıkoca iki genç akademisyen bulduğu için. Dediğine göre bayan bir akademisyen, fakültemizin çağdaş yüzü olacakmış. Haksız da sayılmazdı; fakültede bayan akademisyen sayısı yok denecek kadar azdı ve bazı resmî törenlerde ekran yüzüne ihtiyaç vardı… Atamaya ilişkin alınan kararları imzalayan, tamamı erkek kurul üyeleri de aynı fikirdeydi, dekan beyle.  Peki ya bilimsel çalışmalar? Hem ‘ekran yüzü olmasını’ beklemek hem de kadınların akademik çalışmalarının yetersizliğinden şikâyet etmek çelişkili değil miydi? Amaan, zavallı adam Azrail’in pençesinde, benim düşündüğüm şeylere bak! Sırası mı yani!

Endişeyle geçen iki saat dersten sonra aradım, sekreteri; hastaneden kesin ölüm haberi gelmiş. Zaten geldiğinde ölüymüş, yapacak bir şeyleri yokmuş doktorların. Biri kız, biri oğlan iki güzel çocuk ve genç yaşta dul kalan bir eş bıraktı arkasında, zavallı adam.

Giresunluydu; Tekin Bey… Nereli olduğunu bilmeseniz de açık teni, yeşile çalan çakır gözleri, geniş alnı ve iri burnu, daha ilk bakışta Karadenizli olduğunu söylerdi size. Güler yüzlü biriydi. Hele de gülerken seyrek ve uca doğru hafifçe sivrilen dişleri ortaya çıkarsa geniş yüzünde çocuksu bir masumiyet ve afacan bir ifade belirirdi.

Eğitim bilimlerinde yapmıştı, doktorasını. Belki de buna bağlıydı, fakültede benim altı yıldır kuramadığım ilişkileri altı ay gibi kısa bir sürede geliştirmiş olması. Temizlik görevlilerinden idari personele; asistanlardan hocalara kadar hemen herkesle konuşurken ‘Sanki onlarla başkalarının bilmediği özel bir ilişkisi varmış.’ duygusu oluşurdu bende. Yalan da değildi, hani! Mesela personel şefine doktor adı verirken öğrenmiştim ilk defa, benim üç yıldır tanıdığım şefin müzmin hasta bir annesinin olduğunu. Yine fakülte sekreterinin ilkokula giden çocuğunun öğrenme güçlüğü çektiğini, sekretere çocuk kitapları tavsiye ederken öğrenmiştim, ilk defa. Kantinde çalışan delikanlıya yaptığı evlilik şakasından, bunca zamandır tanıdığım delikanlının aslında nişanlı olduğunu ve evlilik için para biriktirdiğini anlamıştım…

Yok yok, ‘Kel ölür, sırma saçlı olur; kör ölür, baden gözlü olur.’ cinsinden laflar değil bunlar, sevgili okuyucu. Bizzat tanıklık ettiğim olaylar, hepsi… İşte bir güzel insan daha geçip gitti, yalan dünyadan… Eşi ve çocuklarından başka kimi kimsesi var mıydı acaba? Ağaç kovuğundan çıkmadı ya! Varsa da bilen var mıydı, yakınlarını? Arayıp haber veren oldu mu acaba yakınlarına?

Mayıs ayında, bunaltıcı yaz günlerine rahmet okutan bir güneşin altında kampüsteki lojmanlara kadar yürüdüm, eşine taziye dileklerimi iletmek için. Yolda, gözü yaşlı kadınları, yüzüne endişe ve tevekkül düşmüş erkekleri selamlıyorum, başımla; belli ki cenaze evinden geliyorlar. Arkası kesilmeyen insan zinciri yas evini kolayca bulmama yardım ediyor…

Allahtan, çok kalabalık değildi, ev. Mesai saatleriydi ve herkes işinin başına dönmek zorundaydı. Meltem Hanım, perişan halde… ağlamaktan kıpkırmızı olmuş gözleri… saçı başı dağınık… Doğum sancısı gibi yükselip alçalan nöbetler halinde seyrediyor, yüreğinin acısı… Boğulurcasına bir iniltiyi feryat figan bir gözyaşı takip ediyor… Bir iki dakika süren bu nöbetler, belli aralıklarla sürekli tekrar ediyor… İki yanındaki kız öğrencileri avuçlarını kolonya ile ovalıyor… Kimi su getiriyor, kimi de saçlarını düzeltiyor.

Meltem Hanım yerde; siyah başörtüsünün altında ortadan ikiye ayırdığı bembeyaz saçları görünen annesi koltukta oturuyor. Çocuklarına bakması için yanına getirmiş, annesini. Suskun ve endişeli; sürekli yere bakıyor… Gözlerini kaldırmadan dünüründen şikâyet etmeye başladı, ağıt yakar gibiydi, sesi:

– Kendi öz oğlunun cenazesini almaya gelmiyor da kocasını gönderiyor, kadın! Oyy bahtsız kızım, ooyy!

Kadın dediği, Tekin beyin annesi olmalı yani kızının kayınvalidesi… Daha cenaze ortadayken söylenecek laf mı bunlar! Kızının kaderine ağlamasından daha doğal bir şey olamaz ama böylesi acı bir günde dünüre laf sokmaya çalışmak da neyin nesi… ‘Üzüntüden ne dediğini bilmiyor, zavallı kadın’ diye düşünebiliriz, tabi. Ama üzüntü ve sevinç gibi duygusal yoğunluğun yaşandığı anlar, insanın bilinç altını ortaya çıkarırmış. Ben demiyorum, bunu; psikologlar diyor… Böylesi anlarda dile gelirmiş, söylemek isteyip de söyleyemediklerimiz, susarak yıllarca içimizde biriktirdiklerimiz…

Çocukları görünmüyor ortalıkta… Yas evindeki matem havası ve acıdan uzak tutmak için Meltem Hanımın öğrencileri alıp götürmüş, çocukları… Zaten çocuklarla ilgilenecek hali mi kalmış, zavallı kadının… İki eliyle dizlerini döverek inilti ve gözyaşları içinde ara sıra bir şeyler mırıldanıyor…

– Iııı… oyy oyy… Ailemden görmediğim sevgiyi sende buldum derdi. Ooyy oyy, ben ne yapayım şimdi, uuuyy uyyy!

Böyle ağıt mı olur ya! Tamam, genç yaşta kocasını kaybetti, acısı büyük, anlıyorum; kocasının mutluluğu onda bulmuş olması çok güzel ve hatırlamaya değer ama zavallı Tekin Beyin anne baba sevgisinden mahrum büyüdüğü de nerden çıktı, şimdi? Hem doğru olsa bile el âlemin içinde söylenecek şey miydi bu!

-Oyy Tekiiin oyyy!.. Nasıl yaptın bana bunuuu, nasıl yaptın? Oyy oyy, ben ne yaparım, şimdi iki çocukla?

Meltem Hanımın acısına ortak olmak, onu teselli etmek ve bu büyük acıyı paylaşarak azaltmak istiyorum ama içim el vermiyor, yapamıyorum. Birbirinden acı, daha ilk cümleden itibaren insanın yüreğine ateş salan onlarca ağıtı ezbere bilen hafızam, sürekli itiraz ediyor, bu ağıt diye duyduklarıma. Böyle ağıt mı olur! Kalandan çok ölene gözyaşı dökmesi gerekmez mi bir ağıtın…

Herkes ezbere ağıt bilecek diye bir şart yok tabi ama ne bileyim ‘Muradımız yarım kaldı Tekin’im’, ‘Çocuklarına doyamadan gittin!’, ‘Seninle birlikte büyütecektik çocukları, daha mürüvvetlerini görecek, torun torba sevecektik!’ ya da en azından ‘Gençliğine doyamadan gittin Tekin’im’ gibi kendine değil de Tekin Beye odaklanan ve acıyan cümleler olmalı değil miydi, yürek yakan bir ağıtın içinde? Yanılıyor muyum?

Yas evinde gözyaşı dökmek ve acıyı paylaşmak yerine aklıma takılan bütün bu çelişkilerden dolayı içten içe sinirlenip ‘Ateş düştüğü yakarmış, dış kapının dış mandalı; sen nerden anlayacaksın, kadının acısını!’ diyorum, kendi kendime…

Bu karmakarışık duygularla yas evinden çıkarken, içimdeki kederin daha çok arttığını ve kalbimin daha da inceldiğini hissediyordum… Ardından yakılan ağıtlarda bile kendine yer bulamayan Zavallı Tekin Bey, nur içinde yatsın…

Mustafa SARI

One Comment

  1. Muzo Reply

    Sanki gercekmis gibi gozuken bu hikayedeki bir ucuncu unsur da cenaze yakinlarinin taziyeye gelen gozlemcilerden almak zorunda olduklari yas puani ya da icazeti : Yeterince aglamamis, ikramlar yetersizdi, uzuntusunu hemen atlatmis, evi toplayacak zamani da nereden bulmuslar, hoca da cok uzatti…
    Insanoglu iste. En aci olayda bile halimiz bu. Yaradan epey guluyordur.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *