Ne zaman Frankfurt’a gelsem aklıma şair Hölderlin’den Ahmet Haşim’e kadar bir sürü insan gelir. Şair Hölderlin delirerek Neckar Irmağı kıyısındaki kaleye kapatılmadan önce her ay sevgilisi Susette Gontard’ı görmek için gizlice bu şehre gelirmiş. Belki de çıldırmak üzereyken yazdığı şiirlerini burada Goethe’ye göstermişti. Goethe’nin Frankfurtlu bir bankacının kızı olan nişanlısı Lili ile yaşadığı birkaç aylık aşk ve hüsran ayrı bir hikâyedir. Ama Frankfurtlular ciddi ciddi şehirlerindeki dünyanın en büyük kitap fuarının tarihini ta 1500’lü yıllara Yuhannes Gutenberg’e dayandırırlar. Belki de bu söylentinin etkisinde kalmış olacağım ki ne zaman Brüksel caddesindeki ana kapıdan Fuar’a adımımı atsam, karşıma yaşlılığında yoksulluğa duçar olmuş yarı kör durumda bir papazın evine sığınmış zavallı Gutenberg çıkacakmış gibi bir duyguya kapılırım.
Ama bu şehre her geldiğimde mutlaka Ahmet Haşim’in Frankfurt Seyahatnamesi’nde yazdıkları aklıma gelir. Onun hasta haliyle şehri, insanları gözlemlemesi, dilencilerinde bile bir zarafet aramasını düşünürüm.
Ahmet Haşim 1932yılında buraya, Goethe’nin evine gelmiş ve mürekkep lekeleri duran masasından söz etmiş. O masanın yanına gelince doğrusu Goethe’den daha çok Ahmet Haşim’i düşündüm.
“Nihayet şairin çalışma odasına vardık. Kafileye kılavuzluk eden memur, üstü baştan başa mürekkep lekeleriyle kaplı eski bir yazı masası önüne gelip de “Goethe Faust’u bu masa üzerinde yazdı. Bu lekeler Faust’un lekeleridir!” dediği zaman kalabalığın son dereceye varan merakı ve heyecanı, ışık halinde gözlerden taştı. Herkes o mukaddes gölgeleri yalandan görmek için, medenî nezaketi unutarak masaya yaklaşmak üzere kendine bir yol açmağa çalışıyordu. Bu hayran gözlerde lekeler, mürekkep lekeleri değil, fakat bir ebedî lâcivert semada, nâmütenahî yıldız serpintileri idi.”[1]
Onun böbrek sızısıyla dolaştığı yerlerde gezdim. Goethe demek biraz da “Doğu” demek. Duvarlardaki tablolarda Türk entarisi (aynen yazılmış) giyen o dönemin kadınlarına baktım. Evde ilk aşkı Lotte’den de izler vardı. Salondaki saat onun en çok hoşlandığı eşya imiş.
Dört katlı bina, küçük, sesiz bahçe, bahçedeki musluk onun şiirleriyle canlanmışlardı adeta:
“Bir mezara inecekmişim gibi soğuk bir ürperme ile açılan kapıdan içeriye girince hayretten dona kaldım. Burada ruhun aydınlığı bir şafak ışığı gibi yüzümüze vurdu. Evin içi talebe yaşında çocuklardan, kızlardan, şık kadın ve erkeklerden, yaşlı efendilerden meydana gelmiş gayet temiz ve heyecanlı, büyük bir kalabalıkla dolu idi. Bunların hepsi de Alman’dı, yani bizim gibi merakın oraya-çektiği seyyah ve yabancı cinsinde» boş kayıtsız bir gölge yığını değil.” [2]
Goethe Evi’nin bulunduğu “Büyük Geyik Hendeği” caddesinde bir an soluklanmak, Ahmet Haşim’i karamsar ve hasta haliyle düşünmek insana karmakarışık duygular yüklüyordu. Şükür ki şehir de dostlar vardı. Yıllardır Frankfurt sokaklarını doğduğu yerler gibi bilen Hasan Aydınlık’la Römerberg Meydanı’nındın Gotik tarzda inşa edilmiş binaların arasında dolaştık. Meydanın tam ortasındaki Adalet Çeşmesi’nin önünden geçtik. O sırada Filipinlileri andıran kısa boylu bir adam oradaki kalabalığa “İsa’yı tanı, hastalıklarından kurtul,” diye bağırıyordu. Hasan Bey’le birbirimize bakıp güldük. Herkes insanlara bir kurtuluş reçetesi sunuyordu. On üçüncü yüz yılda inşa edilmeye başlanmış ve Aziz Bartalmay’ya adanmış Frankfurt Katedrali’nin yakınındaki bir kahvede oturup iç çekişlerle andığımız çocukluğumuzdan konuştuk.

Akşam karanlık çökünce sonbahar da kendisini iyiden iyiye hissettirmeye başlamıştı. Sıcak gülüşüyle Av. Ünal Kaymakçı da bize katıldı. O bizden daha fazla bu şehirliydi ve Frankfurt’un en kuytu köşelerini biliyor, hatta efsanelerini anlatıyordu. Gece yarısına kadar süren dostluk yürüyüşünde sanki Ahmet Haşim o çekingen ve garip haliyle önümüzde yürüyordu.
Orhan ARAS
Kaynak
[1] Ahmet Haşim, Frankfurt Seyahatnamesi, s.181
[2] Aynı yer.

Son Yorumlar